İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1209 |
Mânânın bu uzatılması da sâmiin vüs'at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin etsin. Meselâ,
gibi, münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, "Münafıklar hâli bir sahrada, zulmetli bir gecede sefer ederlerken, yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir."
İhtar: Herkesin bildiği kelimesine, melûf olmayan
kelimesinin tercihen zikredilmesi; o yağmurun katreleri güya birer musibet olup,
onların ruh ve canlarına mermi gibi kasten atıldığına işarettir.
Sonra, yağmur, çıplak olan semâ cihetinden yağdığı herkesçe malûm olduğu
halde kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani, semâ kaydıyla
yapılan tahsis, tamim içindir. Evet semânın kaydından anlaşılır ki, o yağmur
bütün semânın ufkunu tutmuş, umumî bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer o yağmurdan
hâli kalmıyor. Evet
1
cümlelerinde dahi
nin
ile,
in
ilâahir ile takyidleri, ıtlak ve tamim içindir.
Müfessir ünvanı taşıyan bazı adamlar, yağmur vesaire gibi yağan şeylerin
semânın cirminden yağdığına zahip olmuşlar ve kocaman bir denizin de semâda
bulunduğunu ilâve etmişler. Onları bu zehaba sevk eden, Kur'ân-ı Kerimin birkaç
yerinde kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki, ashab-ı tahkik ve erbab-ı belağatçe
en uygun mânâ
ile
arasında
lafzının takdiriyle, yağmurların semâ cirminden değil, semâ cihetinden nâzil
olduğuna hükmetmektir. Mahaza, semâ kelimesinin yukarıda bulunan herşeye
ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da semâ denilebilir. Ve bulut da semâ
kelimesinin şumulüne dahildir. Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir:
Eğer kudret-i İlâhiyenin azametine bakılırsa, cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun, yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlâhiyeye bakılırsa, yağmurun nüzulü, ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüz'ünü teşkil eden buhar-ı mâinin tekâsüfünden husule geliyor. Zira, hikmet-i İlahiye, bütün eşyada en güzel bir nizam teşkil etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın ve en kolay ve en kısa yolları tercih etmekle olur.
Yağmur yağması hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:
Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı mâinin zerrelerine irade-i İlâhiye emrettiği vakit, o zerreler her taraftan "Lebbeyk!" diyerek toplanmaya başlarlar ve bulut şeklini alıp, irade-i İlâhiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlâhiyenin emriyle bir kısım zerreler şiddet-i tazyik ve tekâsüfle beraber tebarüd ederek katrelere inkılâp ederler. Sonra kanunların mümessilleri ve nizamatın mâkesleri denilen melâikelerden, o katrelere münasip yaratılan melâikeler vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul ederler ve yere düşerler. Lâkin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için, yağan katrelerden boş kalan yerler, denizlerden ve yerlerden kalkan buharlarla doldurulur.
İhtar: Semâda büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecazın hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet, cevv-i hava, denizin rengini andırır ve küre-i havaiyede münteşir bahr-i muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baid değildir. Fakat mânâ-yı hakikî ile bakılırsa hatâdır.
Sual: 2
âyet-i kerimesinin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semâda
bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır?
Elcevap: Bir kelâmın belağate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık
olmadığı halde mânâ-yı zahirisîne yapışıp, mânâ-yı zahirinden ayrılmaması,
o kelâm için bir cümudiyet ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının
vasıfları hakkında
3
cümlesi, bir istiâre-i bediiyeyi tazammun ettiği gibi
cümlesi dahi bir istiare-i
bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de
gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mânâ-yı zahirîsine hamli caiz değildir.
Çünkü o kaplara "gümüşten yapılmış şişeler" denilemez. Zira, her iki
unsur arasında mutabakat yoktur.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1210
Ancak cümlesinden, mânâ-yı
mecazî ile hem şişenin şeffafiyeti, hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani
"O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar."
Kezalik, cümlesi de, iki istiâreyi tazammun etmiş. Bu istiâreler sâmiin şairane
bir hayaline müessestir; bu hayalde âlem-i süflî ile âlem-i ulvî arasında bir nevi
müşabehet ve mümaseleti mülâhaza etmeye mebnîdir. Yani, âlem-i süflî denilen arz,
mevasim-i erbaada, bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve
envâen ziynetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; âlem-i
ulvî olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere,
renklere girer çıkar, âdetâ her iki âlem birbirine rekabet ederler. Bu iki âlem
arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de, aralarında bir
müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş'et eder. Şöyle ki:
Arz ve semâ, güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahrâlarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlâhiyenin mucizelerini hikmet-i İlâhiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i semâ dahi azamet-i İlâhiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.
İşte bu iki âlem arasındaki hayalî müşabehetten dolayı, bilhassa yaz
mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve
kafilelerine yapılan teşbihler, üslûplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür.
Binaenaleyh, âlem-i ulvî ile âlem-i süflî arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla
dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen âyet-i kerimesinin
mânâ-yı beliğanesi, "Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan
semâdaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz" demektir.
Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mânâ dururken, âyetin zahirine yapışıp, "beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semâdan yeryüzüne indirmek" gibi sakat bir mânâya zahip olmak, kâr-ı akıl değildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, bu yanlış zehabı reddeder.
Yolcuların gecesinin korkunç olduğunu göstermek için zikredilen deki
nin
takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca, güya çok gecelerin
zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.
Sual: deki zamirin
e râci olmasından, yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu
anlaşılır. Halbuki kaziye mâkûsedir; yağmur zulmetin içindedir.
