![]() ![]() ![]() |
On Beşinci Şua - s.1122 |
mânevî rızık isteyen insanın duygularına, akıl, kalb, ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak onlara ihsan ediliyor. Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sümbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüz binler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler miktarınca dillerle ve ayrı ayrı, küllî ve cüz'î lisanlarla bir Rahmân-ı Rezzâkı, bir Rahîm-i Kerîmi bütün bütün kör olmayana gösterir.
Eğer denilse, "Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler, o ihatalı rahmete münâfidir, bulandırıyor."
Elcevap: Risale-i Kader gibi Nurun risalelerinde bu dehşetli suale tam cevap verilmiş. Onlara havale ile, kısacık bir işareti şudur:
Herbir unsurun, herbir nev'in, herbir mevcudun, küllî ve cüz'î müteaddit vazifeleri ve o herbir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakası, maslahat ve güzel ve hayır ve rahmettirler. Ve az bir kısmı, kabiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret edenlere veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara veya çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara rastgelir; zâhirî, cüz'î bir şer, bir çirkinlik olur, bir merhametsizlik görünür. Eğer o cüz'î şer gelmemek için rahmet tarafından o unsur ve küllî mevcut o vazifesinden menedilse, o vakit bütün hayırlı, güzel sair neticeleri vücut bulmaz. Bir hayrın ademi, şer ve bir güzelliğin bozulması, çirkinlik olması itibarıyla, o neticeler adedince şerler, çirkinlikler, merhametsizlikler husul bulur. Demek birtek şer gelmemek için yüzer şerler, merhametsizlikler irtikâp edilir ki, bütün bütün hikmete, maslahata, rububiyetteki rahmete muhalif düşer. Meselâ, kar, soğuk, ateş, yağmur gibi nevilerin yüzer hikmetleri, maslahatları içinde bazı dikkatsiz ve ihtiyatsızlar, su-i ihtiyarlarıyla kendileri hakkında şer yapsa, meselâ elini ateşe soksa, "Ateşin hilkatinde rahmet yoktur" dese, ateşin had ve hesaba gelmeyen hayırlı, maslahatlı, merhametli faydaları onu tekzip edip ağzına vurur.
Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve âkıbeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden Rahmâniyet ve hâkimiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan olamaz. Kendi aynasının rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb, kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa, yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hûrisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nev'ini bir kâinat-ı suğrâ ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede eder. Bütün ruh-u canıyla,
der.
DÖRDÜNCÜ KELİME
1
dir. Hüccetine gayet kısa bir işaret:
Evvelâ: Bu dersin birinci kısmının âhirinde hüccetine ve haşir ve âhirete
şehadet eden bütün deliller, aynen
in
işaret ettiği imanî ve geniş hakikate şehadet ederler.
Saniyen: Onuncu Sözün âhirinde denildiği gibi, bu kâinat Sâniinin sermedî rububiyeti, rahmeti, hikmeti, ezelî, ebedî cemâli, celâli, kemâli ve nihayetsiz sıfatları ve yüzer isimleri âhireti kat'î bir surette istediği gibi; Kur'ân, binler âyât ve burhanlarıyla ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, yüzer mucizat ve hüccetleriyle ve bütün enbiya aleyhimüsselâm ve semâvî kitaplar ve suhuflar, hadsiz delilleriyle şehadet ettikleri dâr-ı âhiretteki hayat-ı bâkiyeye inanmayan bir insan, kendini dünyada dahi küfürden neş'et eden bir mânevî cehenneme atar, daima azap çeker. Rehberde izah edildiği gibi, bütün geçmiş ve gelecek zamanlar ve mahlûklar ve kâinatlar, zeval ve firaklarıyla mütemadiyen onun ruh ve kalbine hadsiz elemleri yağdırıyorlar, Cehenneme gitmeden evvel Cehennem azabını çektiriyorlar.
Salisen: remziyle büyük ve kuvvetli bir hüccet-i haşriyeye işaret eder. Fakat
bu makamda birden bir hal, o hücceti başka zamana tehirine sebep oldu; belki de ona daha
ihtiyaç kalmadı. Çünkü, Nur Risaleleri, geceden sonra gündüzün, kıştan sonra
baharın gelmesi kat'iyetinde yüzer kuvvetli hüccetlerle haşir ve neşrin sabahını,
baharını ispat etmişler.
BEŞİNCİ KELİME
2
dir. Bundaki hüccete işaretten evvel hakikatli bir seyahat-ı hayâliyeyi Yirmi
Dokuzuncu Mektubun izahına binaen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:
Bir zaman, Kur'ân'ın mucizelerini ararken, Risale-i Nur'da, hususan
İşarâtü'l-İ'câz tefsir-i Nurîde ve Rumuz-u Semaniye'de beyanları gibi, Sûre-i
Fethin âhirindeki âyette dört beş mucize ve ihbar-ı gaybîyi, hattâ 3 cümlesinde bir tarihî
mucizeyi, hattâ çok kelimelerinde müteaddit i'caz lem'alarını ve bazı harflerinde
mucizâne
On Beşinci Şua - s.1123
nükteleri bulduğum bir zamanda, namazda Fâtihayı okurken deki
un bir
mucizesini bana bildirmek için bir sual kalbime geldi:
Neden yani, "Ben ibadet ve istiâne ederim" denilmedi, nun-u
mütekellim-i maalgayr ile, yani, "Biz sana ibadet ve istiâne ederiz" demiş?
Birden, o nun kapısıyla bir seyahat-ı hayaliye meydanı açıldı; namazdaki cemaatın azîm sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mucize olduğunu şuhud derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:
Ben, o zaman İstanbul'da Bayezid Camiinde namaz kılarken, 4 dedim. Baktım, o camideki
cemaat, benim gibi diyerek bu dâvâma ve
daki duama tamamen iştirak edip
tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı. Gördüm ki, İstanbul'un bütün
mescidleri büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi
deyip
benim dâvâlarıma ve dualarıma imza basıyorlar, âmin diyorlar. Ve bana bir nevi
şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı.
Gördüm ki, âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâbe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi
*
deyip, herbiri umum namına hem dua, hem dâvâ, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem, "bu kadar azîm bir cemaatin yolu, dâvâsı yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder" diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken, bir perde daha açıldı.
Gördüm ki, kâinat bir cami-i ekber ve bütün mahlûkat tâifeleri bir salât-ı kübrâda, cemaatle, herbiri kendine mahsus bir ibadetle ve hal diliyle bir nevi namaz kılıyorlar gibi, Mâbud-u Zülcelâlin muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için herbiri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken, birden bir perde daha açıldı.
Gördüm ki, nasıl bir insan-ı ekber olan kâinat, lisan-ı hal ve çok eczaları,
istidat ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve zîşuur mevcudatları, lisan-ı kal ile
diyorlar ve Hâlıkının merhametkârâne rububiyetine karşı ubudiyetlerini
gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük kâinat hükmünde o cemaat-ı uzmâda
herbir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım
dahi Hâlıkının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle
diyerek emir ve irade-i İlâhiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının
inayetine ve merhametine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem
namazdaki cemaatin kudsî sırrını, hem nun'un güzel mucizesini hayretle
müşahede edip, nun, kapısıyla girdiğim gibi çıktım, "Elhamdü
lillâh" dedim.
cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük
arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım.
Şimdi mukaddime bitti, sadede geliyoruz.
in işaret ettikleri hüccete gayet kısa bir işarettir:
Evvelâ: Biz gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde, dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallâkıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkârâne, müdebbirâne bir rububiyet-i mutlaka, hadsiz zîhayatların istiânelerine ve fiilen ve halen ve kalen istimdatlarına ve dualarına kemâl-i hikmet ve inayetle imdat ve herbirine fiilen cevap vermek tezahürü içinde bir ulûhiyet-i mutlaka, bir mâbudiyet-i âmmenin tecelliyatı, umum mahlûkatın, hususan zîhayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve iman gözü gördüğü gibi, bütün semâvî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.
