![]() ![]() ![]() |
On Birinci Şua - s.981 |
Aynen öyle de, cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umur-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhâniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvâlara hedef olmaktan kurtarmakla takdis ve tesbihat-ı Rabbâniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberrâ ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünkü, bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahripten ve vazife yapmamaktan-ki birer ademdirler-ve vücudu olmayan ademî fiillerden geliyor. Bu şeytanî ve şerli perdeler o kusurata merci olup itiraz ve şekvâları bi'l-istihkak kendilerine alarak Cenâb-ı Hakkın takdisine vesile oluyorlar.
Zaten şerli ve ademî ve tahripçi işlerde kuvvet ve iktidar lâzım değil. Az bir fiil ve cüz'î bir kuvvet, belki vazifesini yapmamakla bazan büyük ademler ve bozmaklar oluyor; o şerir fâiller muktedir zannedilirler. Halbuki, ademden başka hiç tesirleri ve cüz'i bir kesbden hariç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o şerler ademden geldiklerinden, o şerirler hakiki fâildirler. Bi'l-istihkak, eğer zîşuur ise cezayı çekerler.
Demek seyyiatta o fenalar fâildirler. Fakat haseneler ve hayırlarda ve amel-i salihde vücut olmasından, o iyiler hakiki fâil ve müessir değiller. Belki kabildirler, feyz-i İlâhîyi kabul ederler. Ve mükâfatları dahi sırf bir fazl-ı İlâhîdir diye, Kur'an-ı Hakîm
ferman eder.
Elhâsıl, vücut kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken
ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücut âlemleri
"Elhamdülillâh, elhamdülillâh" ve bütün adem âlemleri
"Sübhânallah, sübhânallah" derken ve ihâtalı bir kanun-u mübareze ile
melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile
mücadele ederken, birden meleklere imanın bir meyvesi tecellî eder, meseleyi halledip
karanlık kâinatı ışıklandırır. 2
âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu
tattırır.
İkinci bir küllî meyvesine, Yirmi Dördüncü ve elif'ler kerametini gösteren Yirmi Dokuzuncu Sözler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini ispat etmişler. Evet, kâinatın her tarafında, cüz'î ve küllî herşeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârâne bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat'îdir. Ve şuursuz cemâdat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rubûbiyetin her tarafta, serâda, Süreyya'da, zeminin temelinde, dışında hakîmâne ve haşmetkârâne icraatını onlar temsil edebilirler.
Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda "Sevr" ve "Hut" namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennetten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride bâki Cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için "sahret" namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinat edilmiş diye Benî İsrail'in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas'tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsî mânâ, mürûr-u zamanla bu teşbih, avâmın nazarında hakikat telâkki edilmekle aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın üstünde duracak cismânî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.
Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin âzâ ve yaprak ve meyveleri miktarınca tesbihatlar yaptığı için, elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için, kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve herbir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş.
Ve hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail Aleyhisselâm ve zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlıka mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkârâne nezaret eden İsrafil Aleyhisselâm ve Azrail Aleyhisselâm ve hayat dairesinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmâniyeye nezaretle beraber
On Birinci Şua - s.982
şuursuz şükürleri şuurla temsil eden Mikâil Aleyhisselâm gibi meleklerin pek acip mahiyette olarak bulunmaları ve vücutları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır. Onların ve herbirinin mahsus taifelerinin vücutları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'îdir ve şüphesizdir. Melâikeye ait başka maddeler bunlara kıyas edilsin.
Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zîhayattan halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mucizat-ı san'atına karşı, onlara dilleriyle "Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhânallah" dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukabil "Elhamdü lillâh, Ve'ş-şükrü lillâh, Allahu ekber" o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelâli ve'l-Cemal, elbette, bilâşek velâ şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san'at ve rahmet-i İlâhiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar.
Evet, zaman-ı Âdem'den beri bütün semavi kitaplar ve dinler meleklerin vücutlarına ve ubudiyetlerine ittifakları ve bütün asırlarda meleklerle konuşmalar ve muhavereler, kesretli tevatürle insanlar içinde vuku bulduğunu nakil ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının vücutları gibi meleklerin vücutlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat'î ispat eder.
İşte, şimdi gel, iman nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat: Nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibadethâneye çeviriyor! Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukabil, hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini, ehl-i imana, derecesine göre dünyada dahi tattırır.
Tetimme: Nasıl ki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı
kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san'at bulunmasıyla Hâlıkın vahdet ve
tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallâkıyet ve kudsiyeti, cüz'î-küllî herbir
masnuun hal diliyle ilân ediliyor. Aynen öyle de, her tarafta melekleri halk edip her
mahlûkun lisan-ı hal ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârâne
dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ı emir hareketleri yoktur.
Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz
şefaatleri dahi olmaz. Tam 3 4
sırrına mazhardırlar.
Gayet ehemmiyetli bir nükte-i i'câziyeye dair, birden ihtiyarsız, mağripten sonra kalbe ihtar edilen ve Sûre-i
ın zâhir bir mu'cize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikate kısa bir işarettir.
