![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1212 |
Bu cümlede bulunan kelimelerin birbiriyle münasebetlerine ve ifade ettikleri
nüktelere gelince:
aralarında münasebet bulunan iki şeyi birbirine atfeden bir âlettir. Burada ise
mâkabliyle mâbadi arasında bir münasebet görünmüyor. Fakat birinci temsille ikinci
temsilin arasındaki münasebete bakarak şöyle silsileli birkaç cümleyi ihtar ediyor:
Onlar şenlikli olan yerlerden firar ettiler. Şehirlilikten nefret ettiler. Gecenin
istirahat zamanı olduğuna dair kanuna muhalefet ettiler. Hem nasihatlere itaat etmeyerek
sanki necatları çöllerdeymiş gibi sahrâlara düştüler. En nihayet haybet ve
hüsrana uğrayarak her taraftan Allah'ın belâsına maruz kaldılar.
Bu kelime-i mübareke ise, onların son ümit ve recalarının kesildiğine işarettir.
Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve âhir Allah'ın merhametine iltica etmekle
mütesellî olur. Halbuki Allah'ın kahır ve gadabına müstehak olanın elbette ve
elbette necatından ümidi ve recası kesilir.
kelimesi, onları ihata eden musibetlerin, Allah'ın asar-ı azameti olduğuna
işarettir. Yani, gökler, bulutlar, yağmurlar, geceler, onlara cihât-ı sitteden hücum
ettikleri gibi, Allah'ın da gazap ve beliyyâtı onları her taraftan ihata etmiştir. Ve
keza, Allah'ın bütün kâinatı ihata eden ilim ve kudreti ve bütün zerrata şâmil
olan emirleri göz önüne getirilirse
kelimesinden şöyle bir ihtar
fışkırmaya başlar: Ey kâfirler! Semavat ve arzın dışarısına çıkamazsınız.
Dahilde ise her nereye kaçacak olursanız olunuz, Allah, ilim ve kudretiyle her yerde
hazır ve nâzırdır.
Bu kelimeyi
lafzına bağlayan
harf-i cerri,
Allah'ın gadabından kaçan kâfirler, yine Allah'ın gadabına rast gelip musibet
oklarına hedef olduklarına işarettir.
ünvanı ise üç işareti taşıyor.
Birincisi: Temsil içerisinde mümessilleri, yani münafıkları göstermekle, sâmiin temsil ile meşgul olup mümesselden ve maksattan gafil olmamasını temin etmek içindir.
İkincisi: Temsil ile mümessellerin, yani yolcuların durumuyla münafıkların durumu arasında son sistemde bulunan müşabehetin kuvvetinden dolayı, birbirinin sıfatını ve yekdiğerinin lâkabını ve soyadını taşıdıklarına işarettir.
Üçüncüsü: Kâfirlerin kalbleri gibi, münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı, vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet, bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz.
Bu cümledeki kelimelerin işgal ettikleri yerlerle münasebetleri ve
herbirinin taşıdığı işaretleri ise, evvelâ bu cümle müste'nifedir. Yani
mâkabliyle bağlı değildir. İstinafı ise mukadder bir suale cevaptır.
Sual: Berk, zulmetleri dağıtan ziyadar bir ateştir. Onlar onun ziyasından istifade etmediler mi?
Elcevap: Bir fayda ve bir menfaat görmeleri şöyle dursun, berkin zararından ve belâsından korktular diye Kur'ân-ı Kerim bu cümle ile o mukadder suale cevap vermiştir.
Kurbiyeti ve yakınlığı ifade eden kelimesinin bu cümlede delâlet
ettiği mânâ şöyledir: Gözlerini hatfedecek, yani kaptıracak ve kör edecek esbap
mevcut olduğuna rağmen, her nasılsa bir mâniden dolayı henüz kör olmamışlardır.
Kaptırmak mânâsını ifade eden
kelimesinde pek güzel ve lâtif
bir belagat vardır. Şöyle ki:
Eşyanın suretlerini alıp getirmek için gözün gönderdiği ziya, esnâ-yı rahta eşyaya yetişmezden evvel, birden bire şimşek çakar; o şimşek kapıcı bir kuş gibi gözdeki o ziyayı alır, götürür. Veya gözün şuası, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek kemal-i sür'atle hücum ederek gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuasından o şekilleri alıp götürüyor.
kelimesine tercihen zikredilen
ünvanı, Kur'ân'ın beyan
ettiği kat'î burhanlara karşı körlük gösteren münafıkların basiret ve
kalblerindeki kötü niyetlerini ve amellerini yad ettirmekle teşhir etmek içindir.
Zira, göz kalbin aynasıdır. Kalbin muzmeratı gözde görünür.
Bu âyeti teşkil eden kelimelerin işaretleri:
Evvelâ, bu cümle yine müste'nife olup, mâkabliyle alâkadar değildir. Ancak, sâmiin hatırına gelen şu suali cevaplandırıyor.
Sual: Onların musibeti tebeddül ve taaddüd ettikçe, acaba her iki hâlette halleri nasıl oluyor?
Elcevap: "Şimşeğin ziyasıyla yolları göründüğü zaman yürürler, zulmet çöktüğü zaman dururlar"
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1213
diye Kur'ân-ı Kerim şu cümle ile samiin o şüphesini izale etmiştir.
Sual: istiğrak ve istimrarı, yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır.
ise ne umumiyeti ve ne devamı ifade etmez. Bu itibarla şimşeğin ziyalandırmasında
nın, zulmetin çöktüğünde
nın kullanılması neye
binaendir?
Elcevap: Onların ziyaya fazlaca hırs ve ihtiyaçları olduğu için en az bir
ziyayı bile fırsat bilip kaçırmak istemediklerine işareten ziya üzerinde
istimal edilmiştir.
Sebebiyet ve menfaate delâlet eden deki
harfinden
anlaşılır ki, bayılmak üzere olan bir musibetzede nefsine ait şeylerden mâadâ
hiçbir şeyi düşünmez. Hattâ kudret-i İlâhiyenin binlerle hikmetleri için
kâinatta neşrettiği ziyanın menfaati, tamamen kendisine ait olduğunu ve kendisi için
gönderildiğini zanneder.
Ziyanın adem-i devamı yüzünden sür'atli bir yürüyüşle yollarına devam
etmeleri mukteza-yı hal ve makam iken, süratsiz, âdi bir yürüyüş ifade eden
tabiri, musibetin şiddetinden neş'et eden zafiyet yüzünden, sür'at-i seyre kàdir
olamadıklarına işarettir.
Sual: İnsanlar yerde yürüdükleri gibi, onların da yürümeleri yerde
olmalıdır. Halbuki deki zamirin ziyaya raci olması cihetiyle, onların
yürümeleri ziyada olduğu anlaşılır.
Elcevap: Onların ziya haricinde yürümeleri mümkün olmadığı için, sanki mesafeleri ve medâr-ı hareketleri yalnız ziyaya münhasırdır.
deki
yolcuların evvelce gördükleri zulmet musibetini tazelemek için ikinci bir zulmet daha
atıf ve ilâve edildiğine işarettir.
nın ifade ettiği cüz'iyet ve
kıllet ise, yolcuların zulmete karşı besledikleri nefret ve gösterdikleri körlük
şiddetinden, fikren zulmeti düşünmediklerine, ancak aleddevam ziya için bir fırsat
beklerlerken, birden bire zulmetin hücumuna mâruz kaldıklarına işarettir.
nin berke olan isnadı, berkin ziyasından sonra hücum eden zulmetin, başka
zulmetlerden şedit olduğuna işarettir. Ve keza, musibetzede olan yolcuların
tahayyüllerine göre, güya berkin ziyasından sonra şu boşluğu dolduran zulmetler hep
berk ateşinin sönmesinden meydana gelen dumanlar olduğuna da hayalî bir imadır.
Zarar için kullanılan deki
kelimesi, zulmet musibetinin
tesadüfî olmayıp, ancak onların ceza-yı amelleri olduğuna işarettir. Ve
musîbetzede olan yolcuların, şu boşluğu dolduran zulmetler ve bütün insanlar
içerisinden onları kast ve onlara zarar vermek için gönderilmiş olduklarını
tahayyül ettiklerine bir remizdir.
Zulmet çöktüğü vakit sükûnetle durup depreşmemeleri icap ederken, "ayağa
kalktılar" mânâsını ifade eden tabiri, musibetin şiddetinden ve
musibetle çok uğraştıklarından, rükû vaziyetini andıran bellerinde bir tekavvüs
peydâ olduğuna ve zulmetin âni hücumundan tiksinerek ayağa kalkıp kaçanlar gibi,
bellerini doğrulttuklarına işarettir.
Bu cümledeki kelimelerin işaretlerine gelince:
Evvelki cümlelerde gözlerini kör, kulaklarını sağır etmek şânında olan esbap zikredildikten sonra, bu cümlede müsebbebatı, meşiet-i İlâhiye ile bağlar.
Sonra, evvelki cümlelere atfeden harfi, esbabın perdesi altında
tasarruf eden ve bütün esbap ve illetler üzerinde murakebe eden bu kudretin, ancak
nazar-ı hikmet olduğuna işarettir.
Bu kelimenin tazammun ettiği kıyas-ı istisnaî şöyle tasvir edilebilir: Meşiet-i
İlâhiyenin olmaması; zehab-ı sem' ve basarın olmamasına illettir. Zehab-ı sem' ve
basarın olmaması da meşietinin olmadığını bildirmeye bir delil ve bir illettir. Ve
keza meşiet-i İlâhiyeden mâadâ bütün esbap tekemmül etmiş de olsa, ancak
meşiet-i İlâhiyenin taallûkuyla göz ve kulaklarının işi bitmiş olacağına
işarettir.
tabiri, müsebbebatı esbapla bağlayan, meşiet ve irade-i İlâhiye olduğuna delâlet
eder. Öyleyse tesir kudretindir. Esbap ise, kudretin, nazar-ı zahirîde umur-u hasise
ile mübaşereti görünmemesi için vaz edilmiş perdelerdir.
Lâfza-i Celâlinin sarahatle zikri, halkı fazlaca esbaba ehemmiyet vermekten zecir ve
men etmekle, esbabın perdesi altında tasarruf eden yed-i Kudreti görmeye fikirleri
dâvet eder.
fiilinin bir mef'ul ile takyid edilmeyerek mutlak bırakılması, meşiet ve irade-i
İlâhiyenin kâinatın ahvâlinden müteessir olmadığına ve mevcudatın sıfât-ı
İlâhiyeye tesirleri bulunmadığına işarettir.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 21,22 - s.1214
Yani, beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvâlinden müteessir olduğu gibi, sıfât-ı İlâhiye müteessir olmaz. Sıfât-ı İlâhiyeye göre hepsi müsavidir.
Götürmek mânâsını ifade eden den anlaşılıyor ki, esbap
müsebbebat üzere musallat ve müstevlî değildir. Yani, esbabın irtifaı zamanında,
esbapla bağlı ve kaim olan müsebbebatın adem deryasına düşmesi ihtimali yoktur.
Ancak, esbabın arkasında hazır bulunan yed-i kudret o müsebbebatı hıfz eder. Ve
hikmet-i İlâhiye muvazene ve nizam kanunu mucibince başka mevkilere gönderir, ihmal
etmez. Evet, hararet suyu kaynatmakla suyun bünyesini tahrip ettiği zaman, o tahrip
neticesi vücuda gelen buhar ademe gitmez, belki nizamat-ı havaiye mucibince muayyen bir
mecrâya sevkedilir ve muayyen bir mevkie çıkar, emr-i İlâhiyeye intizaren orada
durur.
Ve keza, tabirinden anlaşılır ki, havass-ı hamse denilen duygular, sağır, kör,
câmid tabiattan neş'et etmiş değildirler. Ancak o duygular, Cenab-ı Haktan ihsan
edilen hediyelerdir. Yalnız göz, kulak tabirleri adi birer isimdirler.
Ve keza, nin harf-i cer olan
ile beraber gelmesinden anlaşılıyor ki, müsebbebat esbaptan
ayrıldığı zaman başıboş bırakılmaz, yine bir nizam altına alınır. Çünkü
"beraberce götürmek" mânâsını ifade eder. Beraber götürülen birşey
sahipsiz, başıboş bırakılmaz.
İhtar: Sem'in müfred olarak, basarın cem olarak zikirleri işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet, söylenilen sözler birer birer kulağa girer, öyle işitilir. Fakat çok şeyler bir defa bakmakla göze görünür.
Bu cümledeki nükteler ve işaretler:
Evvelâ, bu cümle münafıkları ve yolcuları istilâ eden dehşetin hakikat olduğuna bir fezleke ve bir hülâsadır. Ve bu hülâsadan anlaşılır ki, yolcuların ahvâli, münafıkların ahvâlini tamamıyla temsil ettiği ve herbir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, herbir zerrede ve herbir halde kudret-i İlâhiyenin tasarrufu görünür.
Tahkiki ifade eden dahil olduğu hükmün sabit ve sarsılmaz hakîkatlerden
olduğuna delâlet ettiği gibi, meselenin azametini ve vüs'atini ve dikkatini ve nev-i
beşerin bu gibi meselelerde aciz, zayıf ve kasır olduğunu remzen gösteriyor. Çünkü
bu gibi yakinî meselelerde tereddüdü intaç eden, ancak vehimlerdir. Vehimleri tevlit
eden zafiyet, acz, kusurdur; bunlar ise insanın tıynetiyle yoğrulmuş sıfatlardır.
Lâfza-i Celâlinin burada sarahaten zikredilmesi, bu cümledeki hükmü ispat eden delile
işarettir. Çünkü bütün mevcudat, taht-ı tasarrufunda ve daire-i şumulünde bulunan
kudret, sair sıfatlar gibi Ulûhiyetin lâzimesidir.
kelimesinden anlaşılır ki, ademden eşyayı çıkaran kudret, o eşyayı mühmel ve
başıboş bırakmaz. Ancak hikmetin murakabesi ve nezareti altında terbiye eder ve
ettirir.
edatından anlaşılır ki, esbabın bütün eserleri ve hâsıl-ı bilmasdar denilen
ef'âl-i ihtiyariyeye terettüp eden eserler, tamamen kudrete bağlıdır. Mevcuda ve
mevcudata, neş'et ettiğine nazaran
tabirinden anlaşılır ki, eşya
vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret
olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar.
kelimesinin bedel, sübut ve devamı ifade eden
sigasından anlaşılır ki,
kudret, makdurat nisbetinde olmayıp, kudretin daire-i tasarrufu pek geniştir. Hem kudret
zâtiyedir, tagayyürü kabul etmez. Hem aynı zamanda kudret lâzimedir, ziyade ve noksan
olmaz. Hem kudret, Rezzak, Gaffar, Muhyî, Mümit gibi sıfât-ı fiiliyenin mercii
ve mizanıdır.
Yani, "Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takvâ mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semâdan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah'a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah'tan başka mâbud ve hâlıkınız yoktur."