Saniyen:
nun'unun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten herbiri ve umumu, beraber,
çeşit çeşit, fıtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meşgul olmaları, şeksiz, bedahetle
bir mâbudiyete karşı şâkirâne bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddesin mevcudiyetine
hadsiz ve şüphesiz bir şehadettir. Ve
nun'unun remziyle, mezkûr
üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan tâ bir cesetteki zerrelerin cemaatinden herbir
taifenin, herbir ferdin fiilî ve halî istianeleri ve duaları var. Ve onların
muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir şefkatli Müdebbire,
şüphesiz şehadet eder. Meselâ, Yirmi Üçüncü Sözün dediği gibi, zemindeki umum
mahlûkatın üç nevi duaları pek harika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-i
Rahîm ve Mucîbe kat'î şehadet eder.
Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, herbiri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlıkından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına
On Beşinci Şua - s.1124
lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matluplarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acip ve şuursuz mahlûkatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîme zâhir şehadet eder.
İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kal ile edilen duaların bütün nevileri,
hususan enbiyaların (aleyhimüsselâm) ve havasların harika bir surette makbuliyeti, 5 deki hüccet-i vahdaniyete
şehadet eder.
ALTINCI KELİME
6
dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Evet, nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakîmidir. Aynen öyle de, mâneviyatta ve mânevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakîmi ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ, Risale-i Nur'da bütün muvazeneleri ve küfür ve iman yollarının mukayeseleri kat'î gösteriyorlar ki, iman ve tevhid yolu gayet kısa ve doğru ve müstakîm ve kolaydır ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkülâtlı ve tehlikelidir.
Demek bu istikametli ve hikmetli ve herşeyden en kısa ve kolay yolda sevk edilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatleri olamaz. Ve iman ve tevhidin hakikatleri, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vaciptir.
Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise, sırat-ı müstakîmde, istikamettedir. Meselâ, kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belâlı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.
Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse, ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer, istikameti kaybetmesinin, hatâsının cezası olarak daimî vicdanî bir azabı çeker.
Ve insandaki kuvve-i şeheviye selâmetli istikameti ve iffeti zâyi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücûra, fuhşa ve tefritle humûda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o mânevî hastalığın azabını çeker.
İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyede, bütün yollarında istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakîmi kaybedilse, o yollar pek belâlı ve uzun ve zararlı olur.
Demek pek çok câmi ve geniş bir
dua, bir ubudiyet olduğu gibi, bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir
tâlim-i ahlâka işaret eder.
YEDİNCİ KELİME
7
dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:
Evvelâ: 8
kimlerdir diye,
âyeti beyan ederek, nev-i beşerde istikamet nimetine mazhar dört taifeyi beyan
içinde, o taifelerin reislerine ile Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâma,
ile Ebubekir-i Sıddık'a (r.a.),
ile Ömer, Osman, Ali'ye (r.a.)
işaret edip, Peygamberden (a.s.m.) sonra Sıddık, sonra Ömer, Osman, Ali, üçü hem
şehid, hem halife olacaklar diye, gaybî ihbarla bir lem'a-i i'câz gösterir.
Saniyen: Nev-i beşerin en yüksek, en müstakîm, en sadık bu dört taifesi, Âdem zamanından beri hadsiz hüccetler, mucizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlarla bütün kuvvetleriyle dâvâ edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid, elbette güneş gibi kat'îdir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, yüz binler mucizelerle ve hadsiz hüccetlerle doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud-u Hâlık gibi müsbet meselelerde ittifakları ve icmâları öyle bir hüccettir ki, hiçbir şüpheyi bırakmaz. Acaba, kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkati ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidatça en cemiyetli ve yükseği olan nev-i beşerin en müstakîmleri, en sadık ve musaddak mürşidleri ve kemâlâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icmâ ve ittifakla iman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikati tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?
SEKİZİNCİ KELİME
10
dir. Bundaki hüccete kısa bir işarettir: