![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1203 |
Bu uzun âyetle hem mâkabli arasında, hem cümleleri arasında, hem cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat ve intizam ise:
Kur'ân-ı Kerim, evvelâ münafıkların hallerini, saniyen cinayetlerini sarahaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, hayale, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsille temin etmiştir. Evet aklî şeylerden fazla, temsillerle hayalî şeyleri kabule, hayal daha yakındır. Ve keza, akla muhalif olan ve hem gayr-ı melûf bulunan birşeyin me'nus bir şekilde gösterilmesiyle hayal çabuk kabul eder. Ve keza, gaip birşeyi hazır göstermekle, akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur, his de kabul eder.
Hülâsa: Münafıkların kötülüğü şu temsille akla tasdik ettirildiği gibi, hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir. Ve eyzan, münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakikî bir irtibatın bulunması şu temsille gösterilmiştir. Ve eyzan, münafıkların muamelelerini hayalin gözü önüne şu temsille getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal bakıp, görsün ve alsın ki, bir itiraz kalmasın.
Sonra bu temsilin cümlelerinin meâli, heyet-i mecmuasıyla münafıkların hikâyelerinin meâline muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikâyelerinin cümlelerine uygun gelir. Evet, münafıkların hikâyesi böyledir: Zâhiren imana gelmişlerdir. Sonra kalben küfür ve inkâr etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalâletten rücua kàdir olmamışlardır ki, hakkı arasınlar.
Temsilin meâli ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet içinde kalmışlardır. Sonra herşey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sadâ olmadığından, sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden, âmâ gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından, sanki lâl olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücua kàdir olmadıklarından, sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir. İşte temsildeki cümlelerle hikâyedeki cümleler arasında muvafakat tamamen tebaruz etmekle, aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün etti.
İhtar: Temsildeki zulmet, hayret, ateş, hikâyedeki küfür, adem-i sebat ve fitnelerine işarettir.
Sual: Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede?
Elcevap: Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder.
Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nev'inde, nev'inde bulunmasa
fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu
da olmasa, evvelce iman edip sonra irtidat edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da
olmasa dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir. Ateşin, fitnelere işaret
olduğu gibi. Bu da olmadığı takdirde daire-i imkânda olan nurları, vücut dairesine
indirilmiştir. daki hidayet gibi.
Sonra cümlelerin arasındaki cihet-i intizama gelince:
Yani, "Onların meseli, ateş yakan adamın meseli gibidir." Bu
cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:
Âyette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hali, Cezire-i Arapta
sâkin Kur'ân'ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk
ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler
veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir.
Zira onlar çok defa güneşin zulmünden gecenin zulmetine kaçarak gecenin serinliğinde
yollarına devam ettikleri sırada, şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere
düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır hayvanlarla dolu
mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp onlarla ferahlanmak ve
eşyalarını görüp, muhafaza etmek veya muzır hayvanları görüp onlardan tahaffuz
etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederlerken, semavî bir
âfetle ateşleri söner ve reca ve ümitleri tamamen ye'se ve hüsrana inkılâp eder.
İşte, Kur'ân-ı Kerim onların bu durumuna cümleleriyle işaret etmiştir.
Yani, "Vakta ki o ateş etrafı ışıklandırdı; birden bire Cenab-ı Hak,
nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi."
da
kelâmın siyakı, kelâmın şu şekilde olduğunu iktiza ettiğine işarettir ki,
ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain
ve müferrah oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yere düştüler.
Sonra bu cümle-i şartiyenin, şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lâzımken, izâe ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki:
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1204
Vakta ki ateş onları ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip muhafaza etmediler ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler, o da söndü gitti. Evet, ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam eder. Adem-i devam ise intifasını, yani sönmesini istilzam eder.
Nurların sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra cümlesiyle, zulümata düşmek
gibi ikinci bir hüsrana mâruz kaldıklarına işaret edilmiştir.
cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete
düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece
mütesellî olur. Fakat bunları da görmediği gibi, onun o karanlıkta durması ve
yürümesi bir musibet ve bir vahşettir.
Yani, "Sağır, lâl, dilsiz, kör olup dönemezler."
Bir insan, böyle bir belâya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir.
Birincisi: Köylü halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de, o ses
vasıtasıyla yolunu bulup görmek ümidinde olur. Halbuki gecesi sâkit ve sâkin, sessiz
ve sadâsız bir gece olduğundan, o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu
cihetten ümidinin kesik olduğuna işaret eden Kur'ân-ı Kerim
kelimesini demiştir.
İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse, belki bir işiten olur da onun
kurtulmasına gelir diye bir ümit besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için,
dilli, dilsiz birdir. Bu recasını da kesmek için denilmiştir.
Üçüncüsü ise: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin etmek ve görmek
için bir alâmet, bir ateş, bir yıldız arar, müteselli olur. Halbuki gecesi öyle
zulmetlidir ki, gözlü gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için
denilmiştir.
Dördüncüsü: O belâdan kurtulup rücu etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan mâada bir çare kalmadığını görür görmez, kuvvetine güvenir, ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan o adamı öyle ihata etmiştir ki, o adam bütün kuvvetiyle çalıştığı halde kurtuluş imkânını bulamaz. Kendi su-i ihtiyarıyla bataklığa giren ve bir daha çıkması mümkün olmayan bir hayvan gibi, o zulmet içinde kalır. Evet, çok şeyler var ki, insan ihtiyarıyla girer, fakat çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, fakat o insanı bırakmaz.
İşte onların şu vaziyetlerine karşı denilmiştir ki, o musibetten
kurtulup rücularına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen,
vahşet, yeis ve korkular içinde kaldıklarına işarettir.
