![]() ![]() ![]() |
Lemeât - s.333 |
Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir. Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlûptur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir.
Lâkin âkıbetü'l-âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:
Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir.
Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş'et etmek yine lâzım değildir.
Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş'et etmek, öyle de, her dem sabit değildir.
Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galiptir.
Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.
Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemalden iki şer'î tecellî, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir.
O da şer-i tekvînî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-i meşhure. Teşriî evâmire karşı itaat, isyan
Nasıl olur; öyle de, tekvînî evâmire itaat ve isyan olur. Birincisi galiben dâr-ı uhrâda görür
Mücâzâtı, sevabı. İkincisi ağleben dâr-ı dünyada çeker mükâfat ve ikabı. Meselâ, nasıl sabrın mükâfâtı zaferdir, atâletin mücâzâtı sefalet. Öyle de, sa'yin sevabı olur servet.
Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.
Bazan iki şeriat evâmiri, birşeyde beraber müçtemidir; herbirine bir cihet. Demek tevkînî emre itaat ki bir haktır.
İtaat galip olur o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâ ki galip olsa
Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlûptur. Fakat bizzat değildir.
Demek "El-hakku ya'lû" bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır; kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:
Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
Mühezzep ve müzehhep yapmak için muvakkat, bâtıl ona musallat. Tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır,
Tâ mahz ve hâlis çıksın mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. "Âkıbetü'l-müttakîn" ona vurur bir darbe. İşte, bâtıl mağlûptur. "El-hakku ya'lû" sırrı onu çarpar ikaba. İşte hak da galiptir.
İçtimaî heyette düsturları istersen: müsâvatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.
Tenasüpse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalbdir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa, ilme hocadır.
İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet.
Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise, madeni, yeisle sûizandır.
Dalâlet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.
Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları
Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri.
Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı
Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları.
Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.
Lemeât - s.334
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şusuretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. HAŞİYE 2
Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları.
O Kadîr-i Zülcelâl, tasarruf-u kudreti, tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal.
Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al,
Git de, tâ şemsüşşümus ve kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy.
Yükü bir kar tanesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelâl
Tecellî-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevâmis, vesâil-i pürseyyal
Gibi örfî emirler, tecellî-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması; odur yalnız meâl.
Başka meâli olmaz. Beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki, esbab-ı hakikî, vesâit-i zîmisal,
Muinler, hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında. Hayat vücuda kemal,
Makamı büyük, mühimdir. Buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın, hayvan-misal?
O Sultan-ı Ezelînin bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pürcemal
Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamat, bunlardaki harekât, tesbihattır o akval,
İbadettir o ahval, Kadîm-i Lemyezele, Hakîm-i Lâyezâle. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal,
Mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal.
Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.
Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle.
Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez. Zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal,
Bir saatten ki, timsali Ayasofi kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden, o mahlûk-u bîfasal.
Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur'ân ki, sıgar-ı sahife nisbeti bir kibr-i san'at-meâl,
Sahife-i semâda yıldızlarla yazılan bir Kur'ân-ı Kerîme, cezaletle müsâvi. Nakkaş-ı Ezelînin san'atı her tarafta pürcemal ve pürkemal.
Her tarafta böyledir. Derece-i kemalde kalemdeki ittihad, tevhidi ilân eder bu kelâm-ı pür-meâl; iyi bir dikkate al.
Şeriat-i İlâhî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş iki insan muhatap, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer'-i tekvînî,
İnsan-ı ekber olan âlemin ahvâlini, hem de harekâtını-ki ihtiyarî değil-tanzim eden şer'dir. O meşiet-i Rabbânî,
Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanın ef'âlini
Ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer'dir. İki şer' bir yerde bazan eder içtima. Melâike-i İlâhî, bir ümmet-i azîme, bir cünd-ü Sübhânî,
Birinci şer'e olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil.
Hem onlardan bir kısmı ibâd-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, Arşın mukarrebîni.
Hayat asıl, esastır; madde ona tâbidir, hem de onunla kaimdir. Bir hurdebinî huveyn havass-ı hamsesiyle insanın havassını muvazene edersen görürsün: İnsan ondan ne derece büyükse havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini,
Lemeât - s.335
Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havassı hayretfezâ, hayatı şulefeşan, rüyeti de berk-âsâ bir nur-u âsümânî.
İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyrâtından mürekkep ve zîhayat bir hücre-i insanî.
Maddiyyunluk bir tâun-u mânevî; beşere de tutturdu şu müthiş bir sıtmayı.HAŞİYE 3 Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlâhî. Telkin, hem de taklit,
Tenkide kabiliyet tevessüü nisbeten, o tâun da ediyor tevessü ve intişar. Telkini fenden almış, medeniyetten taklit.
Hürriyet tenkit vermiş; gururundan dalâlet çıkmış.
En bedbaht, sıkıntılı, muztarip işsiz olan adamdır. Zira ki atâlet, vücut içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa'y ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakzasıdır elbet.
Ribâ atâlet verir, şevk-i sa'yi söndürür. Ribânın kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her
Dem nef'i ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef'i en fena kısmınadır; onlar da zalimler.
Her dem zalimlerdeki nef'i en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâma bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her
Dem refahı nazar-ı şer'îde yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir, demi hederdir. Her de...m.
Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi. Dedi: Ulemâ azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman.
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an
Olan İslâmî şeâir, dinî minarat, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an.
Herbir mâbed bir muallim olmuş, tab'ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı daim enzâra ders veriyor. Mürur-u a'sâr ile sebeb-i istimrar-ı zaman.
Güya tecessüm etmiş envâr-ı İslâmiyet şeâiri içinde. Güya tasallüb etmiş zülâl-i İslâmiyet maâbidi içinde. Birer sütun-u iman.
Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet maâlimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet avâlimi içinde. Birer sütun-u elmas; onunla mürtebittir zemin ile âsüman.
Lâsiyemmâ, bu Kur'ân-ı Hatib-i Mu'cizbeyan, daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî. Aktâr-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiçbir mekân,
Nutkunu dinlemesin, tâlimi işitmesin. 1 sırrı ile hâfızlıktır pek de büyük
bir rütbe. Tilâvet ise, ibadet-i ins ü cânn.
Onun içinde tâlim, hem müsellemâtı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyat kalb olur müsellemâta, hem döner bedihiyâta. İstemez daha beyan.
Zaruriyât-ı dinî, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kâfidir, ihtar ise vâfidir. Şâfidir her dem Kur'ân,
İhtara, hem tezkire. Şu intibah-ı İslâm, hem içtimaî yakza herbirine veriyor, umuma ait olan delâil ve hem mizan.
Madem içtimaî hayat İslâmda başlamıştır. Herbirinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan.