![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23,24 - s.1224 |
Nekre olarak nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve neyle husule geldiği
size meçhul olduğuna işarettir.
deki
ecliyet ve sebebiyet içindir. Yani, "Siz, rızkın gelmesine sebepsiniz, amma
istifadesi size mahsus ve münhasır değildir ve başkalar da tebean istifadeye
şeriktirler."
Ve keza, Cenab-ı Hak, sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi, sizin de şükrünüzü ona tahsis etmeniz lâzım geldiğine işarettir.
Başta bulunan
geçen dört fıkraya bakıyor. Yani: "Odur Mâbud, şerik
yapmayınız. Odur Kadîr-i Mutlak, şerikini itikad etmeyiniz. Odur Mün'im, şükründe
şerik yapmayınız. Odur Hâlık, başka bir hâlık tahayyül etmeyiniz."
Bu tabirin,
tabirine tercihi, onların, Allah'a isnad ettikleri şeriklerin
ve misillerin aslı ve hakikati olmadığı için o uydurma şeriklerin itikad edilecek
şeyler olmadığına, ancak uydurma, ca'lî şeyler olduklarına işarettir.
Lâfza-i Celâlin
üzerine takdimi, Allah'ın daima hâzır olduğunu düşünmek
lüzumuna ve nehyin menşei, şerikin Allah için yapılışı olduğuna işarettir.
Endad,
ün cem'idir.
ise, "misil"
mânâsınadır. Halbuki, Cenab-ı Hakka yapılan misil, onun zıddı olur. Birşey, hem
zıt, hem misil olamaz; ve birşeyin zıddı, ona misil olamaz. Öyleyse mislin
bulunması, mislin muhaliyetini istilzam eder.
in sîga-i cem ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir. Yani:
"Hiçbir cihetten bir benzeri olmayan Cenab-ı Hakka nasıl bir sürü misil ve zıt
yapıyorsunuz?"
Ve keza, bütün enva-ı şirkin reddine işarettir. Yani, "Ne zâtında ve ne sıfâtında ve ne ef'âlinde şeriki, şebihi yoktur."
Ve keza, vesenî, sâbiî, ehl-i teslis, ehl-i tabiat gibi firak-ı dâllenin tevehhüm ettikleri şeriklerin tabakalarına işarettir.
İhtar: Vesenî mezhebinin menşei, yıldızları ilâh itikad etmek, hulûlü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.
Bu cümle ile âyetlerin sonunda zikredilen emsalî cümleler, İslâmiyetin
menşei ilim, esası, akıl olduğuna işaret eder. Binaenaleyh, İslâmiyetin, hakikati
kabul ve safsatalı evhamı reddetmek, şânındandır.
ye bir mef'ulün terki, çok mef'ullerin takdirine sebep olmuştur. Demek,
îcaz ve ihtisarı yapmakla itnab ve uzatmaktan kaçarken, daha ziyade itnaba, tatvîle
sebep olmuştur. Yani, Allah'tan başka mâbudunuz olmadığını, halıkınızın
bulunmadığını başka bir kadîr-i mutlak olmadığını ve mün'iminizin
bulunmadığını bilirsiniz. Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları âlihe ve esnâm,
bir şeye kàdir olmayıp, onlar da mahlûk ve mec'ûl şeylerdir.
Mukaddeme
Gayet kısa bir meâli: Yani, "Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur'ân'da bir şüpheniz varsa, Kur'ân'ın mislinden bir sûre yapınız. Hem de, Allah'tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur'ân'ın mislinden bir sûre getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde-zaten getiremezsiniz ya-öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır."
Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kur'ân-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan "tevhid", evvelki âyetle beyan edilmiştir. Bu âyetle de, ikinci maksat olan "nübüvvet" beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu âyet, nübüvvet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat küllî, cüz'îde dahildir. Cüz'înin ispatıyla küllî de ispat edilmiş olur. Bu âyet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvvetini, en büyük mucizesi olan i'câz-ı Kur'ân'dan bahisle ispat ediyor.
