![]() ![]() ![]() |
Yirmi Beşinci Söz s.189 |
İşte, Cenâb-ı Hakkın kemâl-i kudretini ve azamet-i
rububiyetini gösteren ve vahdâniyetine şehadet eden, semâvat
ve arzın hilkatindeki tecellî-i saltanat-ı ulûhiyet; ve gece
gündüzün ihtilâfındaki tecellî-i rububiyet; ve hayat-ı
içtimaiye-i insana en büyük bir vasıta olan gemiyi denizde
teshir ile tecellî-i rahmet; ve semâdan âb-ı hayatı ölmüş
zemine gönderip zemini yüz bin taifeleriyle ihyâ edip bir
mahşer-i acaip suretine getirmekteki tecellî-i azamet-i kudret;
ve zeminde hadsiz, muhtelif hayvânâtı basit bir topraktan halk
etmekteki tecellî-i rahmet ve kudret; ve rüzgârları, nebâtat
ve hayvânâtın teneffüs ve telkihlerine hizmet gibi vezaif-i
azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse salih vaziyete
getirmek için tahrik ve idaresindeki tecellî-i rahmet ve
hikmet; ve zemin ve âsüman ortasında, vasıta-i rahmet olan
bulutları bir mahşer-i acaip gibi muallâkta toplayıp
dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına davet
etmek gibi teshirindeki tecellî-i rububiyet gibi mensucat-ı
san'atı tâdât ettikten sonra, aklı, onların hakaikına ve
tafsiline sevk edip tefekkür ettirmek içinder, onunla ukulü ikaz için akla havale eder.
ÜÇÜNCÜ MEZİYET-İ CEZÂLET: Bazan Kur'ân Cenâb-ı Hakkın fiillerini tafsil ediyor; sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir; icmalle hıfzettirir, bağlar. Meselâ,
İşte, Hazret-i Yusuf ve ecdadına edilen nimetleri şu âyetle işaret eder. Der ki:
Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle serfiraz, bütün silsile-i enbiyayı silsilenize raptedip silsilenizi nev-i beşer içinde bütün silsilenin serdarı, hanedanınızı ulûm-u İlâhiye ve hikmet-i Rabbâniyeye bir hücre-i talim ve hidayet suretine getirip, o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkârâne saltanatını, âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleştirmek, seni ilim ve hikmetle Mısır'a hem aziz bir reis, hem âli bir nebî, hem hakîm bir mürşid etmek olan nimet-i İlâhiyeyi zikir ve tâdât edip, ilim ve hikmetle onu, âbâ ve ecdadını mümtaz ettiğini zikrediyor. Sonra, "Senin Rabbin Alîm ve Hakîmdir," der. "Onun rububiyeti ve hikmeti iktiza eder ki, seni ve âbâ ve ecdadını Alîm, Hakîm ismine mazhar etsin." İşte, o mufassal nimetleri şu fezleke ile icmal eder.
Hem meselâ, 2İşte şu âyet, Cenâb-ı Hakkın, nev-i
beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufâtını şöyle
gösteriyor ki:
İzzet ve zillet, fakr ve servet, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek, kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufâtına kadar, meşiet ve takdir-i İlâhiye iledir, tesadüf karışamaz. Şu hükmü verdikten sonra, insaniyet hayatında en mühim iş, onun rızkıdır. Şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakikînin hazine-i rahmetinden gönderdiğini bir iki mukaddime ile ispat eder. Şöyle ki:
Der: Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi
ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshir eden, gece
ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. Öyleyse, bir elmayı
bir adama hakikî rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü
bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir. Ve O, ona hakikî
Rezzak olur. Sonra dader. Bu cümlede o
tafsilâtlı fiilleri icmal ve ispat eder. Yani, size hesapsız
rızık veren Odur ki, bu fiilleri yapar.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE-İ BELÂGAT: Kur'ân kâh olur, mahlûkat-ı İlâhiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misal tertibinden cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre elfazdır; şu esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. Meselâ,
Yirmi Beşinci Söz s.190
İşte, Kur'ân, hilkat-i insanın o acip, garip, bedî,
muntazam, mevzun etvârını öyle ayna-misal bir tarzda zikredip
tertip ediyor ki,içinde kendi kendine görünüyor ve
kendini dedirttiriyor. Hattâ, vahyin bir kâtibi, şu âyeti
yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi
söylemiştir. "Acaba bana da mı vahiy gelmiş?"
zannında bulunmuş. Halbuki, evvelki kelâmın kemâl-i nizam ve
şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelâm gelmeden kendini
göstermiştir.
Hem meselâ,
İşte, Kur'ân şu âyette, azamet-i kudret-i İlâhiye ve
saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş,
ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyyâ, gece ve
gündüzü beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi
birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat
sayfalarında yazan ve Arş-ı Rububiyetinde duran bir Kadîr-i
Zülcelâli gösterdiğinden, her ruh işitse,
"Bârekâllah, mâşaallah, fetebârekâllahü
Rabbü'l-Âlemîn" demeye hâhişger olur. Demek,
sâbıkın hülâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.
BEŞİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur'ân, bazan tagayyüre maruz ve muhtelif keyfiyâta medar maddî cüz'iyatı zikreder. Onları hakaik-ı sabite suretine çevirmek için sabit, nuranî, küllî esmâ ile icmal eder, bağlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hâtime verir.
Birinci mânânın misallerinden, meselâ
İşte, şu âyet, evvelâ "Hazret-i Âdem'in hilâfet
meselesinde melâikelere rüçhaniyetine medar, ilmi
olduğu" olan bir hadise-i cüz'iyeyi zikreder. Sonra, o
hadisede, melâikelerin Hazret-i Âdem'e karşı ilim noktasında
hadise-i mağlûbiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hadiseyi, iki
ism-i küllî ile icmal ediyor-yaniYani, "Alîm ve Hakîm Sen olduğun için
Âdem'i talim ettin, bize galip oldu. Hakîm olduğun için bize
istidadımıza göre veriyorsun, onun istidadına göre
rüçhaniyet veriyorsun."
İkinci mânânın misallerinden, meselâ,
ilâ âhir.
İşte şu âyetler, Cenâb-ı Hakkın koyun, keçi, inek,
deve gibi mahlûklarını insanlara hâlis, sâfi, leziz bir süt
çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnuları da insanlara lâtif,
leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi
küçük mucizât-ı kudretini şifalı ve tatlı, güzel bir
şerbetçi yaptığını âyet şöylece gösterdikten sonra,
tefekküre, ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik içinder, hâtime verir.
ALTINCI NÜKTE-İ BELÂGAT: Kâh oluyor ki, âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı rububiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdetle birleştirir, veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir. Meselâ,
İşte, Âyetü'l-Kürsîde on cümle ile on tabaka-i tevhidi
ayrı ayrı renklerde ispat etmekle beraber 8 cümlesiyle, gayet keskin
Yirmi Beşinci Söz s.191
bir şiddetle şirki ve gayrın müdahalesini keser, atar. Hem
şu âyet İsm-i Âzamın mazharı olduğundan, hakaik-ı
İlâhiyeye ait mânâları âzamî derecededir ki, âzamiyet
derecesinde bir tasarruf-u rububiyeti gösteriyor. Hem umum
semâvat ve arza birden müteveccih tedbir-i ulûhiyeti en
âzamî bir derecede, umuma şamil bir hafîziyeti zikrettikten
sonra, bir rabıta-i vahdet ve birlik ciheti, o âzamî
tecelliyatlarının menbalarınıile hülâsa eder.
Hem meselâ,
İşte şu âyetler, evvelâ Cenâb-ı Hakkın insana karşı
şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde halk edip,
semâdan zemine âb-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı
yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği
gibi, zeminin sair aktârında bulunan herbir nevi meyvelerinden
herbir adama istifade imkânı vermek, hem insanlara semere-i
sa'ylerini mübadele edip her nevi medar-ı maişetini temin
etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani, denize,
rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir
kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi
durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine
münasebettar etmekle beraber, ırmakları, büyük nehirleri
insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir, hem
güneşle ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen
Mün'im-i Hakikînin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek
için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek
için iki dümenci hükmünde halk etmiş. Hem gece ve gündüzü
insana musahhar, yani hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü
maişetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmiştir. İşte bu
niam-ı İlâhiyeyi tâdât ettikten sonra, insana verilen
nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o
dairede de ne derece hadsiz nimetler dolu olduğunu, şufezleke ile gösterir. Yani, istidat ve ihtiyac-ı
fıtrî lisanıyla insan ne istemişse, bütün verilmiş.
İnsana olan nimet-i İlâhiye tâdât ile bitmez, tükenmez.
Evet, insanın madem bir sofra-i nimeti semâvat ve arz ise ve o
sofradaki nimetlerden bir kısmı şems, kamer, gece, gündüz
gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler had ve
hesaba gelmez.
YEDİNCİ SIRR-I BELÂGAT: Kâh oluyor ki, âyet, zâhirî sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor-tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü gayet hakîmâne gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet alîm, hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, câmiddir.
Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür. Meselâ,
İşte şu âyet-i kerime, mucizât-ı kudret-i İlâhiyeyi
bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebâta raptedip,
en âhirdelâfzıyla bir gayeyi gösterir ki, o
gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi
gören ve takip eden