Elcevap: Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk yağmurla dolu bir havuzdur. Ve o zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmıştır. İşte böyle bir zanna binaen, yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.
kelimesinin cem sigasıyla zikri ise, bulutların hem karanlıklarından, hem
kesafetlerinden, hem karanlık ve kesafet, amm olduğundan, hem yağmurun katrelerinin
kesafetlerinden hasıl olan müteaddit zulmetlere işarettir. Tenkiri ve meçhuliyeti
ifade eden
deki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna
işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilâve
etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekittir.
Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakkın azametine ve kudretine
delâlet eden pek âşikâr iki ayettir ki, âlem-i gaybdan, bulutların idare ve
tedvirlerine müekkel ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan
meleklerin yed-i salâhiyetlerine verilmiştir.
Sonra müsebbebatın esbapla zahirde bağlı olduğuna binaen, bulutlar, havada münteşir olan buhar-ı mâiden izn-i İlâhî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfî elektriği hâmildir, bir kısmı da müsbet elektriği hâmiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında müsademe hasıl olduğunda, irade-i Hâlık ile berk tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbanî ile tabakat-ı havaiye hareketle heyecana geldiğinde ra'd sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, ra'd ve berk melekleridirler.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1211
Sual: Ra'd ve berkin zulümat kelimesine atıflarından anlaşılır ki, bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir.
Elcevap: Dehşetinden bayılmış olan sâmice, o yağmurun herşeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra'd ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dahildir.
Sual: Zulümatın aksine, ra'd ve berkin müfred sigasıyla zikirleri neye işarettir?
Elcevap: Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celb eden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı âni olarak ışıklandırmasıdır. Bunlar ise mânâ-yı masdarîdir. Mânâ-yı masdarî müfred olur, fert ile ifade edilir. Ve keza ra'd olsun, berk olsun, semavî ayetlerden efradı pekçok birer nevidirler. Burada onlardan maksat nevileridir, efradları değildir. Onun için müfred olarak zikredilmişlerdir.
Sual: Ra'd ve berkteki tenvin neye işarettir?
Elcevap: Ya mahzuf bir sıfata ıvazdırlar; takdir-i kelâm pek
gürleyen
göz kamaştıran demektir. Yahut ra'd ve berkin nekre ve meçhuliyetlerini
ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış
olduklarından, ra'd ve berki olduğu gibi görmüş ve tamamıyla işitmiş değillerdir
ki, onları hakkıyla bilsinler.
Bu cümle müste'nifedir. Yani mâkabliyle bağlı değildir. Ancak mukadder bir suale cevaptır. Şöyle ki:
Vakta ki sâmi şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti; şüphesiz, musibetin
keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vakta ki Kur'ân-ı Kerimin
tasvirinden malûmat aldı; musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete
karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kur'ân-ı Kerim
demekle, onları kurtaracak bir melce kalmadığına ve (necat bulmak hülyasıyla denizde
ellerini otlara uzatan boğulanlar gibi) semavî top ve mancınıklardan kurtulmak için
kulaklarını tıkamaktan mâadâ çareleri kalmadığına işaret etmiştir.
Sual: Makamın iktizası hilâfına nin yerine
kullanılması neye binaendir?
Elcevap: Yolcular necatlarını intaç edecek hakikî sebepleri arayıp bulmaktan meyus olduktan sonra kulaklarını tıkamak gibi ca'li ve zannî şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir.
Sual: Geçen vak'aları zaman-ı hale ihtar için kullanılan muzâri sigasıyla nin
zikri neye işarettir?
Elcevap: Hayretleri arttıran şu makamın, sâmie verdiği dehşetten dolayı yolcuların hadisesini-velev hayalî olsun-görmek arzusunda bulunan sâmiin arzusunu tatmin için siga-yı muzâri ile geçen o vak'a, zaman-ı hale getirilerek sâmiin hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza, muzâri sigası, ikide bir kesilip tazelenmekle beraber istimrarı ve devamı iktiza eder. Ve bunun istimrarından bulutun gürültüsünün de devamını ima vardır.
Kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken, burada parmak mânâsında
olan
in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı son derece
şaşkınlıklarına işarettir.
Bu kelâm ra'dın sadâsından onların uğradıkları öyle bir şiddet-i
havfe işarettir ki, eğer ra'd onların kulaklarının penceresinden içeri girecek
olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarı kaçacaktır. Ve keza, bu
kayıtta çok güzel ve lâtif bir imâ vardır ki:
Vakta ki onlar kendilerine edilen nasihatleri ve nidâ-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar; semavat cihetinden kulaklarının cephesi ra'd ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular.
Evet, sirkat elle yapıldığından, el kesilir. Fena sözler ağızla
söylendiğinden, ağıza vurulur. Öyleler de nedamet için sağ elini ağzına ve
hacalet için sol elini gözlerine korlar.
Bu makamda ra'd ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid olduklarına
işareten, yalnız berkin sıfatı olan saikanın zikriyle iktifa edilerek ra'dın
sıfatı terk edilmiştir. Fakat saika şiddetli bir savtla yakıcı bir ateşten ibaret
olduğu cihetle, ra'dın gürültüsünü de tazammun etmiş bulunuyor. Bu itibarla
ra'dın sıfatı da zikredilmiş demektir.
Yani, yolcuların saikalara karşı parmaklarıyla yaptıkları o gülünç
müdafaaları mal, evlât, eşya vesaire gibi şeylerin korkusundan değildir. Ancak
canlarını Cehenneme teslim edecek olan ölümün korkusundandır. Çünkü musibetin
bıçağı kemiğe dayanmıştır. Onlar sevdikleri şeylerden hiçbirisine
kederlenmezler, merak etmezler. Ancak ölümü ve hıfz-ı hayatı düşünürler.