İşte, yalnız mânâ-yı işârî cihetinde bu sûre-i azîme-i hârika, "Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz" Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi, mânâ-yı işarîsiyle bu acip asrımıza daha ziyade, belki zâhir bir tarzda bakar, Kur'ân'ın hizmetkârlarını istiâzeye dâvet eder. Bu mu'cize-i gaybiye, beş işaretle kısaca beyan edilecek. Şöyle ki:
Bu sûrenin herbir âyetinin mânâları çoktur. Yalnız mânâ-yı işarî ile, beş
cümlesinde dört defa kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münasebet-i mâneviye ile
beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddî ve mânevî
şerlerine ve inkılâplarına ve mübarezelerine aynı tarihle parmak basmak ve mânen
"Bunlardan çekininiz" emretmek, elbette Kur'ân'ın i'câzına yakışır bir
irşad-ı gaybîdir.
On Birinci Şua - s.983
Meselâ, başta cümlesi, bin üç yüz elli iki veya dört (1352-1354)
tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrî ile tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve
hasetle ve Birinci Harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umumye
işaret eder ve ümmet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mânen der: "Bu harbe girmeyiniz ve
Rabbinize iltica ediniz." Ve bir mâna-yı remziyle, Kur'ân'nın hizmetkârlarından
olan Risale-i Nur şakirtlerine hususi bir iltifatla, onların Eskişehir hapsinden,
dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının
akîm bırakılmasına remzen haber verir, mânen "İstiâze ediniz" emreder
gibi bir remiz verir.
Hem meselâ cümlesi (şedde sayılmaz) bin üç yüz altmış bir (1361)
ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zâlimâne tahribatını Rûmî ve Hicrî
tarihiyle parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur'ân'ın
hizmetine çalışan Nur şakirtlerinin geniş bir imha plânından ve elîm ve dehşetli
bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevafukla, bir mânâ-yı remzî ile
onlara da bakar, "Halkın şerrinden kendinizi koruyunuz" gizli bir îmâ ile
der.
Hem meselâ cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz
(1328), eğer şeddedeki lâm sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358) adediyle bu
umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet
inkılâbının Kur'ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve
Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla maddî ve mânevî
şerlerini, siyasî diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli
üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin
etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda
gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek 6
'in tam mânasına tetâbuk
eder.
Hem meselâ cümlesi (şedde ve tenvin sayılmaz) yine bin üç yüz kırk
yedi (1347) edip, aynı tarihte, ecnebî muahedelerin icbarıyla bu vatanda ehemmiyetli
sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller
vücuda gelmesine ve aynı tarihte, devletlerde İkinci Harb-i Umumîyi ihzar eden
dehşetli hasetler ve rekabetlerin çarpışmaları tarihine bu mânâ-yı işârî ile
tam tamına tevafuku ve mânen tetabuku, elbette bu kudsî sûrenin bir lem'a-i i'câz-ı
gaybîsidir.
Herbir âyetin müteaddit mânâları vardır. Hem herbir mânâ küllîdir; her asırda efradı bulunur. Bahsimizde bu asrımıza bakan yalnız mânâ-yı işârî tabakasıdır. Hem o küllî mânada, asrımız bir ferttir. Fakat hususiyet kesb etmiş ki, ona tarihiyle bakar.
Ben dört senedir, bu harbin ne safahatını ve ne de neticelerini ve ne de sulh olmuş, olmamış bilmediğimden ve sormadığımdan, bu kudsî sûrenin daha ne kadar bu asra ve bu harbe işareti var diye daha onun kapısını çalmadım. Yoksa bu hazinede daha çok esrar var olduğunu Risale-i Nur'un eczalarında, hususan Rumuzât-ı Semaniye risalelerinde beyan ve ispat edildiğinden onlara havale edip kısa kesiyorum.
Hatıra gelebilen bir sualin cevabıdır
Bu lem'a-i i'câziyede, baştaki da, hem
, hem
kelimeleri hesaba girmesi ve âhirde
yalnız
kelimesi girmesi
girmemesi ve
ikisi de hesap edilmemesi gayet
ince ve lâtif bir münasebete ima ve remz içindir. Çünkü, halklarda şerden başka
hayırlar da var. Hem bütün şer herkese gelmez. Buna remzen, bazıyeti ifade eden
ve
girmişler. Hâsid hased ettiği zaman bütün şerdir. Bazıyete lüzum yoktur. Ve
remziyle, kendi menfaatleri için küre-i arza ateş atan üfleyicilerin ve sihirbaz o
diplomatların tahribata ait bütün işleri ayn-i şerdir diye, daha
kelimesine lüzum kalmadı.
Bu sûreye ait bir nükte-i i'câziyenin haşiyesidir
Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük
şerli inkılâplarına ve fırtınalarına mânâ-yı işârî ile bakar. Aynen öyle de,
dört defa tekraren (şedde sayılmaz) kelimesiyle, âlem-i İslâmca en dehşetli
olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbâsî Devletinin inkıraz zamanının asrına
dört defa mânâ-yı işârî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar.
Evet, şeddesiz beş yüz (500) eder;
doksandır (90). İstikbale bakan
çok âyetler,