![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1206 |
Münafıklara nazır ciheti ise: Evet, münafıklar küfür ve nifak zulmetine düştükleri zaman, onların dört cihetle kurtulmaları mümkündü:
Zira, o nifaktan başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kur'ân'ın irşadına kulak
vermek ile necatları mümkündü. Fakat nefislerinin şeytanî olan hevâsı-Kur'ân'ın
sadasını kulaklarına işittirecek hevâyı karıştırdığı için-Kur'ân'ın
kendilerini irşad etmesine mani olmuştur. Kur'ân-ı Kerim, bu cihetten onların
ümitleri inkıta etmiş olduğuna işareten demiştir. Ve bu işaretten, sanki
onların kulakları kesilmiş olup, kulakları kesik hayvanların kulaklarını andıran
bir remiz vardır.
Saniyen: Başlarını aşağıya indirip vicdanlarıyla müşavere ederek doğru
yolu ve hakkı sual etmekle necat cevabını almak imkânı varken, kalblerindeki inat,
zebhedilen tavuk gibi, dillerini içeri tarafa çekerek, konuşmalarına ve nedametle
tevbe etmelerine mani olmuştur. Kur'ân-ı Kerim bu kapının da kapalı olduğuna
işareten demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış bedbaht kimseler
olduklarına bir remiz vardır.
Salisen: İbret nazarıyla bakıp, dahilî ve haricî delilleri görüp hakka
rücuları mümkünken, gafletleri gözlerini perdelemiş, körlük de gözlerinin
kapaklarını kapatmakla yine necattan mahrum kalmışlardır. Kur'ân-ı Kerim buna
işareten demiştir. Yani, şeytanlara bir yuva inşa edilmek üzere gözleri
örtülmüş. Ateşî mahlûklar gibi, şeytanların başlarını andıran bir vaziyeti
hayale arz ediyorlar.
Rabian: Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp nâdim olarak tevbe etmeleri mümkün
olduğu halde, nefislerinin hevâsına tâbi olarak, hem bozuk fıtratlarının
iktizasını destekleyerek, şeytanlarının iğvâsıyla yaptıkları o çirkin halleri,
gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kur'ân-ı Kerim buna da
demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına
ihtiyarlarıyla giren ve bir daha çıkamayan bedbaht insanlar olduklarına işaret
etmiştir.
"Yahut münafıkların meseli; semadan yağan şiddetli, fırtınalı yağmura tutulan yolcuların meseli gibidir. O yağmurun şiddetini arttıran zulmetler, gürültüler, şimşekler yağmurun içinde vardır. Şimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenab-ı Hak, kudretiyle kâfirleri ihata etmiştir. Kâfirlerden küfürlerinin cezasından kurtulan yoktur. Çakan şiddetli şimşekler, hemen hemen gözleri kör edecek şânındandır. Onlar, şimşekler çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar. Eğer Cenab-ı Hak murad etseydi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürürdü. Cenab-ı Hak herşeye kàdirdir."
Bu âyette beyan edilecek üç nokta vardır.
Birincisi: Bu âyetin mâkabliyle veçh-i irtibatı.
İkincisi: Cümleleri arasındaki cihet-i intizam.
Üçüncüsü: Cümlelerin heyetlerinde, eczalarında, kelimelerindeki nizamdır.
Evet, bu âyetin cümleleri arasındaki nizam ve irtibat, aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.
Evvelâ, bu âyeti evvelki âyetle rapteden cihet: Kur'ân-ı Kerim münafıkların vaziyetlerini tasvir için itnab ve tatvil ile, yani uzun ibareleri havi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetine terettüp eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira, birinci temsilin hülâsasına göre, münafık olan kimse, kendisini vücut sahrâsında arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kâinat cemiyetinden tard edilmiş sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de mâdum bilir. Ve vahşetle ihata edilmiş, sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlûkata ecnebî nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla mü'minin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mü'min olan zat, nur-u iman ile bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Ve kâinatla, tevahhuş etmek değil, tam bir ünsiyeti ve muarefesi vardır.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1207
İkinci temsilin hülâsasına göre: Münafık olan adam, âlemi musibetleriyle öldürücü, belâlarıyla boğucu, dehşetli hâdisâtıyla tehdit edici, şedâidiyle sıkıcı bir şekilde görür. Bütün dünyayı, envâıyla beraber kendisine adâvet etmekte ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafıkın bu zannına göre, âlemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat onun aleyhindedirler. Halbuki mü'min olan zat nur-u imanın iktizasıyla, kâinatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri manen işitir, ferahnâk olur.
