![]() ![]() ![]() |
Yirmi Beşinci Söz s.195 |
bir azamet-i kudretin tezgâhına işaret ederek fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.
ONUNCU NÜKTE-İ BELÂGAT: Kâh oluyor, âyet insanın isyankârâne amellerini zikreder, şedit bir tehditle zecreder; sonra, şiddet-i tehdit ye'se ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esmâ ile hâtime verir, tesellî verir. Meselâ,
İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rububiyetine el uzatıp, müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvattan, tâ hurdebinî zîhayatlara kadar herbir mahlûk, küllî olsun, cüz'î olsun, küçük olsun, büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o Esmâ-i Hüsnânın Müsemmâ-i Zülcelâlini tesbih edip şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.
Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimâtıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor; ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve raad ve katrelerin kelimâtıyla Onu tesbih ve takdis ve vahdâniyetine şehadet eder. Öyle de, zemin, hayvânat ve nebâtat ve mevcudat denilen hayattar kelimâtıyla Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz'î bir masnu, küçüklüğü ve cüz'iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esmâ-i külliyeyi göstermekle Müsemmâ-yı Zülcelâli tesbih edip vahdâniyetine şehadet eder.
İşte, bütün kâinat birden, bir lisanla, müttefikan Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih edip vahdâniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti kemâl-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsası ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye'se düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinayete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhâr-ı Zülcelâl nasıl meydan verip kâinatı başlarına harap etmediğinin hikmetini göstermek için
der. O hâtime ile hikmet-i imhâli
gösterip bir rica kapısı açık bırakır.
İşte, şu on işârât-ı i'câziyeden anla ki, âyetlerin
hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reşahât-ı hidayetiyle
beraber çok lemeât-ı i'câziye vardır ki, bülegaların en
büyük dâhileri, şu bedî üslûplara karşı kemâl-i hayret
ve istihsanlarından parmağını ısırmış, dudağını
dişlemiş, "Mâ hâzâ kelâmu beşer" demiş; 2ya hakkalyakîn olarak iman etmişler.
Demek, bazı âyette, bütün mezkûr işaratla beraber,
bahsimize girmeyen çok mezâyâ-yı âhari de tazammun eder ki,
o mezâyânın icmâında öyle bir nakş-ı i'caz görünür ki,
kör dahi görebilir.
Şudur ki: Kur'ân, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyleyse, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.
Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur'ân'ın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belâgati, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emir ve nehiy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddî elektrik gibi tesir eder; kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.
Yirmi Beşinci Söz s.196
Meselâ 3 yani "Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu
yut. Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes." Meselâ yani
"Yâ arz, yâ semâ! İster istemez
geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp,
vücutta meşhergâh-ı san'atıma geliniz' dedi. Onlar da:
"Biz kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her
vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz." İşte, kuvvet ve
iradeyi tazammun eden hakikî ve nâfiz şu emirlerin kuvvet ve
ulviyetine bak. Sonra insanların
gibi suret-i emirde cemâdâta hezeyanvâri
muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi? Evet,
temennîden neş'et eden arzular ve o arzulardan neş'et eden
fuzuliyâne emirler nerede, hakikat-i âmiriyetle muttasıf bir
âmirin iş başında hakikat-i emri nerede? Evet, emr-i nâfiz,
büyük bir âmirin mutî ve büyük bir ordusuna
"Arş!" emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir
neferden işitilse, iki emir sureten bir iken, mânen bir neferle
bir ordu kumandanı kadar farkı var.
Meselâ, 4 Hem meselâ, 5
Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve
ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nev'indeki kelâmına bak.
Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar
mı? Evet, hakikî bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve
hakikî bir san'atkârın işlediği vakit san'atına dair
verdiği beyanatı ve hakikî bir mün'imin ihsan başında iken
beyan ettiği ihsânâtı, yani, kaville fiili birleştirmek,
kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle
dese: "Bakınız, işte bunu yaptım. Böyle yapıyorum.
İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak. Bunun için
işte bunu böyle yapıyorum." Meselâ,
Kur'ân'ın semâsında, şu sûrenin burcunda parlayan
yıldız-misal Cennet meyveleri gibi şu tasvirâtı, şu
ef'alleri içindeki intizam-ı belâgatle çok tabaka delâilini
zikredip, neticesi olan haşri tabiriyle ispat edip, sûrenin başında haşri
inkâr edenleri ilzam etmek nerede; insanların fuzuliyâne,
onlarla teması az olan ef'alden bahisleri nerede? Taklit
suretinde çiçek resimleri, hakikî, hayattar çiçeklere
nisbeti derecesinde olamaz! Şu
dan, tâ
a kadar güzelce meâli söylemek
çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle
ki:
Sûrenin başında, küffar, haşri inkâr ettiklerinden, Kur'ân onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder, der:
"Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki, Biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki, nasıl yıldızlarla, ay ve güneşle tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadravâtı, nebâtâtı halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semâ canibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O suyla bağ ve bostanları, hububatı, yüksek, leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o suyla ölmüş memleketi ihyâ ediyorum, binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtâtı kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız."
İşte, şu âyetin ispat-ı haşirde gösterdiği cezâlet-i beyaniye-ki binden birisine ancak işaret edebildik-nerede, insanların bir dâvâ için serd ettikleri kelimat nerede?
Yirmi Beşinci Söz s.197
Şu risalenin başında, şimdiye kadar tahkik namına bîtarafâne muhakeme suretinde Kur'ân'ın i'câzını muannid bir hasma kabul ettirmek için, Kur'ân'ın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi mumlar sırasına getirip muvazene ediyorduk. Şimdi tahkik, vazifesini ifa edip, parlak bir surette i'câzını ispat etti. Şimdi ise, tahkik namına değil, hakikat namına bir iki sözle, Kur'ân'ın muvazeneye gelmez hakikî makamına işaret edeceğiz.
Evet, sair kelâmların Kur'ân'ın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir. Evet, herbiri birer hakikat-i sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur'ân'ın kelimâtı nerede, beşerin fikri ve duygularının aynacıklarında kelimâtıyla tersim ettikleri mânâlar nerede? Evet, envâr-ı hidayeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur'ân'ın melâike-misal zîhayat kelimâtı nerede; beşerin hevesâtını uyandırmak için sahhar nefesleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede? Evet, ısırıcı haşarat ve böceklerin mübarek melâike ve nuranî ruhanîlere nisbeti ne ise, beşerin kelimâtı Kur'ân'ın kelimâtına nisbeti odur. Şu hakikatleri, Yirmi Beşinci Sözle beraber, geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu dâvâmız mücerret değil; burhanı, geçmiş neticedir. Evet, herbiri cevâhir-i hidayetin birer sadefi ve hakaik-ı imaniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer madeni ve doğrudan doğruya Arşu'r-Rahmân'dan gelen ve kâinatın fevkinde ve haricinde insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tazammun eden ve hitab-ı ezelî olan elfâz-ı Kur'âniye nerede; insanın hevâî, hevaperestâne, vâhi, hevesperverâne elfâzı nerede?
Evet, Kur'ân, bir şecere-i tûbâ hükmüne geçip, şu âlem-i İslâmiyeyi bütün mâneviyâtıyla, şeâir ve kemâlâtıyla, desâtir ve ahkâmıyla yapraklar suretinde neşredip, asfiya ve evliyasını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip, bütün kemâlât ve hakaik-ı kevniye ve İlâhiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip, yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakaikı gösteren Kur'ân nerede; beşerin malûmumuz olan kelâmı nerede? Eyne's-serâ mine's-Süreyyâ?
Bin üç yüz elli senedir, Kur'ân-ı Hakîm, bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde, herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar, onun kıymettar hakaikına, onun güzel üslûplarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâlet tek başıyla bir i'cazdır.
Şimdi biri çıksa, Kur'ân'ın getirdiği hakaikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur'ân'ın bazı âyâtına muâraza için nisbet etse, "Kur'ân'a yakın bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakane bir sözdür ki: Meselâ, taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mizanlı nakışlarla tezyin eden bir ustanın san'atıyla; o nukuş-u âliyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevahir ve ziynetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hanelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları bozup, çocukça hevesine göre, âdi bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir suret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bazı boncukları taksa, sonra "Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyade maharet ve servetim var ve kıymettar ziynetlerim var" dese, divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san'atı gibidir.