![]() ![]() ![]() |
Birinci Şua - s.846 |
hem bu asra îmaları içindir ki, Hazret-i Ali (r.a.) Ercûze'sinde ve Gavs-ı Âzam (r.a.) Kasîde'sinde Resâili'n-Nur'a kerametkârâne işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler.
Üçüncüsü: kelimesindeki
ın adedi 1372 ederek bu asrın
zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir nur
daima tenvire çalışacağını îma ile Risale-i Nur'un tenvirine remzen bakar.
Dördüncüsü: cümlesi diyor ki: "1345'te Kur'ân'dan gelen bir nur
ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak." Bu meâl ise, 1345'te
fevkalâde tenvire başlayan Resâili'n-Nur'a tam tamına cifirce, hem mealce muvafık ve
mutabık olmakla, Risale-i Nur'un makbuliyetine îma, belki remzediyor.
Beşincisi: deki
kelimesi Kur'ân'a has baktığı
için hariç kalmak üzere,
cümlesinin makamı Risaletü'n-Nur'un birinci ismine tam
tamına tevafuk etmesi, Risaletü'n-Nur'un, Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri ve
mânâsı olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen ifade eder. Çünkü
382,
423,
144,
yekûnu 949; eğer tenvin nun sayılsa 999 ederek Risaletü'n-Nur'un (eğer
şeddeli
, bir
sayılsa) adedi olan 948 (eğer şeddeli
, iki
olsa) 998 sırlı, yani vahiy
olmadığını ifade için birtek farkla tevafuk edip ona îma eder.
Elhâsıl: Bu birtek âyette mezkûr beş cümlenin münasebet-i mâneviyeyi gözeterek beş adet îmaları bir kuvvetli işaret, belki bir delâlet hükmüne geçebilir kanaati bana bunu yazdırdı. Hatâ etmişsem, Kitab-ı Mübîni şefaatçi edip Erhamürrahimînden kusurumun affını niyaz ederim.
Küçük bir sehivden kuvvetli bir işaret-i gaybiye gördüm. Ondan bildim ki, o sehiv bunun içinmiş. Şöyle ki:
Birinci Şuâ olan İşârât-ı Kur'âniyenin, yirmi dokuzuncu âyet Sûre-i İbrahim'in başında,
içinde cümlesine makam-ı cifrîsi sehven "1334 ederek Risale-i Nur'un
fâtihası olan İşârâtü'l-İ'câz tefsirinin zuhuru ve tab'ı tarihine
tevafukla bakar" denilmiş. Halbuki, melfuz harflerinin makamı 1339 olup o tefsirin
fevkalâde iştiharı ve Dârü'l-Hikmet tarafından ekser müftülere gönderilen
nüshalar, müteaddit ve maddî ve mânevî inkılâpların sarsıntılarından vikaye
noktasında-çok emâreler ve müftülerin itirafıyla-birer kale ve ekser müftülerin
ellerinde birer elmas kılıç hükmüne geçmeleri tarihine tevafukla takdirkârâne
bakar. Okunmayan iki elif sayılsa, 1341 edip Risale-i Nur'un mebde-i zuhuruna tam
tamına tevafukla bakar.
Bu küçük sehiv şöyle bir mânâyı birden kuvvetli ihtar etti ki: O Sûre-i İbrahim'in (a.s.) başındaki âyetin Risale-i Nur'a remzen bakan yalnız onun dört cümlesi değil, belki o birinci sayfa âhirine kadar münasebât-ı mâneviye cihetinde bir mânâ-yı remziyle, efrad-ı kesiresi içinde Risale-i Nur'a gizli bir hususiyetle îma eder, remzen bakar. Ben şimdilik o hakikat-i remziyeyi beyan edemem. Yalnız kısa bir işaret edilecek.
Evet, Risale-i Nur'un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim'in (a.s.) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu sûrede daha ziyade Risale-i Nur'u kucağına alıyor. Baştaki âyet, dört cümle ile en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nura çıkaran ve Kur'ân'dan çıkan bir nura parmak bastığı gibi, en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nur'un cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.
Birinci Şua - s.847
ÜÇÜNCÜ ÂYET:
Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebât-ı mâneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur'un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler."
Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
Ve ikinci cümlesi olan ile der ki: "O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i
hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz
ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâvetkârâne,
menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak
istiyorlar."
Ve üçüncü cümlesi olan ile der ki: "Onların
dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve
dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare
eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını
süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden-hâşâ
hâşâ!-eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar." İşte bu âyet, üç
cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile,
mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u
cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.