Ve keza, Kur'ân-ı Kerimin temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir. Birisi, süflî ve âmi olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir. İkincisi, kibirli, gururlu, güya yüksek tabakadır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne işarettir.
Sual: Şu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makamla münasebeti nedir?
Elcevap: Kur'ân-ı Kerimin muhataplarından tabaka-i ûlâda veya saff-ı evvelde olanlar, daima sahrâlarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar, bilumum bu hadiseyi ya görmüşler veya ebnâ-yı cinslerinden işitmişlerdir. Hem böyle ateş yakmak meselesi efkâr-ı amme ile alâkadardır. Ve bu hadise onlara bir darb-ı mesel kadar tesir eder. Sonra ikinci temsilin birinci temsille münasebeti pek aşikârdır. Zira, o ona ikmal edici bir tetimmedir. Hattâ çok noktalarda da ittihadları vardır.
Sonra, bu ikinci temsilin, münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır.
Birincisi: Her iki taraf da öyle hayrete düşmüşlerdir ki, kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat vesileleri kaybolmuştur.
İkincisi: Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın kendilerine düşman olduklarını zannederler. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar.
Üçüncüsü: Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hattâ kılıçların parıltısını görüp gözlerini yummakla veya tüfeklerin seslerini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz etmek isteyen veya güneşin gurubunu istemediğinden saatin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir vaziyet gösterirler. Halbuki kulaklarını tıkamakla veya gözlerini yummakla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.
Dördüncüsü: Güneş, yağmur, su, ziya, çiçeklere isabet ederse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kabih kokuları ihdas ederler. Emvat ve ölülere bakarlarsa ufunet tevlid ederler. Kezalik, rahmet ve nimet dahi kendilerine lâyık olan mevkilere isabet etmezler de, onları intizar edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmetlere ve nikmetlere inkılâp ederler.
Beşincisi: İkinci temsilin meâliyle münafıkların kıssasının meâli
arasında, eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın
eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle, nebatata hayat verdiği gibi,
İslâmiyet de ervaha hayat veriyor. Şimşek, gök gürültüsü, va'd, vaîd, yani
hayırlı ve zararlı, Allah'ın emirlerine; zulümat da küfrün şüphelerine, nifakın
şeklerine işarettir.
Sonra, bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler:
Kur'ân-ı Kerim cümlesiyle, "Münafıkları ıssız, korkunç, vahşetli
bir sahrâda, karanlıklı bir gecede herbir katresi bir mermi gibi şiddetli bir yağmura
tutulan yolcular gibidir" dediği zaman, sâmi derhal ayıldı, suale geldi ve dedi:
Yağmurlar merğup ve matlup bir rahmet iken, niçin onlara korkunç bir musibete
dönmüştür?
Kur'ân-ı Kerim, bu suale karşı o yağmurun dehşetini tasvir etmekle,
demiştir. Ve
ın cem'iyle, bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden
hasıl olan zulmete ve o zulmet ihatalı ve kesretli olduğundan, sanki gecede bulut gibi,
bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir.
Sonra, zulmetli, yağmurlu geceler alelekser gürültülü olurlar. Sâmi yine suale geldi ve dedi: Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır?
Kur'ân-ı Kerim buna da cevaben diye, vaziyetin dehşet ve korkulu
olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zahirî padişahı olan semâ, onları
felâketlere ve helâketlere sevk etmek için, zemini sarsan gürültüsüyle, her tarafı
dehşetlere veren şimşeklerinin sesleriyle çağırıp bağırıyor. İşte böyle bir
vaziyet karşısında, böyle dehşetli bir musibete uğrayan bir adam, kendi sükûtu
içinde kâinatın her tarafından zararlı hareketlerin, korkunç sayhaların kendisine
gelmekte olduğunu tahayyül eder. Maahaza, ra'd sesini işittiği vakit, onun
sayhalarını kendisine karşı pek şiddetli naralar olduğunu zanneder. Zira korkak ve
hâin bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder.
