![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 2 - s.1170 |
Ve keza tâbiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümmînin mahsulü
olmadığına işarettir.
Ve keza zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur'ân'ın kemalini ispat veya tekit
eder.
Ve keza, istiğrâkı ifade eden Kur'ân'ın her köşesinde
rekz ve her yerinde zikredilen deliller, burhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def
ile, Kur'ân'ın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilân eder. Ve lisan-ı haliyle şu
şiiri okutur:
Yani, "Kur'ân'da tayip edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur'ân gibi sahih kavilleri tayip etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor."
Ve keza, zarfiyeti ifade eden tâbiri, Kur'ân'ın sathına ve
zâhirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile def edilebileceğine
işarettir.
Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve hey'âta dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülâl-i belâgati ve kevser-i fesahati doyuncaya kadar iç, "Elhamdülillâh" de.
S - âyet-i kerimesinin cümleleri, atf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye
binaendir?
C - O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki, birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira, o cümlelerin herbirisi, arkadaşlarına hem babadır, hem oğul; yani, hem delildir, hem neticedir.
Evet, lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur, hem mu'ciz olduğunu ilân eder.
hem
bütün kitaplara fâik olduğunu tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar
eder.
hem Kur'ân'ın şek ve şüphe yeri olmadığını tasrih eder, hem
müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder.
hem tarik-i müstakimi irâe
etmekle muvazzaf olduğunu gösterir, hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilân
eder.
İşte bu cümlelerden herbirisi, ifade ettiği birinci mânâsıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi, ikinci mânâsıyla da onlara neticedir.
Sonra bu âyetin şu cümleleri arasında i'câza menba, belâgate medar olan on iki münasebet, alâka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikir, ötekileri de sana havale ederim.
1. bütün muarızları, muarazaya dâvet eder. Öyleyse, en yüksek bir
kitaptır. Öyleyse, bir yakîn sadefidir. Zira kitabın kemali, yakîn iledir. Öyleyse,
nev-i beşer için mücessem bir hidayettir.
2. Yani, emsaline tefevvuk etmiştir. Öyleyse, müstesnadır. Çünkü şek ve
şüphe yeri değildir. Çünkü müttakîlere doğru yolu gösterir. Öyleyse mucizedir.
3. Yani, tarik-i müstakime irşad eder. Öyleyse yakîniyattandır.
Öyleyse mümtazdır. Öyleyse mu'cizdir.
Ey arkadaş, şu cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan
tezahür etmiştir.
1. Bu cümlede "mübteda" mahzuftur. Bu hazf, cümleyi teşkil eden "mübteda" ile "haber" arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki "mübteda" hazf olmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid oldukları gibi, zihnen de müttehid olduklarına işarettir.
2. yerinde
yani, ism-i fâil mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm
eden nur-u hidayetten cevher-i Kur'ân'ın husule geldiğine işarettir.
3. deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur'ân öyle ince bir
dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal
etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü, "ma'rife"nin zıddı
olan "nekre," ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zuhurdan neş'et eder.
Buna binaendir ki, "Tenkir bazan tahkiri, bazan tâzimi ifade eder"
denilmiştir.
4. Müteaddit kelimelere bedel ism-i fâil sigasıyla ihtiyar edilen
kelimesiyle yapılan îcaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi,
hidayetin vücuduna da bir delil-i innîdir.
S - Gayet mahdut, az birkaç noktadan beşerin takatinden hariç denilen i'câzın doğması ihtimali var mıdır?
C - Maddî ve mânevî her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet, in'ikâs sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse on olur. On içtima ederse kırk olur. Çünkü herşeyde bir nevi in'ikâs ve bir nevi temessül vardır. Nasıl ki, birbirine mukabil tutulan
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 2,3 - s.1171
iki aynada çok aynalar görünüyor; kezalik, iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüt eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün sahibinin ve herbir sahib-i kemâlin emsaliyle içtima etmeye fıtrî bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hattâ bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!
S - Belâgat ve hidayetten maksat, hakikati vâzıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilâflardan kurtarmak iken, müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilâfat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı, birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?
C - Malûmdur ki, Kur'ân-ı Azimüşşan, yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına râcidir. Binaenaleyh, herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur'ân'ın hakaikinden hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev-i beşer derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit; ve keza meyil, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Meselâ bir taifenin istihsan ettiği birşey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği birşeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur'ân-ı Kerim, günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış, âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.
Hülâsa, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh, ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belâgatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri, zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve câizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur'ân'ın i'câz vecihlerinden biri odur ki, nazmı öyle bir üslûptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.
Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını icap ettiren
münasebet vecihleri ise:
Bu cümle mü'minleri medheder, evvelki cümle de Kur'ân'ı medheder. Şu her iki
medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki, o onu ister, o onu ister. Çünkü
ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innîdir ve
hidayetin semeresi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi
görüyor. Çünkü mü'minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır.
Teşvik ise bir nevi hidayettir. ile
arasındaki münasebete gelince:
Bunların biri tahliye diğeri tahliye
dir.
Tahliye, tathir etmek ve temizlemektir.
Tahliye ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş
olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile
seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve
süslendirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:
Birincisi, şirki terk,
İkincisi, maâsiyi terk,
Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir.
Tahliye ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur
veyahut malla olur.
A'mâl-i kalbînin şemsi, imandır.
A'mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
A'mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.
S - hal iktizasına göre îcaz ise de, aynı mânâyı ifade eden
kelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet,
harfi,
ile
kelimesi
fiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın, îcâza tercih sebebi
nedir?
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 3 - s.1172
C - esmâ-i müphemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden yalnız
sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir; başka sıfatlarında hiç kıymet
yoktur. Bu ise, burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman
etmeye teşvik eder.
Amma kelimesine bedel fiil sigasıyla
nin tercihi, iman fiilini hayal
nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dahilî ve haricî delillerin
tecellîsiyle imanın istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işarettir. Evet, delâilin
zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüt eder.
yani, nifaksız, ihlâs-ı kalble
iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut
gaibe veya âlem-i gayba iman ediyorlar.
İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
S - Avâm-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.
C - Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat dâhilerinden Sekkâkî gibi bir zat, İmruu'l-Kays veya başka bir bedevînin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. Maahâzâ, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, Saniin, cihât-ı sittesiyle kabza-i tasarrufunda bulunan âlemin herhangi bir cihetinde mekân ittihaz etmesinin mümkün olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, "Hiçbir cihette değildir, olamaz" dese kâfidir. Çünkü, nef-yi cihetin, yani Sâniin hiçbir cihette olamayacağı hakikatinin onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.
İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur" denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki, insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.
Ve keza, iman, Şems-i Ezelîden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tûbâ gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.
3
Bu cümlenin evvelki cümleyle bağlılığı ve münasebeti gün gibi âşikârdır.
Lâkin bedenî ibadet ve taatlerden namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve
örnek olduğuna işarettir. Evet, nasıl ki Fâtiha Kur'ân'a, insan kâinata
fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sair
hakikatleri hâvi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlûkatın ihtiyarî ve fıtrî
ibadetlerinin nümunelerine de şâmildir. Meselâ secdede, rükûda, kıyamda olan
melâikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen
durumlarını andıran bir ibadettir.
S - nin fiil sîgasıyla zikrinde ne hikmet vardır?
C - Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâma yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sâmi'lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.
Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaa sevk ettiren malûm âletin sesi gibi, âlem sahrasında dağılmış insanları cemaate dâvet eden ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, bir şevk husule gelir.
S - kelimesine bedel, itnablı
nin zikrinde ne hikmet vardır?
C - Namazda lâzım olan tâdil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi "ikame"nin mânâlarını müraat etmeye işarettir.
Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezb etmek namazın şe'nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye'nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celb etmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelâl tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir dâvettir. Bu dâvetin şe'nindendir ki, her kalb, kemâl-i şevk ve iştiyakla icabet etsin ve mi'raçvâri olan o yüksek münâcâta mazhar olsun.