![]() ![]() ![]() |
Birinci Şua - s.840 |
sekiz-dokuz âyetlerde "sırat-ı müstakîm" kelimeleri bu mezkûr iki âyet
gibi Risaletü'n-Nur'u sırat-ı müstakîmin efradına hususî idhal edip remzen ona
baktırır ve istikametine işaret eder. Eğer daki tenvin sayılmazsa,
daki
şeddeli nun, bir nun sayılır, yine tevafuk eder.
Hem nasıl ki bu âyet Risalei'n-Nur'a ismiyle bakıyor; öyle de, onun istihzarat
zamanına da bakar. Çünkü in makam-ı cifrîsi 1316 ederek, Risaletü'n-Nur
Müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu ve umum malûmatını
Kur'ân'ın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan 1316 adedine tam
tamına tevafuku elbette evvelki işârâtı teyid ve onunla teeyyüd ederek
Risaletü'n-Nur'u daire-i harîmine remzen, belki işareten dahil ediyor.
Câ-yı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki, Risaletü'n-Nur Müellifi 1316 sıralarında mühim bir inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:
O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa'nın Kur'ân'a karşı müthiş bir suikastları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz'in bir Müstemlekât Nâzırı demiş:
"Bu Kur'ân, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun
sukutuna çalışmalıyız" dediğini işitti, gayrete geldi. Birden, makam-ı
cifrîsi 1316 olan 1
fermanını mânen dinleyerek bir inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün
bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur'ân'ın fehmine ve hakikatlerinin ıspatına
basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur'ân
bildi. Ve Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat
maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı ârızalar yüzünden bilfiil o
vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra harb-i umumînin tarraka ve gürültüsüyle
uyandı. O sabit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmaya başladı.
İşte hem ona, hem Risaletü'n-Nur'a çok alâkası bulunan bu 1316 tarihine çok
âyetler müttefikan bakarlar. Meselâ, nasılki, âyeti tam tamına tevafukla
işaret eder. Aynen öyle de, bir âyet-i meşhure olan
2
makam-ı cifrîsi şeddeli nun, bir nun sayılsa ve tenvin sayılmazsa 1316
ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder.
Hem nasılki yedi-sekiz sûrelerde gelen âyetler ve o âyetlerde gelen "sırat-ı
müstakîm" cümleleri, Risaletü'n-Nur ismine tevafukla beraber, bu mezkûr
iki âyet gibi bir kısmı Risaletü'n-Nur telifinin tarihini de gösterir. Aynen öyle
de, yedi adet sûrelerin başlarında yedi defa 3 cümle-i kudsiyesi, makam-ı
cifrîsi olan 1316 veya 7 ederek aynen tam tamına o 1316 tarihine tevafukla işaret
ettiği gibi, 4
âyeti dahi aynen 1316 ederek o 1316 tarihine tevafukla işaret eder. Güya nasılki
Asr-ı Saadette Kur'ân'daki iman hakikatlerine alâmetler, deliller ve o Kitab-ı
Mübînin dâvâlarına burhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek mânâsında
tekrarla
5
6
fermanlarıyla Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyân ilânat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli
asırda dahi bir mânâ-yı işârîsiyle o âyât-ı Furkaniyenin burhanları ve
hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlerinin hüccetleri ve hak kelâmullah olduğuna
delilleri olan Resaili'n-Nur'a mânâ-yı işârîsiyle alâmet ve burhan ve emare ve
delil mânâsıyla âyâtın âyetleri diye tekrarla
ferman ederek nazar-ı dikkati
Kur'ân hesabına bu asra ve bu asırdaki Resâili'n-Nur'a çeviriyor, itikad ediyorum.
Evet, herbir cihetle ayn-ı şuur olan âyât-ı Kur'âniyenin böyle yirmi vecihle ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatime iştirak etmeyen, bu ittifaka ne diyecek? Ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar? Resâili'n-Nur bu asra gelen işârât-ı Kur'âniyeye hususî bir medâr-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa, Kur'ân'ın kırk vecihle mucizesini ispat eden Mucizat-ı Kur'âniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Sözün İkinci Makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın. Şüphesi izale olmazsa, gelsin, parmağını gözüme soksun!
Birinci Şua - s.841
YİRMİ İKİNCİ ÂYET VE ÂYETLER
Hem Yûnus, hem Yusuf, hem Ra'd, hem Hicr, hem Şuarâ, hem Kasas, hem Lokman
sûrelerinin başlarında bulunan 7
ilân-ı kudsîsidir. Yirmi birinci âyetin hâtimesinde bunun münasebet-i mâneviyesi
bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise, bu âyette üç
1200 ve iki
, iki
, 100 eder;
yekûnu 1300. Bir
, bir
, dört veya beş
, mecmuu 1316 veya 17 ederek
Resâili'n-Nur Müellifi bir inkılâb-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı, Kur'ân'ın
hakaikine çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku
münasebet-i mâneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:
O tevafuk remzeder ki, "Bu asırda Resâili'n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve
otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübîndeki
âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikinin alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun
burhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-ı imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve
kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zâhir
olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir" diye remzen
Resâili'n-Nuru, bir işârî mânâsının küllî dairesine hususî ve medâr-ı nazar
bir ferdi olarak dahil ediyor.
Elhasıl: Nasılki bu âyette bulunan işârî mânâ yedi sûrede yedi işaret
hükmünde olup delâlet, belki sarahat derecesine çıkıyor. Aynen öyle de, deki
remiz dahi, yedi-sekiz sûrelerde bulunmakla yedi-sekiz remiz hükmünde olarak o remzi
işaret, belki delâlet, belki sarahat derecesine çıkarıyor.
İHTAR: Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işarat kaydedildi. Tekellüfe girmemek için işaretli otuz üç âyetin çok işârâtı kaydedilmedi.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ ÂYET
8
Şu âyet her asra baktığı gibi, bu asra da bakıyor ve bu asırda kâbuslu bir rüya
gibi musibetlere düşen ve Rabb-i Rahîminden onu hayra tebdil etmesini rica edenler
içinde Resâili'n-Nur şakirtlerine hususî remzettiğine bir emaresi şudur ki:
Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan 1345'te ehemmiyetli risaleler telif ile beraber, fevkalâde hadiseler vukua gelmeye hazırlandılar. Ve o Resâili'n-Nur'un merkez-i intişarı olan Barla karyesinde ziyade sıkıntı müellifine verildi. Ve hususan küçük mescidine ilişildiği zaman, Resâili'n-Nur şakirtleri kuvvetli bir rica ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip, "Yâ Rab, bu müthiş rüyayı hayra tebdil eyle" deyip yalvardılar. Herkesin meyusiyetlerine mukabil pek kuvvetli bir ümit ve rica ile Müslümanların kuvve-i mâneviyelerini takviye ettiler. Bu âyetin birden külfetsiz hatıra geleni bu kadardır. Yoksa esrarı çoktur. Tekellüf olmasın diye kısa kestim.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ ÂYET VE ÂYETLER
Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkâf'ın başlarında bulunan
9
âyât-ı azîmeleridir. Şu âyetler dahi yirmi ikincideki âyetler gibi
Risaletü'n-Nur'un ismine ve zâtına, hem telif ve intişarına bir mânâ-yı remziyle
bakıyorlar.
İzahtan evvel mühim bir ihtar
Lüzumlu dört-beş nokta beyan edilecek.
Birinci nokta: Hadiste vârit olduğu gibi, "Herbir âyetin mânâ
mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört
tabakadan herbirisinin [hadisçe tâbir edilen] fürûatı,
işârâtı, dal ve budakları vardır" meâlindeki hadisin hükmüyle, Kur'ân
hakkında nazil olan bu âyet-i kudsiye fer'î bir tabakadan ve bir mânâ-yı
işârîsiyle de Kur'ân ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir
nakîse değil, belki o lisanü'l-gaybdaki i'câz-ı mânevîsinin muktezasıdır.
İkinci nokta: Bir tabakanın mânâ-yı işârîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risaletü'n-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet, ben Risaletü'n-Nur'un has şakirtlerini işhad ederek derim:
Risaletü'n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur'ân'dan başka me'hazı yok, Kur'ân'dan başka üstadı yok, Kur'ân'dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'ân'ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur'âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.
Üçüncü nokta: Resâili'n-Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîmin mazharı olduğundan, bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmi beşinci dahi
Birinci Şua - s.842
Rahmân ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i mâneviyeyi cidden
kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeye binaen deriz ki:
cümlesinin sarîh bir mânâsı; Asr-ı Saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübînin
nüzulü olduğu gibi, mânâ-yı işârîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübînin
mertebe-i arşiyesinden ve mucize-i mâneviyesinden feyiz ve ilham tarîkiyle onun gizli
hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek, şu asırda bir
şakirdini ve bir lem'asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifat
ile alıyor.
Dördüncü nokta: İşte bu risalede mezkûr otuz üç âyet-i meşhurenin bil'ittifak, tekellüfsüz, mânâca ve cifirce Resâili'n-Nur'un başına parmak basmaları ve başta Âyetü'n-Nur on parmakla ona işaret etmesi, eskiden beri ulema ortasında ve edipler mâbeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medâr-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri mâruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun'î ve kastî yapılsa, yalnız bir letafet, bir zarâfet, bir cezâlet olur.
Evet, edipler hususî ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla kelâmlarını güzelleştirdikleri, hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî ile işaret ise, her cihetle ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayan Kur'ân'ın bu kadar âyât-ı meşhuresi icmâ ile ve ittifakla Risalei'n-Nur'a işaret ve tevafukları, sarahat derecesinde onun makbuliyetine bir şehadettir. Ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirtlerine bir beşarettir.
Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u
Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki gibi mukattaat-ı hurufiyeyi
işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler:
"Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır."
Onlara mukabil dedi: "Az değil." Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var." Onlar sustular...10
İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.
Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun'î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun'î ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ, nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hattâ hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâlin vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdâniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mucize-i kübrâsı ve lisanü'l-gayb olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i'câzının muktezasıdır.
İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.
Sûre-i Zümer, Câsiye, Ahkaf'ın başlarındaki olan âyetler, sabık ihtarın
ikinci noktasında münasebet-i mâneviyesi beyan edildiğinden burada yalnız cifrî
remzini beyan edeceğiz. Şöyle ki: İki
800, iki
100, iki
80, iki
40, üç
21, üç
30, bir
, bir
10, Lâfzullah
67, bir
70,
dört
,
dört
124 olup yekûnu 1342 ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celb etmekle beraber,
Kur'ân'ın tenziliyle çok alâkadar bir nura parmak basıyor.