Sonra, ra'd ve berk arasında bir refakat-i zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman,
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1208
ötekisi de velev tufeylî bir surette olsun, yani dâvetsiz olarak zihne gelir, ondan
da bahsedilir. İşte bu münasebetle, Kur'ân-ı Kerim dan sonra
demiştir. Ve tenkiriyle, berkin pek garip ve acip olduğuna işaret etmiştir. Evet,
berkin çakmasıyla zulümat âlemi ölür. Her tarafı dolduran o zulümat birden bire
ortadan kaldırılır, adem deryasına atılır. Ve âni olarak berkin ölümüyle de
zulümat âlemi tekrar dirilir, o vâsi meydanı tekrar kaplar. Sanki berk söndüğü
zaman, âlemi tamamen dumanıyla dolduran hakikî, meçhul bir zulmet ateşi vücuda gelir
ki, gören adam sathî bir nazarla değil, nazar-ı im'an ile dikkat edip baksın ve
kudretin âsâr-ı azametini görsün.
Sonra sâmi, "Münafıklar şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?" diye kendi kendine düşünmeye başlarken, Kur'ân-ı Kerim düşünmeye ihtiyaç bırakmadan
diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hattâ boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmaklarının ucunu değil, parmaklarının tamamını kulaklarına sokuyorlar. Sanki onların musibetleri dehşet kırbacıyla kendi ellerine vuruyor, onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıklarından kulaklarına sokuyorlar. Hülâsa, saikanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehâne hareketlerden, onların ne oldukları anlaşılır.
Sonra sâmiin zihnine gelir ki: Acaba bu musibet umumî midir, yoksa onlara mı
mahsustur? Buna karşı Kur'ân-ı Kerim demiştir. Yani bu musibet,
onların nimetlere karşı yaptıkları küfran cezasıdır. Allah onları bu musibetle
tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz edilen kanun-u İlahîden huruç
etmişlerdir.
Sonra sâmi, "Ra'dın şiddetine mukabil berkin onlara bir faydası olmadı
mı?" diye nefsiyle konuşurken Kur'ân-ı Kerim cümlesiyle, berkin onlara bir
faydası değil, bilâkis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek kadar bir
şiddet göstermektedir, diye sâmie cevap vermiştir. Âdetâ ra'd kulaklarına, berk de
gözlerine ilân-ı husumet etmişlerdir.
Sâmi baktı ki, ra'd ve berk vesaire gibi kâinatın eczası müttefikan onların
aleyhinde olup onları itlâf etmek için birbirine yardım ediyorlar; bunlara karşı
onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur'ân-ı Kerim,
cümlesiyle, onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette
yollarını görüp, yola devam etmek için cüz'î bir fırsat beklemekte olduklarına ve
berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz, mezbuhane bir harekete
geçerek bir iki adım attıklarına, fakat zulmet birden bire istilâ ettiğinde
yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.
Sâmi bu vaziyeti görünce, suale geldi ve dedi: "Bu kadar tâzipler altında
ezilmektense, birden bire ölüp gitmeleri veyahut bütün bütün sağır ve kör
olmaları daha iyi değil midir?" diye sordu. Kur'ân-ı Kerim
cümlesiyle, "Onların ölümle azaptan ve ıztıraptan kurtulmaya istihkakları
yoktur, bunun için meşiet-i İlâhiye onların ölümüne taallûk etmemiştir. Taallûk
etseydi, gözleri kör, kulakları sağır etmeye taallûk ederdi. Buna da taallûk
etmiyor. Çünkü kanun-u İlâhîden hariç kalan bu gibi bedbahtların gözleri,
kulakları daima sağ kalsın ki, azapları işitmekten ve akrepleri görmekten zevk
alsınlar, yani titresinler" diye sâmie cevap vermiştir.
Sonra bu kıssanın ihtivâ ettiği azamet ve kudret-i İlâhiye ile Cenab-ı Hakkın
umum kâinatta tasarruf sahibi olduğu (ve bilhassa âsâr-ı kudretinden ra'd, berk,
sehab mucizelerinin görünmesi ile) sâmice tahakkuk edince "Kâinat, heybetinin bir
tecellîsi ve bu musibetlerde gadabının bir kahrı olan Zâtın kudreti ne kadar
büyüktür, Sübhanallah!" diye tesbihata başlamıştır. Kur'ân-ı Kerim de onu
tasdiken demiştir.
Mezkûr âyetin ihtivâ ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetlere gelince:
deki
süflî ve gayr-ı süflî münafıkların iki kısma
münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip olduğuna ve
münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin
bulunması, malûm ve müsellem olduğuna imadır. Ve keza,
kelimesi huruf-u atıftan terakkiyi ifade eden
kelimesinin mânâsını
mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir.
deki
münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih
değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey,
mukadderdir. Zikredilmemesi, lâfzın îcaz ve ihtisarı içindir. Lâfzındaki îcaz da
mânânın itnâbı, yani uzatılması içindir.