Evet, evvelki cümle olan nin makamı 1327; eğer şeddeli
ve
ikişer sayılsa Arabî tarihiyle 1359
edip o tuğyanlı taifenin savletli zamanını göstererek tam tevafukla bakar.
nin
makamı; tenvin, nun olmak cihetiyle 1209 ederek şeriat-ı İslâmiyeye suikast
olarak ecnebî kanunlarını adliyeye sokmak fikri ve teşebbüsü tarihine tam tamına
tevafukla bakar. Ve bu emareler gibi çok îmalarla baştaki âyetin kuvvetli işaret
ettiği Risale-i Nur'un muarızlarına zâhir bir surette baktığı gibi, mefhum-u
muhalifi delâletiyle dahi Risale-i Nur'a tam bakar. Hattâ dördüncü âyette Risale-i
Nur'un Türkçe olmasını tahsin eder ve beşincide Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve
mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı şarkiyede Risale-i Nur imdatlarına ve
her taifeden ziyade başlarına gelen hadiseler ve âyette 5
tâbir edilen elîm
vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad etmelerine bir mânâ-yı işârî ve
remzî ile emrediyor. Bu âhirki ehemmiyetli işareti beyan etmeme şimdilik izin
olmadığından, yalnız herbirinin birtek remzi gayet kısa beyan edilecek. Şöyle ki:
DÖRDÜNCÜ ÂYETİN:
cümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, risalet ve
nübüvvetin her asırda veraset noktasında naipleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir
mânâ-yı remzî cihetinde, vazife-i ırsiyeti yapan Risale-i Nur'u efradı içine
hususî bir iltifatla dahil edip lisan-ı Kur'ân olan Arabî olmayarak Türkçe
olmasını takdir ediyor. Evet, bunun makamı deki tenvin
sayılmak ve
şeddeli
iki sayılsa ve şeddeli
bir sayılsa 1358, her ikisi bir
sayılsa 1328; şeddeliler iki
sayılsa, tenvin sayılmazsa, 1318, hem tenvin, hem şeddeliler sayılsa 1368 ederek
Risale-i Nur'un beş devresine ve beş vaziyetine remzen ve îmaen bakar.
BEŞİNCİ ÂYETTE:
cümlesinde makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde 1351 ederek Risale-i
Nur'un şimdilik beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i
Kur'âniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye
karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebât-ı mefhumiye remzi ile Risale-i Nur'a
îmaen bakar. Daha yazılacak çok gaybî işaretler var; fakat izin verilmedi, şimdilik
kaldı.
İkinci Şua - s.848
Otuz Birinci Lem'a'nın İkinci Şuâı
On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesi'nde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte, şu Şuâ, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken, iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.
Said Nursî
Allahu Ehad ism-i âzamına dair yedinci nükte-i âzam ve altı İsm-i Âzamın altı nüktesinin yedincisi.
İhtar
Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşaallah. Maatteessüf, ben burada kimseyle görüşemediğimden, kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen, başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve'yi ve âhirdeki Hâtime'yi ve Hâtime'den iki sayfa evvelki Mesele'yi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teennî ile mütalâa eyle.
Altı İsm-i Âzamın altı nüktelerinin Allahu Ehad'e dair Yedinci nükte-i âzamıdır.
10
âyetinin bir muhteşem nüktesiyle, meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve
ilhamıyla hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede lâtif üç
meyve-i tevhid ve üç muktazîsi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.
İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve
tekrarla her zaman ferman ettiği şu 11
kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en
müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve
iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef'âlinde serbest
bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir
şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüz'î olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o
şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.
Evet, bu çok mânidar kasem-i Muhammedînin (a.s.m.) ifade ettiği, gayet muazzam ve muhît bir tevhid-i rububiyettir. Ve bu tevhidin ispatına dair yüz, belki bin bâhir burhanlar, sirâcü'n-nur olan Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, bu hakikat-i âliyenin tafsilât ve ispatını ona havale ederek, bu İkinci Şuâ'da, muhtasar üç makam içinde, bu çok ehemmiyetli hakikat-i imaniyenin Birinci Makamı'nda, gayet lâtif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevk eden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makam'da ise, bu kudsî hakikatin üç küllî muktazîsi ve esbab-ı mucibesi beyan edilir. Ve o üç muktazî, üç bin muktazîlerin kuvvetindedirler. Ve Üçüncü Makam'da, o hakikat-i tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek. Ve o üç alâmet, üç yüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.
BİRİNCİ MAKAMIN BİRİNCİ MEYVESİ
Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.
Evet, hadsiz cemal ve kemâlât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesapsız ihsanat ve bahâ-i Rahmânî ve gayetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, ancak vahdet aynasında ve vahdet vasıtasıyla, şecere-i hilkatin nihâyâtındaki cüz'iyâtın simalarında temerküz eden cilve-i esmâda görünür. Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz'î fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden, bütün yavruların pek çok harikulâde ve pek çok şefkatkârâne olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar