Lemeât - s.330

Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.

Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüt eder. Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü eder.

İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.

İki mizaca göre mesâil-i fer'îde hakikat sabit değil; izafî ve mürekkep. Mükellefîn mizaçlar

Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mizaca. Taassub-u mezhebî tâmime sebep olur.

Tâmimin iltizamı sebep olur nizâa. İslâmiyetten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

Hem tebâüd-ü acîbi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi', müteaddit mezhepler.

Beşerde bir inkılâp İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer' etti ittihad, vâhid oldu peygamber.

Seviye bir olmadı; mezhep taaddüt etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhepler.

İcad ve cem-i ezdadda büyük bir hikmet var; kudret elinde şems ve zerre birdir

Ey birader-i kalb-i hüşyar! Ezdâdın cem'indendir tecellî-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,

Hüsnün içinde kubhu, nef'in içinde dârrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı?

Hakaik-i nisbiye sübut, takarrur etsin. Birşeyde çok şey olsun; bulsun vücut, görünsün. Sür'at-i hareketle bir nokta bir hat olur.

Çevirmenin sür'ati yapar bir lem'a-i nur, daire-i nuranî. Hakaik-i nisbiye vazifesi dünyada daneler sünbül olur.

Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizamı, alâik-i nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.

Hararette merâtip, ona olmuştur sebep tahallül-ü burudet.

Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür; sebep, illet oluyor.

Ziya zulmete borçlu; lezzet eleme medyun; sıhhat marazsız olmaz.

Cennet olmazsa belki Cehennem tâzip etmez. Zemherirsiz olmuyor; ger zemherir olmazsa, o da ihrak edemez.

O Hallâk-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi; haşmeti etti zuhur.

O Kadîr-i Lâyezâl, cem-i ezdad içinde iktidarı gösterdi; azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlâhî lâzime-i zâtî olur.

O Zât-ı Ezelîye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda merâtip olamaz. Herşeye nisbeti bir; hiçbir şey ağır olmuyor.

O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir'at olmuştur.

Denizin geniş yüzü gösterdiği güneşi, çin-i cebînindeki katreler de gösterir; şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında. Kudreti tanzir eder. Şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.

Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.

Semâvat bir denizdir; bir nefes-i Rahmân'la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.

Kudret tecellî etti, o katarâta serpti nuranî lemeâtı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem'a timsaldir.

O feyz-i tecellînin küçük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücellâ canını o lümey'a zücâce dürri-misal parlıyor,

O şebnem-misal yıldız lâtif gözü içinde, bir yer yapar lem'aya, lem'a olur bir siraç, gözü olur zücâce, misbâhı nurlanıyor.

Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun

Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi.

Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti.

Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin,

İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyleyse, hem de böyle görürsün.


Lemeât - s.331

Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kisb-i teşahhus, şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen.

Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.

İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mücmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadir. Esmâü'l-Hüsnâda muzmer iksir-i İsm-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen,

İphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen,

Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin.

Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.

Allah'ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazap edilmez.

Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemîme.

İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır

Ey müsrifli kardeşim! Tagaddî noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.

Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zâika; bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.

Onun tesiri menfi, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.

Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

İsrafın en sefîhi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe.

Zâika telgrafçıdır; telziz ilebaştan çıkarma

HAŞİYE 1 Rububiyet-i İlâh, hikmet ve inâyeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir içinde hudut karakolu. Hem,

Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sagirde damarları telefon, âsapları telgraf hükmüne vaz eylemiş. Şâmme telefonu, hem

Telgrafa zâika inâyet memur etmiş o Rezzâk-ı Hakikî, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife, taam ve levn ve hem

Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o erzak cânibinden birer ilânnâmesi, birer davetnâmesi, bir izinnâmesi, hem

Bir dellâldır ki, muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur.

Mürtezik hayvanlara zevk ve rüyet ve şem, birer âlet vermiş. Hem,

Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş. Havâî gönülleri avutup, lâkaytları teheyyüç ile cezb etmiş. Vaktâ, taam girse, hem

Ağıza, birden bire zâika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktârına. Şamme telefon veriyor, gelen taam nev'i, hem

Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır. Ya cevab-ı red gelir, hem

Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnâyet tarafından madem buna memurdur. Zevkle baştan çıkarma. Hem,

Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir. Bir iştiha-yı kâzip gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile, hem

İlletlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar; doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide şah, hem

Gedâ beraber. Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened. Eleme olur merhem.

Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir

Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât. Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlâhî.

Tetkik dahi tefekkür. Yani, ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "Ne güzeldir" yerine "Ne güzel yapmış Sâni; nasıl yapmış o mâhı!"


Lemeât - s.332

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kast ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maârif-i İlâhî. Eğer mânâ-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigâhı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Biçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

Böyle zamanda tereffühte izn-i şer'î bizi muhtar bırakmaz

Lezâiz çağırdıkça "Sanki yedim" demeli. "Sanki yedim" düstur eden, bir mescidi yemedi. HAŞİYE 2

Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena'uma ihtiyar bir derece var idi.

Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar izn-i şer'î kalmadı.

Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maişeti basittir. Tagaddî besâtetiyle onlara tâbi olmak,

Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefiye tagaddîde tereffüh noktasında benzemek.

Zaman olur ki, adem-i nimet, nimettir

Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir.

Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur.

Her musibette bir cihet-i nimet var

Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. Dikkat et de onu gör. Nasıl herşeyde vardır,

Bir derece-i hararet. Her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin,

Dereceyi görerek Allah'a çok şükür et. Yoksa istizamla ürkersen, "of, of"la üflersen, o da aksine şişer.

Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misali, döner hakikat olur.

Hakikatten ders alır, sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor.

Büyük görünme, küçülürsün

Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için

Elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.

Ger pencere kamet-i himmetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek.

Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük.

Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir

Bir haslet; yer ayrı sima bir. Kâh dev, kâh melek, kâh salih, kâh talih. Misali şunlardır:

Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.

Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyâdır.

Bir ülül'emr, makamında olursa ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir. Hanesinde bulunsa, mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.

Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta, müsamaha hamiyet, fedakârlık bir haslet, bir amel-i salihtir.

Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta, müsamaha hıyânet, fedakârlık bir sıfat, bir amel-i talihtir.

Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer'îdir.

Semere-i sa'yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa'ye kuvvettir.

Mevcut mala iktifâ, mergub kanaat değil, belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.

Kur'ân mutlak zikreder sâlihât ve takvâyı. İphamında remz eder makamatın tesiri. Îcâzı bir tafsildir; sükûtu geniş sözdür.

"Elhakku ya'lû" bizzat, hem âkıbet muraddır

Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: "Madem el-hakku ya'lû haktır. Neden kâfir Müslime, kuvvet hakka galiptir?"

Dedim: Dört noktaya bak; bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.