O Zâtın (a.s.m.) nübüvvetine dâir delâil başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23,24 - s.1225
bir kısmını hülâsaten "altı mesele" zımnında beyan edeceğiz.
BİRİNCİ MESELE
Enbiya-i sâlifînde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında-yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla-yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh, nübüvvet mertebesine nail olanların heyet-i mecmuası, mucizeleriyle ve sair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde "Üstadü'l-Beşer" ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mucizeleriyle Sâniin vücut ve vahdetini, nurlu bir burhan olarak âleme ilân etmiştir.
İKİNCİ MESELE
O zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir bütün ahvâl ve harekâtı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulâde değilse de onun sıdkına delâlet eder. Ezcümle: "Ğar" meselesinde, Ebu Bekri's-Sıddık ile beraber halâs ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda
1
"Korkma, Allah bizimle beraberdir" diye Ebu Bekri's-Sıddık'a verdiği tesellî
ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız,
tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan
Hâlıkına itimad ettiğine güneş gibi bir burhandır.
Kezalik, saadet-i dareyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün âlemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.
İhtar: O zâtın (a.s.m.) ahval ve harekâtı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse, heyet-i mecmuası onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.
ÜÇÜNCÜ MESELE
O zâtın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sayfa vardır. Şimdi o sayfaları okuyacağız.
Birinci sayfa: O Hazretin zâtıdır. Fakat bu sayfayı mütalâadan evvel, dört nükteye dikkat lâzımdır.
Birinci nükte: "Leyse'l-kahlu ke't-tekahhul" Yani, fıtrî karagözlülük, sun'î (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve sun'î olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fıtrî ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde sun'îliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvârından belli olacaktır.
İkinci nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Üçüncü nükte: Mütenâsip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Meselâ, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sayfası okunmalıdır. Evet, o Zâtın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvâli, onun pek büyük, azîm ve ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini "Muhammedü'l-Emîn" ile lâkaplandırmışlardır.
Malûmdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir burhandır.
Ve keza, o Zâtın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zâtın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23,24 - s.1226
üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.
Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezb ettiren, o Zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zâtın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir burhan olmuştur.
DÖRDÜNCÜ MESELE
İkinci sayfayı okuyacağız. Bu sayfa, mâzi, yani Zaman-ı Saadetten evvelki zamandır. Şu sayfanın hâvi olduğu enbiya-i sâlifînin ahval ve kıssaları, o Zâtın sıdk-ı nübüvvetine birer burhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lâzımdır.
Birinci nükte: İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taallûk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra dâvâsını o esaslara bina etmesi, o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna delildir.
İkinci nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki, âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dâvâ hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem-şümul bir dâvâda, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmî, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşir ve ilân etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o meselenin Allah'tan olduğuna da bir burhan olmaz mı?
Üçüncü nükte: Malûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve melûf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevîlerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevîlerin ahvâlinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvâlini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.
Dördüncü nükte: Ümmî bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne'l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî olduğuna delâlet etmez mi?
Bu dört nükteyi göz önüne getir, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma bak ki, o zat, herkesçe müsellem ümmîliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kur'ân'ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvâlini, sırlarını beyan ederek âleme neşir ve ilân etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekîlerin nazar-ı dikkatini celb eden dâvâ-yı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beyne'l-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilâflı olanı da tashih edip dâvâsına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zat, vahy-i İlâhînin mâkesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zâtın bu hali, onun bir mucizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o Zâtın nübüvvetini ispat eder.
BEŞİNCİ MESELE
Asr-ı Saadete ve bilhassa Ceziretü'l-Arab meselesine dairdir. Bunda da dört nükte vardır.
Birinci nükte: Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden, hakîr, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz'î zayıf huylarını ref etmek, büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba, hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarını terk ettiren, hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları tesis eden bir zat harikulâde olmaz mı?
İkinci nükte: Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi tedricîdir.
Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi, yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır. Acaba, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî-mânevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def'aten teşkil ettiği bir devletle dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî-mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, harikulâdeliği değil midir?
Üçüncü nükte: Evet, kahır ve cebirle zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icrâ-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve