![]() ![]() ![]() |
On Dördüncü Şua - s.1107 |
ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslâm camilerinde daima bir ölgünlük havası estiğini, Hıristiyanların kiliselerinde ise daima neşe ve canlı hayat bulunduğunu ve Hıristiyanlar çalgı ve saire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neşe içinde geçirdiklerini söylüyorlar, kalblerimizdeki iman ve İslâmiyet bağlarını koparmaya ve onun yerinde inkâr ve küfür yerleştirmeye çalışıyorlardı.
İşte böyle zehirli fikirlerle aşılanmış ve böyle tehlikeli, muzır dinsizlerin dersleriyle mâneviyatı öldürülmek istenmiş ve hattâ o muzır fikirlere kapılarak ve-hâşâ-inanarak etrafına neşretmeye başlamış bir bîçare insanın, birdenbire Risale-i Nur gibi Kur'ân'ın feyzinden fışkıran, iman ve İslâmiyet hakikatlerini gayet parlak burhanlar ve harika delillerle ispat eden ve din-i İslâmın daima insanların saadet ve selâmetine vesile, sönmez ve söndürülmez bir mânevî güneş olduğunu izah eden eşsiz bir nur-u Kur'ân'ın birkaç risalesini okumakla bütün o zehirli fikirlerini atıp imanı elde ederek duyduğu sonsuz sevinç ve bahtiyarlığı, telif ettiği mübarek Nur risaleleriyle ona kazandıran müşfik ve vefakâr ve hakiki kahraman Üstad Bediüzzaman Hazretlerine arz etmesi, eski gaflet ve dalâlet hayatından kurtulup, iman ve nura kavuştuğunu ve hakikî imanı kazandıran Risale-i Nur'un bu asrın bütün insanları için bir şems-i hidâyet ve vesile-i saadet ve onun müellifliğiyle tavzif edilen Üstad-ı Muhteremin bu pek büyük ve yüce imanî hizmetiyle onun bu beşeriyete, hususan ehl-i imana bir lûtf-u İlâhî olduğunu hayranlıkla arz etmesi ve yukarıda da arz edildiği vechile Kur'ân ve İslâmiyet aleyhindeki dehşetli ve kahhar tecavüzleriyle bu kahraman İslâm milletinin evlâtlarını dinsizliğe teşvik edip milyonlarla insanların bağlandığı kudsî ve İlâhî İslâmiyet esaslarını yıkmaya ve o milyonlarla insanların ebedî saadetlerini mahvetmeye çalışanları "gizli Süfyan komitesinin yıkıcılığı ve eziciliği" diye vasıflandırarak onlara ve onların bu alçak ve kahhar ve zâlimâne tahriplerini ve yıkıcılıklarını alkışlayan divanelere binler teessüf ve nefretlerle yazıklar olsun demesi ve imanında şüpheye düşmüş eski ders arkadaşlarına, "Gelin, hepimiz bu hevâî ve nefsî arzulardan vazgeçelim, hakaik-i Kur'âniyenin önünde diz çökelim ve bu asrın rehber-i saadeti olan Nur medresesine koşalım. Aylarca ve yıllarca alkışlayıp durduğumuz o yalancı sefillerden ve onların hakikat diye gösterdikleri yalanlardan vazgeçip, Bediüzzaman Said Nursî'nin derslerine gönül bağlayıp onu üstad edinelim, zulmetten Nura dönelim" diye hitap etmesi, acaba imanından aldığı sevinç ve Kur'ân ve İslâmiyet sevgisinden ve bağlılığından ve milletini pek çok sevip herkesin tahkikî imanı kazanarak sonsuz bir saadete nail olmalarını arzu etmesinden değil midir?
Acaba Allah'a intisap edip İslâmiyetin en âlî bir din ve fazilet ve saadet müjdecisi olduğunu ilân etmek bir cürüm müdür? Kur'ân ve İslâmiyet aleyhinde her taraftan yıkıcı ve kahhar taarruzların başladığı ve Hazret-i Kur'ân'a ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma iftiralarla o zâtın çok âlî ve çok kudsî kıymet ve varlıkları çürütülmek istenildiği, buna mukabil dinsizliği ve ilhadı ve ahlâksızlığı telkin eden kitapların ve Allah'a âsi ve İslâmiyete hücum eden fâni ve kıymetsiz bedbahtların saygılarla anıldığı ve bid'akâr ve gayr-ı meşru hallerinin alkışlandığı bir zamanda, Hazret-i Kur'ân ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın yüceliklerini, hakkaniyet ve kudsiyetlerini, hem Allah'ın varlığını ve bu kâinat bütün mevcudatıyla ve bütün âzâ ve cihazatıyla Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine şehadet ettiğini ve insan akıl ve fikir cihetiyle ve esmâ-i İlâhiyeye en ziyade aynadar bulunmasıyla sair mahlukata bir nevi sultan hükmünde olduğu; insan eğer iman ve ubudiyetle Allah'a intisap etse, dalâlet ve sefahetten ve büyük günahlardan korunsa, mevcudâtın üstünde âlâ-yı illiyyine lâyık ve ebedî Cennet ve saadete mazhar bir muhterem misafir ve eğer şirk ve isyanla veya gaflet ve dalâletle Halıkına küfretse, o zaman hayvandan daha aşağı ve esfel-i sâfilîne düşerek ebedî Cehenneme müstehak ve sonsuz azap ve işkencelere lâyık bir bedbaht olduğunu ve Kur'ân'ın daima değişmez ve onun hüküm ve emirleri tebeddül etmez ve edilemez bir hak kelâmı ve İslâmiyetin daima en yüksek bir medeniyette bulunduğunu ve beşeriyetin hakikî ve daimî saadeti ancak ve ancak evâmir-i Kur'âniyeye ittibâ ve intisapla mümkün olacağını açık ve kat'î olarak izah ve ispat eden Risale-i Nur'un kudsiyetini ve yüceliğini ve o mucize-i Kur'ân'ın bir nur-u İlâhî ve bir ihsan-ı Rabbânî olduğunu iman ve ilân etmek bir cürüm müdür?
Fâni beş on dakikalık gayr-i meşru zevkler için yazılmış roman ve efsaneler ve İslâmiyetin aleyhinde ve okunması memleket ve milletin selâmeti bakımından gayet tehlikeli, muzır kitapların neşredilmesi ve onların medih ve tavsiye edilmesi bir suç sayılmıyor da, yüz milyonlarla insan onda gitmiş ve hakikî olan saadete ulaşmış İslâmiyet güneşinin tarifçisi ve tavsiyecisi ve hakaik-i imaniyenin
On Dördüncü Şua - s.1108
müjdecisi olan Risale-i Nur'u okumak ve yazmak, medh ü senasına kàdir olamadığımız yüksek mezâyasını tavsiye etmemiz bir suç sayılıyor! Acaba kalbinde zerre kadar imanı olan ve memleket ve milletin selâmetini arzu eden bir insan bunu suç sayabilir mi?
Sayın Yargıtay hâkimleri,
Sizin yüksek huzurunuza arz edilen bu dâvâ doğrudan doğruya iman ve Kur'ân dâvâsıdır. Milyonlarla insanların ebedî saadet ve kurtuluşu dâvâsıdır. Bu azîm dâvâ ile başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün enbiya aleyhimüsselâm ve bütün evliya ve hadsiz ehl-i hakikat ve imanla dâr-ı bekaya gitmiş bütün ecdatlarımız mânen alâkadardırlar. O milyonlar ehl-i hakikatin selâm ve sevgilerini, dua ve şefaatlerini kazanmak fırsatı şimdi elinizdedir. Risale-i Nur denilen âlî hakikat önünüzdedir. Onun gayesi dünyevî ve fâni ve süflî makamlar mıdır? Yoksa en büyük saadet ve âlî sevinç ve en yüce bahtiyarlık olan Allah'ın rızasını kazanmak mıdır? Ve onun bütün sözleri, insanları ahlâksızlığa mı teşvik ediyor? Yoksa imanla onları mücehhez kılıp yüksek ahlâk ve fazilete mi kavuşturuyor?
Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın i'câz-ı mânevîsinden fışkıran ve bir nur-u İlâhî olan Risale-i Nur önünüzdedir. Madem imanı kazanmak ve iman ile bu dünyadan dâr-ı saadet-i bâkiye gidebilmek insanların her meselesinden üstün en büyük dâvâsıdır. Ve madem Risale-i Nur Kur'ân'ın feyziyle hakaik-i imaniyeyi ders verip, yüz binlerle onu okuyup yazanların kat'î şehadetiyle ve bir çok âyât-ı Kur'âniye ve ehâdîs-i Muhammediye (a.s.m.) kudsî beyanatı ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Geylâni (r.a.) misilli birçok ehl-i velâyetin takdirkârâne tavsiyeleriyle Risale-i Nur o dâvâyı kat'î kazandırıyor. Elbette ve elbette sizler yüksek adalet ve hakikatperverliğinizle, her türlü fâni endişelerin fevkinde yüksek hakperestliğinizle Risale-i Nur'un o hakkanî ve Kur'ânî çehresini ve hakikî kıymetini takdirle görüp anlayacaksınız. Ve Risale-i Nur'un talebelerinin de Cenâb-ı Hakkın rızasından başka bir maksat peşinden koşmadıklarını göreceksiniz.
Sayın Yargıtay hâkimleri,
En yüksek ahlâk ve faziletiyle ve en yüce şefkat ve merhametiyle insanları koyu fikir karanlığından ve daimî haps-i ebedîden kurtarmaya çalışan ve en şiddetli sıkıntı ve işkencelere göğüs gererek Cenâb-ı Hak tarafından tavzif edildiği hakaik-i Kur'âniyeyi neşretmek kudsî vazifesiyle zamanın en yüce mertebe-i kemâline erişen aziz ve âlî üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bütün bütün hak ve adalete aykırı olarak zindanlara atılıyor. Pek ihtiyar ve hasta ve kimsesiz, en yüksek iman ve ubudiyetle ve harika zekâ ve ilimle mücehhez ve insanların imanını kurtarmaktan başka bir gayesi bulunmayan yetmiş beş yaşındaki bu mübarek ve hakikî insaniyetperver Üstadın Afyon zindanlarında şiddetli soğuk ve dehşetli sıkıntılar içindeki vaziyet-i elîmânesi ciğerleri deliyor ve kalbleri sızlatıyor. Hakikatlere âşık ve meftun olan yüksek adaletinize ve hakikî insaniyetperverliğinize güvenerek adaletin şefkat ve merhametinin tecellîsini bekliyoruz.
Mustafa Sungur
Mehmed Feyzi'nin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
İddianame beni Üstadım Said Nursî'nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risale-i Nur'la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medâr-ı mes'uliyet saymış. Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum. Çünkü fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak var. Bir delili şudur ki: Denizli hadisesinde menzilim taharri edildiği vakit 580 adet mütenevvi kütüb-ü ilmiye ve Arabiye evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı halimle ve gençliğimle ve lisan-ı Arabîde noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi 580 cilt kitabı bana toplattıran, fevkalâde bir talebelik şevki ve harika bir aşk-ı ilmîdir.
İşte bu fıtrî istidatla, daima hakiki bir üstad arıyordum. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi. Evet, Üstadım olan Said Nursî'nin bütün hayatının gayesi, şevk-i ilimde ve ulûm-u İslâmiyeyi bilmek aşkında geçtiğini bütün hayatı şehadet ediyor. Hem ben müşahedatımla, hem Üstadımın matbu tarihçe-i hayatıyla, hem eski talebelerinden aldığım malûmatla kat'î bildim ki, bendeki fıtrî aşk-ı ilmî, Üstadımda harika bir surette bulunuyor ki, bu zamanda bütün medrese âlimlerinin hilâfına olarak, pek harika, tek başıyla medrese talebeliğini muhafaza edip her belâya tahammül etmiş. Hattâ ehl-i siyaset, Üstadımın bu acip hallerini anlamadıkları için hiç alâkası olmayan bir nevi siyasete temas ettirmeye çalışmışlar. Hattâ hapislere sokmuşlar. Fakat sonra Cenâb-ı Hak, o aşk-ı ilmîyi Kur'ân'ın hakaikine bir anahtar yapmış. Bütün ehl-i ilmi ve filozofları hayrette bırakan Risale-i Nur meydana çıkmış. Ben de o sırada
On Dördüncü Şua - s.1109
bütün hayatımda aradığım ve kendi fıtratımda ve fakat pek yüksek bulunan bu Üstadı bir ihsan-ı İlâhî olarak Kastamonu'da yanımda buldum. Âhir ömrüme kadar da buna teşekkür ediyorum.
Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi, talebelerini de men eder. Kimseye başını eğmez. Hattâ harika vaziyetlerinden, harp içinde avcı hattında oturmaya ve sipere girmeye tenezzül etmeyerek izzet-i ilmiyeyi muhafaza ettiği gibi, üç dehşetli kumandana karşı kahramancasına hocalık ve haysiyet-i ilmiyeyi muhafaza için onların hiddetine karşı ehemmiyet vermeyip onları susturdu. Onun için bu Üstadımı, bu millet ve vatanın ve Türk ulemasının pek büyük şerefini muhafaza etmek için herşeyini feda etmiş bir şahıs bildiğimden, ben de kendime hakikî üstad kabul ettim. Böyle vatan ve millete hakiki fedakâr bir Üstadın-farz-ı muhâl olarak-yüz kusuru da olsa nazar-ı müsamaha ile bakıp itiraz etmemek gerektir.
Bu memleketin vatanperverleri Meşrutiyet devrinde, milliyetçiler ve hamiyetperverleri Cumhuriyette, bu Üstadın ilme ettiği fevkalâde hizmeti vatan ve millet namına takdir ettiklerine bir nümunesi şudur ki: Câmiü'l-Ezher sisteminde, Medresetü'z-Zehrâ namında Van vilayetinde temeli atılıp eski Harb-i Umumî münasebetiyle geri kalan Şark darülfünununa İttihad ve Terakkî hükûmeti 19 bin altın lira verdiği gibi, yirmi dört sene evvel Cumhuriyet hükûmeti de Üstadımın Dârülfünununa 163 mebusun tasdikıyle 150 bin lira tahsisat verilmesini kabul etmeleridir. Bu yüksek Üstadın tek başıyla Câmiü'l-Ezher gibi binler hocaların teşebbüsüyle vücuda gelecek bir medrese-i kübrâyı vücuda getirmeye yakın muvaffak olması gösteriyor ki, vatanperlerler ve milliyetperverler dahi, medrese ulemalarıyla beraber bu Üstadımı takdir ve tahsin etmeleri lâzım ve elzemdir. Biz de böyle bir Üstad elimize geçtiği için her zahmet ve meşakkate tahammüle karar vermişiz. Füyuzât-ı ilmiyesiyle ve yüz otuza varan âsâr-ı kudsiyesinin hakaikiyle beni ilim ve iman yolunda terakki ettiren bu mümtaz allâme-i zamana sonsuz bir varlıkla hürmetim vardır. Bu hürmetim ebede kadar inşaallah gidecektir.
İddia makamının beni suçlandırmak istediği ve aylardan beri tetkikat ve taharriyat neticesinde hakikatine vasıl olamadığı, dini ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâl edecek bir gizli cemiyetin, ne vücudu var ve ne de böyle bir cemiyetle alâkamız vardır. Yegâne alâkamız, hükûmet-i cumhuriyenin kanunları muvacehesinde en çetin imtihanlarda, en yüksek ehl-i vukuf heyetler tarafından icap eden hürmeti görmüş ve salâhiyettar mahkemelerde beraat kazanmış Risale-i Nurlardır. Bu ise, vatana ve millete ihanet değil, doğrudan doğruya vatana ve millete nâfi ilim uğrunda bir çalışmaktır. Bunun hâricinde ne bir siyasî maksat ve ne de başka bir garaz yoktur. Binaenaleyh, bu hususta da mâsumiyet ve samimiyetimiz meydanda olmakla, Denizli Mahkemesinde olduğu gibi yüksek mahkeme-i âdilenizden adaletin tecellîsiyle beraatimi talep ediyorum.
Afyon Cezaevinde mevkuf Kastamonulu Mehmed Feyzi Pamukçu
Ahmed Feyzi'nin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Sayın hâkimler,
Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur'ân'ına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek bir mü'minin vazifesi ve hakkı değil midir? Bizi bu hizmet-i diniyeden men eden bir kanun maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî ve gayr-i ahlâkî cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teşkil ediyor? Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek herkesin şahsî bir kanaatidir. Biz Bediüzzaman'ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur'ân'ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes'ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.
Âhirzamanda hadisin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadislerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün 1500 seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve