![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Fâtiha Sûresi - s.1161 |
mânâ-yı hakikînin lâfzıyla, üslûbuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların melûf ve malûmları olmayan mânâları ve hakikatleri zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Meselâ "yed"in mânâ-yı mecazîsi insanlara me'nus olmadığından, mânâ-yı hakikînin şekliyle, lâfzıyla gösterilmesi zarureti vardır.
Evvelâ: Bu kelimeyi mâkabline bağlattıran cihet-i münasebet, Rahmân
ve Rahîm'in delâlet ettikleri nimetlerin hamd ve şükürle karşılanması
lüzumundan ibarettir.
Saniyen: Şu cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak
üzere, Kur'ân'ın dört sûresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de, "neş'e-i
ûlâ ile neş'e-i ûlâda beka, neş'e-i uhrâ ile neş'e-i uhrâda beka"
nimetlerinden ibarettir.
Salisen: Bu cümlenin Kur'ân'ın başlangıcı olan Fatiha Sûresine fatiha, yani başlangıç yapılması neye binaendir?
C - Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye,
ferman-ı celîlince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmâlî bir sureti ve küçük bir
nüshasıdır. ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeye
işarettir.
Rabian: Hamdin en meşhur mânâsı, sıfât-ı kemâliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, insanı, kâinata câmi bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnâdan herbirisinin tecellîgâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır.
Eğer insan, maddî ve manevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecellî eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur ve her iki âleme tecellî eden, insana da tecellî eder. İşte bu cihetle, insan, sıfât-ı kemâliye-i İlâhiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabî,
hadîs-i şerifinin beyanında, "Mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemâlimi göreyim" demiştir.
burada ihtisas içindir. Hamdin Zât-ı Akdese has ve münhasır olduğunu ifade eder. Bu
ın
mütealliki olan ihtisas hazf olduktan sonra ona intikal etmiştir ki, ihlâs ve tevhidi
ifade etsin.
İhtar: Müşahhas olan birşeyin umumî bir mefhumla mülâhaza edildiğine binaen, Zât-ı Akdes de müşahhas olduğu halde, Vâcibü'l-Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir.
Yani, herbir cüz'ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye
ve yıldızlar hükmünde olan o cüzlerin zerratını kemâl-i intizamla tahrik eder.
Evet, Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Herşey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def eden, şüphesiz, Cenab-ı Hakkın terbiyesidir.
Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâlıklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. (Yalnız bedbaht insanlar müstesna!)
Bu kelimenin sonundaki
yalnız i'rab alâmetidir,
gibi.
Veya cem' alâmetidir; çünkü, âlemin ihtiva ettiği cüzlerin herbirisi bir âlemdir.
Veyahut, yalnız manzume-i şemsiyeye münhasır değildir. Cenab-ı Hakkın, şu gayr-ı
mütenahi fezada çok âlemleri vardır.
Evet,
Ve 4
de olduğu gibi, burada da ukalâya mahsus cem' sîgasıyla gayr-ı ukalâ
cem'lendirilmiştir. Bu ise, kavaide muhaliftir?
Evet, âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belâgatin en makbul bir prensibidir. Zira, kâinatın âlem ile tesmiyesi, kâinatın Sâniine olan delâleti,
İşârâtü'l-İ'câz - Fâtiha Sûresi - s.1162
şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh, kâinatın uzuvları da Sanie olan delâletleri, şehadetleri için birer âlem olmaları icap eder. Öyleyse, Sâniin o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sânii ilâm etmelerinden anlaşılır ki, o uzuvlar; birer hayy, birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh, bu cem'de kavaide muhalefet yoktur.
Mâkabliyle bu iki sıfatın nazmını icap eden şöyle bir münasebet
vardır ki:
Biri menfaatleri celp, diğeri mazarratları def etmek üzere terbiyenin iki esası
vardır. "Rezzak" mânâsına olan birinci esasa, "Gaffar"
mânâsını ifade eden
de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.
Mâkabliyle şu sıfatın nazmını iktiza eden sebep şudur ki:
Şu sıfat, rahmeti ifade eden mâkabline neticedir. Zira, kıyametle saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet, rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Evet, saadet-i ebediye olmasa, en büyük nimetlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik, en lâtif nimetlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedî bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçerler.
S - Cenab-ı Hakkın herşeye mâlik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsisi neye binaendir?
C - Şu âlemin, insanlarca, hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i ezeliyenin bizzat mübaşereti azamet-i İlâhiyeye münasip görülmediğinden, vaz edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref'iyle; herşeyin şeffaf, parlak içyüzüyle tecellî edip Sâniini, Hâlıkını vasıtasız göreceğine işarettir.
tâbiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki:
Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerini ikmal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik, yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevî millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de-velev uzun bir zamandan sonra olsun-devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir.