Cümlelerin hey'etlerine gelince:
cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki:
Lisanlarda deveran eden ve beynennas garip ve acip şeylerde kullanılan ve
"hikmetü'l-avam" ve "felsefetü'l-umum" ile anılan
kelimesi, münafıkların vaziyetleri bir ağruba ve kıssaları bir acube olduğuna
işarettir. Bu işaretten, onların sıfatları üstünde nefretin, lisanları üstünde
lânetin ilelebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şânında olduğuna bir remiz vardır.
Sual: Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki in hazfı belâğatçe daha makbul
olduğu halde, niçin burada hazfedilmemiştir?
Elcevap: Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sâmi, teşbih edatını görür görmez, teşbihle alâkadar olur. Müşebbehünbihte olan her noktayı, müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirde, teşbihten gaflet ederek her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmemesi ihtimali vardır. İkinci mesel kelimesi ise, ateş yakan o adamın vaziyeti, efkâr-ı âmmece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.
Sual: Ateşi yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan ile
işaret edilmesi neye binaendir?
Elcevap: Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirak etmesiyle ziyadelik veya
noksanlık hasıl olmadığı takdirde, fert veya nevi, cüz veya küll bir olur. Maahaza nin
müfred işareti olması, onlardan herbir ferdin, dehşeti temessül ve kabahati tasvir
etmekte müstakil olduğuna işarettir.
deki
ateş
yakmalarının külfetle ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. Hem
nin
ifrad sigasıyla olması
deki cemi zamiri, bir cemaat için bir ferdin ateş yakması
âdet olduğuna işarettir. Hem lâmba vesaire gibi âlât-ı tenviriye arasında
ın
intihap edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri
zahirî nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 17,18,19,20 - s.1205
İhtar: Nekre olarak kelimesinin zikri, onların
şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi bir ateş olursa olsun, hemen yakmak ihtiyacında
olduklarına işarettir.
Takibi ifade eden
deki
onların yeisten sonra ümit ve reca
zamanlarının geldiğine işarettir.
ise, kıyas-ı istisnaî ile anılan, dahil olduğu cümlelerden birinci cümlenin
tahakkuk ve vücuda geldiğine delâlet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini
intaç ettiğine ve onların tesellî ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna
işarettir.
kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna
işarettir ki, etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler.
dehşetin her dört taraftan ihata eylediğine ve ziya ile cihât-ı sitteden
hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir.
Bu kelime ile
kelimesi arasındaki lüzum meselesi geçmiştir; oraya bakılsın.
Zehabın Allah'a isnadı, iki cihetten reca ve ümitlerinin kesik olduğuna
işarettir. Birincisi: Âfet, semâvî olduğundan, def'i mümkün değildir. İkincisi: O
âfet, kusurlarının cezası olduğundan Cenab-ı Haktan merhamet de reca edilemez.
Çünkü iptal-i hak için çalışan adam Haktan yardım ve merhamet talep edemez.
deki harf-i cer olan
nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü
in
mânâsı, "Allah onların nurlarını götürmüştür." Malûmdur ki,
Allah'ın aldığı birşeyi kimse reddedemez.
ünvanı ise, sırat üstündeki
hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden
un
zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın
ateşleri yanarken bir insanın ateşi sönse, o insan çok müteessir olur.
Harf-i atıf olan
onların iki zararı cem etmiş olduklarını ifade ediyor.
Birisi, ziyalarının selb edilip söndürülmesidir. İkincisi ise, zulmetin onlara ilbas
edilip giydirilmesidir.
ünvanı ise, onlar ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından, bu
gibilerin hali, onlardan alâkayı kesip bütün bütün terk edilmelerine delâlet eder.
edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki, zulmetin şiddetinden, onların
nazarında herşey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da, dehşetlerinden,
o zulmeti kendilerine kabir yapmışlar ve içine girip gizlenmişlerdir.
Bu kelimenin cem sigasıyla zikri ise, gecenin karanlığıyla beraber
bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın yerlerinde vahşet ve
dehşet ve zamanlarında sükûn ve sükûnetiyle hasıl olan zulmetler gibi, türlü
türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir.
kelimesindeki tenkir ise, o gibi
zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul ve ülfet edilmemiş
birtakım zulmetler olduğuna işarettir.
cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam
pek çok belâlar çeker. Gözlerini kaybedenler, pek gizli musibetlerin elemlerini daima
çekiyorlar.
nin siga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvirle hayalin gözü
önüne getirip ihzar eder ki, sâmi hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla ibret
alsın.
nin mef'ulsuz bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaatlerini
görmüyorlar ki, celp ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki, içtinap
etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki, bir parça ferahlasınlar. Sanki herbirisi
tek başıyla o zulmet içinde kalmışlardır.
Yani, "Sağır, lâl, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp
kurtulamazlar." Bu cümlede bulunan sıfât-ı erbaa, münafıklarla ateş yakanlar
arasında müşterek olup, her iki taraftan haber verir, vaziyetlerini bildirir, ayna gibi
hallerini gösterir.
İşte, ateş yakanlara karşı işârâtı şöyledir: Böyle bir zulmete düşen bir adam, evvelen kendisini kurtaracak bir sese kulak verir, etrafı dinler. Lâkin gecenin sessiz ve lâl olması, o adamın sağırlığını intaç etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lâkin gecenin sakit ve sağırlığı, onun lâl olmasına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alâmet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasızlığı ve körlüğü, onun körlüğünü mucip olmuştur. Sonra bu zulmetten kurtulmak için, evvelki yerine avdet etmek ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücua imkân kalmamıştır. Bataklığa düşen adam gibi titredikçe batar. Battıkça zulmette kalır.