![]() ![]() ![]() |
Yirmi Beşinci Söz s.192 |
gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet, tabiriyle, bütün esbabı icad
kabiliyetinden azleder. Mânen der: Size ve hayvânâtınıza
rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve
hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek
kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir.
Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor.
Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat
etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine
açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize
veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp
merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok
uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i
Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki,
nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu
beyanattan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerîm gibi çok esmânın
matlaları görünüyor.
Hem meselâ,
İşte, şu âyet, mucizât-ı rububiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acip perdesi olan bulutların teşkilâtında, yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi beyan ederken, güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferat misilli, bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehab parçalarından, âbı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kast görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, sâfi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip gibi, dağvâri parçalar kendi kendine toplanmıyor. Belki zîhayatı tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte, şu mesafe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Mugîs, Muhyî gibi esmâların matlaları görünüyor.
SEKİZİNCİ
MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur'ân, kâh
oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın âhiretteki harika ef'allerini kalbe
kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike
müheyyâ etmek için bir idadiye suretinde, dünyadaki acaib-i
ef'âlini zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef'âl-i
acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz
olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir. Meselâ, 2tâ sûrenin âhirine kadar... İşte, şu
bahiste, haşir meselesinde, Kur'ân-ı Hakîm, haşri ispat
için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.
Evvelâ neş'e-i ûlâyı nazara verir, der ki: Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş'etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş'e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir.
Hem Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi
3
kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet
eden Zat sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak
üzere yatasınız.
Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib'âd ediyorsunuz.
Hem semâvat ve arzı halk eden, semâvat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?
Yirmi Beşinci Söz s.193
Der: Haşirde sizi ihyâ edecek Zat öyle bir zattır ki,
bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir; emr-i kün
feyekûn'a karşı kemâl-i inkıyadla serfuru eder. Bir
baharı halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün
hayvânâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay
gelir bir Zattır. Öyle bir Zâta karşı 4 deyip kudretine karşı tâcizle meydan okunmaz.
Sonra, 5 tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin
anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap
sayfaları gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil
gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir.
Madem öyledir. Bütün delâilin neticesi olarak 6 yani, kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip
huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.
İşte, şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezâirini dünyevî ef'âl ile de gösterdi.
Hem kâh oluyor ki, ef'âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda
zikreder ki, dünyevî nezâirlerini ihsas etsin, tâ istib'âd
ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ 7 ilh., ve 8
ilh., ve 9
İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.
Meselâ 10 kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin
bütün a'mâli bir sayfa içinde yazılı olarak neşrediliyor.
Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol
bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde
başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf
naziresi pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın, ya
çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var,
esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmişse
ubudiyetleri var. İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i
hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında
yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar.
Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette,
analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi, dal,
budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'mâlini
neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne,
hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, lâtifâne şu işi
yapan Odur ki, der:
Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat
et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte, şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani
"sarmak ve toplamak" mânâsıyla parlak bir temsile
işaret ettiği gibi, nazirini dahi ima eder.
Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin
kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir
memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp
gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini
az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur,
muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât
defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o
memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azil
bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş
yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i
İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî ile geriye alıp,
güneşin başına sarıp, "Haydi, yerde işin
kalmadı," der. "Cehenneme git, sana ibadet edip senin
gibi bir memur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri
yak" der, fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde
okur.
DOKUZUNCU NÜKTE-İ BELÂGAT: Kur'ân-ı Hakîm, kâh olur, cüz'î bazı maksatları zikreder; sonra, o cüz'iyat vasıtasıyla küllî makamda zihinleri sevk etmek için, o cüz'î maksadı bir kaide-i külliye hükmünde olan Esmâ-i Hüsnâ ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip ispat eder. Meselâ,
Yirmi Beşinci Söz s.194
İşte, Kur'ân der: Cenâb-ı Hak Semî-i Mutlaktır; herşeyi işitir. Hattâ, en cüz'î bir macera olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en lâtif cilvesine mazhar ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka şekvâsını, umur-u azîme suretinde, Rahîm ismiyle, ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle, ciddiyetle bakar.
İşte, bu cüz'î maksadı küllîleştirmek için,
mahlûkatın en cüz'î bir hadisesini işiten, gören,
kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir Zat, elbette
herşeyi işitir, herşeyi görür bir zat olmak lâzım gelir.
Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum, küçük
mahlûkların dertlerini görmek, feryatlarını işitmek
gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, Rab
olamaz. Öyleyse, cümlesiyle iki hakikat-i azîmeyi tesbit
eder.
Hem meselâ,
İşte, Kur'ân, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
miracının mebdei olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan
seyeranını zikrettikten sonra, der.
daki
zamir, ya Cenâb-ı Hakkadır veyahut Peygamberedir.
Peygambere göre olsa, şöyle oluyor ki: "Bu seyahat-i cüz'îde bir seyr-i umumî, bir uruc-u küllî var ki, tâ Sidretü'l-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyne kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede gözüne, kulağına tezahür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acaib-i san'at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür" der. O küçük, cüz'î seyahati, küllî ve mahşer-i acaip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.
Eğer zamir Cenâb-ı Hakka râci olsa şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haramdan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usul-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kab-ı Kavseyne kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi. İşte, çendan o zat bir abddir; bir mirac-ı cüz'îde seyahat eder. Fakat bu abdde, bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendi zâtını, "bütün eşyayı işitir ve görür" sıfatıyla tavsif eder-tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul hikmetlerini göstersin.
Hem meselâ,
İşte, şu sûrede, "Semâvat ve arzın Fâtır-ı Zülcelâli, semâvat ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemâlini göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fâtırına hadsiz medh ü senâlar ettiriyor. Ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin bütün nimetlerin ve nimet-dîdelerin lisanlarıyla o Fâtır-ı Rahmân'ına nihayetsiz hamd ve sitayiş ederler" dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtırın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvânat ve tuyur gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette herşeye kadîr olmak lâzım gelir. Bir sineğe bir meyveden bir meyveye, bir serçeye bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zuhale uçacak kanatları O veriyor.
Hem melâikeler, sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır
değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir
vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna
işaret, kelimeleriyle tafsil verir.
İşte, şu hadise-i cüz'iye olan "melâikeleri kanatlarla teçhiz etmek" tabiriyle, gayet küllî ve umumî