Ve keza, bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin, haşrin tulû-u fecriyle, şahsı bir nev' hükmünde olan insanlara ihsan edileceğine şüphe edemez.
kelimesinden maksat ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir
gündür; veya hakaik-i diniyedir, çünkü hakaik-i diniye o gün tam mânâsıyla
meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür.
Evet, Cenab-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab daire-i itikada galip ise de, âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecellî etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde, daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizâm-ı âleme muhalefet eder.
zamirinde iki nükte vardır.
Birincisi: Mâkablinde zikredilen sıfât-ı kemâliyenin zamirinde
müstetir ve mutazammın olduğuna işarettir. Çünkü, o sıfatların birer birer
tâdadından hasıl olan büyük bir şevkle, gaybdan hitaba, yani ism-i zâhirden şu
zamirine iltifat ve intikal olmuştur. Demek
zamirinin mercii, geçen
sıfât-ı kemaliye ile mevsuf olan Zattır.
İkincisi: Elfaz okunurken mânâlarını düşünmek, belâgat mezhebinde
vâcip olduğuna işarettir. Çünkü, mânâlar düşünülürse, nâzil olduğu gibi
okunur. Ve o okuyuş, tabiatıyla, zevkiyle hitaba incirar eder. Hattâ yu
okuyan adam, sanki
5
cümlesindeki emre imtisalen okuyor gibi olur.
Cem' sîgasıyla zikredilen deki zamir, üç taifeye
işarettir.
İşârâtü'l-İ'câz - Fâtiha Sûresi - s.1163
Birincisi, insanın vücudundaki bütün âzâ ve zerrâta râcidir ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur.
İkincisi, bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir; bu cihetle şeriata itaat etmiş olur.
Üçüncüsü, kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübrâya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.
Bu cümlenin mâkabliyle vech-i nazmı, nun
ye
tefsir ve beyanı olmakla
de bir netice ve bir lâzım olmasıdır.
İhtar: nin takdimi, ihlâsı vikaye etmek içindir. Ve zamir-i hitap da,
ibadetin sebep ve illetine işarettir. Çünkü, hitaba incirar eden, geçen sıfatla
muttasıf olan Zat, elbette ibadete müstehaktır.
de müstetir zamir, nun fâili gibi, o üç cemaatten herbirine râcidir. Yani,
"Bizim vücudumuzun zerratı veya ehl-i tevhid cemaatı veyahut kâinat mevcudatı,
bütün hâcat ve maksatlarımıza, bilhassa en ehem olan ibadetimize, Senden iane ve
tevfik istiyoruz."
kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin,
Birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin arttırılmasına;
İkincisi, ayân makamının burhan makamından daha yüksek olduğuna;
Üçüncüsü, huzurda sıdk olup kizbin ihtimali olmadığına;
Dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksatlar olduklarına işarettir.
Bu iki fiili birbiriyle bağlayan münasebet, ücretle hizmet arasındaki münasebettir. Zira ibadet, abdin Allah'a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. Veya mukaddeme ile maksud arasındaki alâkadır. Çünkü iane ve tevfik, ibadete mukaddemedir.
kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin, Cenab-ı Hakka karşı yaptığı ibadet ve
hizmetle, vesait ve esbaba olan tezellülden kurtuluşuna işarettir. Lâkin, esbabı
tamamen ihmal ve terk etmek iyi değildir. Çünkü, o zaman Cenab-ı Hakkın hikmet ve
meşietiyle kâinatta vaz edilen nizama karşı bir temerrüd çıkar.
Evet, daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tembellik ve atalettir.
Hidayeti talep etmekle ianeyi istemek arasında ne münasebet vardır?
Evet, biri sual, diğeri cevap olduklarından birbiriyle bağlanılmıştır. Şöyle ki:
ile iane talep edilirken makam iktizasıyla "Ne istiyorsun?" diye
varid olan mukadder sual,
ile cevaplandırılmıştır.
ile istenilen şeylerin ayrı
ayrı ve müteaddit olması
mânâsının da ayrı ayrı ve müteaddit olmasını icap
eder. Sanki
dört masdardan müştakdır. Meselâ, bir mü'min hidayeti isterse,
sebat
ve devam mânâsını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade mânâsını, fakir olan
isterse i'tâ mânâsını, zayıf olan isterse iane ve tevfik mânasını ifade eder.
Ve keza, "Her şeyi halk ve hidayet etmiştir." mânâsında bulunan 6 Âyet-i celilesi hükmünce,
zâhirî ve bâtınî duygular, âfâkî ve hâricî deliller, enfüsî ve dahilî
burhanlar, peygamberlerin irsaliyle, kitapların inzali gibi vasıtalar itibarıyla da
hidayetin mânâsı taaddüt eder.
İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.
Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından
hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:
Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin,
Birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye,
İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye,
Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Lâkin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.
Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti,