Lemeât - s.318

LEMEÂT

Çekirdekler Çiçekleri

Risale-i Nur şakirtlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.

Müellifi

Bediüzzaman Said Nursî

TENBİH

BU Lemeât namındaki eserin, sair divanlar gibi, bir tarzda, bir iki mevzu ile gitmediğinin sebebi, eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için hem nesir tarzında yazılmış, hem de sair divanlar gibi hayalâta, mizansız hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kur'âniye ve imaniye olarak, yanında bulunan biraderzadesi gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imanî ve Kur'ânîdir. Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi, biz de anlamışızdır ki, nazma ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali de yoktur. 1 sırrının bir nümunesini gösteriyor.

Bu eser, birçok meşâgil ve Dârü'l-Hikmetteki vazife içinde, yirmi gün Ramazan'da, günde iki veya iki buçuk saat çalışmak suretiyle, manzum gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum bir sayfa on sayfa kadar müşkül olduğu cihetle, birden, dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tab'edilmiştir. Bizce Risale-i Nur hesabına bir harikadır. Hiçbir nazımlı divan bunun gibi tekellüfsüz, nesren okunabilir görülmüyor. İnşaallah bu eser bir zaman Risale-i Nur Şâkirdlerine bir nevi mesnevî olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmi üç senede tamamlanan Risale-i Nur'un mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye nev'inden müjdeli bir fihrist hükmündedir.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Sungur, Mehmed Feyzi, Hüsrev

İHTAR

kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden, ona kıymet vermezdim. Safiyeyi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatin suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitapta, en âli hakikatlere en müşevveş bir libas giydirdim.

Evvelâ, daha iyisini bilmezdim. Yalnız mânâyı düşünüyordum.

Saniyen, cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuarâya tenkidimi göstermek istedim.

Salisen, Ramazan'da kalble beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûp ihtiyar edildi.

Fakat, ey kàri, ben hata ettim, itiraf ederim; sakın sen hata etme. Yırtık üslûba bakıp, o âli hakikatlere karşı dikkatsizlikle hürmetsizlik etme.

İFADE-İ MERAM

Ey kàri! Peşinen bunu itiraf ederim ki, san'at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekîyim. Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazım, vezin ise, ömrümde bir fıkra yapamamıştım. Birden bire, zihnime, nazma musırrâne bir arzu geldi. Sahabelerin gazevâtına dair Kavl-i Nevâlâ Sîsebân namında bir destan vardı. Onun ilâhi tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus, onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim, nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat'iyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden, zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı, tâ mânâ anlaşılsın. Her kıt'ada ittisal-i mânâ vardır; kafiyede tevakkuf edilmesin. Külâh püskülsüz olur; vezin de kafiyesiz olur; nazım da kaidesiz olur. Zannımca, lâfız ve nazım san'atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı mânâdan çevirmemek için, perişan olması daha iyidir.

Şu eserimde üstadım Kur'ân'dır, kitabım hayattır, muhatabım yine benim. Sen ise, ey kàri, müstemisin. Müstemiin tenkide hakkı yoktur. Beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, mübarek Ramazan'ın feyzi HAŞİYE 1 olduğundan, ümit ederim ki, inşaallah din kardeşimin kalbine tesir eder de, lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fâtiha okur.


Lemeât - s.319

Ed-Dâî

HAŞİYE 2 Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde

Said'den yetmiş dokuz emvat HAŞİYE 3 bâ-âsâm âlâma.

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,

Beraber ağlıyor HAŞİYE 4 hüsrân-ı İslâma.

Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

Revânım saha-i ukbâ-yı ferdâma.

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.

Zira yemin-i yümn-ü imandır,

Verir emn ü eman ile enâma.

Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı

Şu kâinat tamamıyla bir burhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahmân'la, büyük bir sesle zâkirdir ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Bütün zerrât-ı hüceyrâtı, bütün erkân ve âzâsı birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

O dillerde tenevvü var, o seslerde merâtip var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Bu bir insan-ı ekberdir; büyük sesle eder zikri. Bütün eczası, zerrâtı küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşri, şu Kur'ân maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Bu Furkan-ı Celîlüşşan, o tevhide nâtık burhan, bütün âyât sadık lisan, şuââtı barika-i iman, beraber der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan'ın sinesine; derinden tâ derine, sarihan işitirsin, semâvî bir sadâ der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis ve mukni ve burhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Şu burhan-ı münevverde, cihât-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i'câz içinde parlayan nur-u hidayet, der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Evet, altında nesc olmuş mühefhef mantık ve burhan, sağında aklı istintak, mürefref her taraf, ezhan "Sadakte" der ki, Lâ ilâhe illâ Hû.

Yemîn olan şimalinde eder vicdanı istişhad. Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki, Lâ ilâhe illâ Hû.

Emâm olan verâsında ona mesned semâvîdir ki vahy-i mahz-ı Rabbânî. Bu şeş cihet ziyadardır, burûcunda tecellîdar ki, Lâ ilâhe illâ Hû.

Evet, vesvese-i sârık, bâvehim şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki sur sûreler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki, Lâ ilâhe illâ Hû.

O Kur'ân-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sûre-i İhlâs; fakat


Lemeât - s.320

kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan... Bütün envâ-ı şirki reddeder, hem de yedi envâ-ı tevhidi eder ispat; üçü menfi, üçü müsbet, şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey, Lâ hüve illâ Hû.

Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki: Lâ meşhûde illâ Hû.

İkinci cümle: dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki: Lâ mâbûde illâ Hû.

Üçüncü cümle: dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: Lâ hâlıka illâ Hû.

İkinci dürrü: tevhid-i kayyûmiyet. Evet, serâser kâinatta, vücut ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki: Lâ kayyûme illâ Hû.

Dördüncü: dir. Bir tevhid-i celâli müstetirdir. Envâ-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.

Yani tagayyür, ya tenasül, ya tecezzî eden elbet ne hâlıktır, ne kayyumdur, ne ilâh.

Veled, fikr-i tevellüd küfrünü reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah.

Ki İsa (a.s.), ya Üzeyr'in, ya melâik, ya ukulün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh.

Beşincisi: Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa olmaz İlâh.

Yâni, ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah.

Esbabperesti, nücumperestlik, sanem-peresti, tabiatperestlik şirkin birer nev'idir; dalâlette birer çâh.

Altıncı: Bir tevhid-i câmi'dir. Ne zâtında nazîri, ne ef'âlinde şerîki, ne sıfâtında şebîhi lâfzına nazargâh.

Şu altı cümle mânen birbirine netice, hem birbirinin burhanı, müselseldir berâhin, müretteptir netâic şu sûrede karargâh.

Demek şu Sûre-i İhlâsta, kendi miktar-ı kametinde müselsel, hem mürettep otuz sûre münderiç; bu bunlara sehergâh. Lâ ya'lemu'l-gaybe illâllah.

Sebep sırf zâhirîdir

İzzet-i azamet ister ki, esbab-ı tabiî perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakikî ola HAŞİYE 5 kudret eserinde.

Vücut âlem-i cismanîde münhasır değil

Vücudun hasra gelmez muhtelif envâını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.

Kalem-i kudrette ittihad, tevhidi îlân eder

Eser-i itkan-ı san'at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe reddeder esbabının icadını.

Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.

Birşey herşeysiz olmaz

Kâinatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevânibde tecavüb, hem teavün gösterir.

Ki yalnız bir kudret-i âlemşümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.

Her nereden gelirse gelsin, nidâ-i hâcete lebbeyk-zendir; sırr-ı tevhid namına etrafı görüştürür.

Zîhayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.

Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir

Güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin müncezip seyyar olan yemişleri.

Ger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

Küçük şeyler büyük şeylerle merbuttur

Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mutlaka güneşi, hem kehkeşi halk eylemiş.

Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka manzume-i şemsiyeyi nazm eylemiş.