![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23,24 - s.1236 |
bu cümle,
ile
cümleleri arasındaki lüzumu
izah eder ve kararlaştırır. Yani, şu ateş azabı, Kur'ân'a imtisal etmeyen
kâfirlere hazırlanmıştır. Hem bu ateş, tufan ve sair musibetler gibi iyi-kötü
bütün insanlara şâmil musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celb eden,
küfürdür. Bu belâdan kurtuluş çaresi, ancak Kur'ân-ı Kerime imtisaldir.
Mazi sigasıyla zikredilen kelimesi, Cehennemin el'an
mahlûk ve mevcut olup, Ehl-i İ'tizalin bilâhare vücuda geleceğine zehapları gibi
olmadığına işarettir.
Ey arkadaş! Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istilâ etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kâinatın yaratılışından başlayarak her tarafa dal budak salıp gelen şu şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında, yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads, yani sür'at-i intikal ile hükmedebilir.
S - Cehennem şimdi mevcut olduğu takdirde, yeri nerededir?
C - Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, el'an Cehennemin vücuduna itikad ediyoruz, ama yerini tayin edemiyoruz.
S - Bâzı hadislerin zahirine göre, Cehennem tahtel-arzdır; yani yerin altındadır. Ve keza, bir hadise nazaran, Cehennem ateşinin dünya ateşinden iki yüz derece fazla harareti vardır. Bu noktaların izahı?
C - Kürenin tahtı, merkezinden ibarettir. Buna binaen, arzın tahtı, merkezidir. Nazariyat-ı hikemiyece sabit olduğu vecihle, arzın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır. Çünkü, her otuz üç zıra' derinliğinde, tahminen bir derece hararet artar. Buna binaen, merkeze kadar iki yüz bin dereceli bir hararet meydana gelir. İşte bu nazariyeye, mezkûr hadisin meâli mutabık gelir. Buna binaen, küre-i arzın merkezinde bulunan iki yüz bin derece hararetli bir ateş, Cehenneme bir çekirdek hükmünde olup, kıyamette, kabuğu hükmünde bulunan tabaka-i türabiyeyi çatlatıp, bütün dehşetiyle çıkar, tevessü etmeye başlar ve tam teçhizatıyla Cehennem meydana gelir, denilebilir.
Ve keza, bir hadise nazaran, "Zemherir"1 namında, burudet ile yakan bir ateş vardır. Bu hadis de, o nazariyeye mutabıktır. Zira, merkez-i arzdan sathına kadar derece derece artan veya tenakus eden ateş, Zemherir de dahil olmak üzere, ateşin bütün mertebelerine şâmildir. Hikmet-i tabiiyede takarrur ettiği gibi, ateş, bazen öyle bir dereceye gelir ki, yakınında bulunan şeylerden hararetleri tamamen celp ve cezb etmekle, onları bürudet ile yakar ve suyu incimad ettirir.
S - Mezkûr hadise göre, Cehennem, arzın merkezindedir. Halbuki arz, Cehenneme nisbeten bir yumurta kadardır. O kocaman Cehennem, arzın karnında nasıl yerleşir?
C - Evet, âlem-i mülk, yani âlem-i şehadet, yani bu görmekte olduğumuz âleme göre, Cehennem, arzın içindedir diye, Cehennemi küçük gösteriyoruz. Amma âlem-i âhirete nazaran, Cehennem öyle azamet peyda eder ki, binlerce arzları içine alır, doymaz. Bu âlem-i şehadet, bir perde gibi, onun tevessüüne mâni olmuştur. Binaenaleyh, arzın içindeki Cehennemden maksat, Cehennemin kalbi ve Cehennemin çekirdeğidir.
Ve keza Cehennemin arzın altında bulunması, arzın karnında veya arz ile muttasıl, yapışık olmasını istilzam etmez. Zira şems, kamer, yıldız, arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatin meyveleridir. Malûmdur ki, meyvenin altı, bütün dalların aralarına şumulü vardır. Binaenaleyh, Allah'ın mülkü pek geniştir. Şecere-i hilkatin dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir; Cehennem nereye giderse, yeri vardır.
Ve keza, bir hadise göre, Cehennem matvîdir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennemin, bir yumurta gibi, arzın merkezinde mevcut ve bilâhere tezahür edeceği, mümkinattandır.
İhtar: Cehennemin şimdi mevcut olmadığına Mutezileleri sevk eden, bu hadis olsa gerektir.
Arkadaş! Bu âyetin cümlelerini yoklayalım, bakalım, o zarflar nasıl sadeflerdir, içlerinde ne gibi cevherler vardır?
Evet, cümlesinin başındaki
harf-i atıftır. Malûm ya,
birşeyin diğer birşeye atfı, aralarında bir münasebetin bulunmasına
mütevakkıftır. Halbuki
ile
cümleleri arasında münasebet
görünmüyor. Bunların aralarındaki
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23,24 - s.1237
münasebet, ancak iki sual ve cevabın takdiriyle tezahür eder. Şöyle ki:
Evvelki âyette ibadete emredildiğinde, "İbadet nasıldır?" diye vârit
olan suale cevaben, "Kur'ân'ın talim ettiği gibi" denildi. "Kur'ân
Allah'ın kelâmı mıdır?" diye edilen ikinci suale cevaben
ilââhir denildi. İşte, her iki cümle arasında bu suretle münasebet tezahür eder ve
harf-i atfın da muktezası yerine gelir.
S - şek ve tereddüdü ifade eder.
ise, cezm ve kat'iyete delâlet
eder. Onların şek ve raybları, Kur'ân hakkında kat'îdir. Binaenaleyh, makamın
iktizası hilâfına
kelimesinin
kelimesine tercihan zikrinde ne
gibi bir işaret vardır?
C - Evet, onların şek ve rayblarını izale edecek esbabın zuhurundan dolayı, o gibi şüphelerin vücuduna kat'iyetle hükmedilemeyeceğine, ancak o şeklerin vücuduna yine şek ve şüphe ile hükmedilebileceğine işarettir.
İhtar: kelimesinin ifade ettiği şek ve tereddüd, üslûbun
iktizasına göredir, hâşâ, Mütekellime ait değildir.
ile
cümleleri bir mânâyı ifade ettikleri ve ikinci cümle,
birinci cümleden kısa olması üslûba daha uygun olduğu halde, birinci cümlenin
ikinci cümleye tercihan zikri, onların rayblarının menşei, hasta tabiatlarıyla
kötü vücutları olduğuna işarettir.
S - Onlar rayblara zarf ve mahal oldukları halde, onları mazruf, raybı onlara zarf göstermek neye binaendir?
C - Evet, kalblerindeki raybın zulmeti bütün bedenlerine, kalıplarına intişar ve istilâ etmiş olduğundan, kendilerinin rayb içinde bulundukları sanılmakta olduğuna işarettir.
Nekre olarak kelimesinin zikri, tâmim içindir. Yani, hangi raybınız
varsa, cevap birdir; herbir raybınıza karşı mahsus bir cevap lâzım değildir. Hangi
çareye başvurursanız, alacağınız cevap, Kur'ân'ın i'câzıdır. Evet, bir çeşme
başında su içip tatlılığını anlayan bir adam, bütün o çeşmeden teşaub eden
arkları tecrübe etmeye hakkı yoktur; zira menbaı birdir. Kezalik, bir sûrenin
muarazasından âciz kalan adamın, bütün Kur'ân'ı tecrübeye hakkı yoktur. Çünkü
Kâtip birdir.
daki
beyanı ifade ettiğinden,
kelimesinin takdirini ister.
Takdir-i kelâm,
olsa gerektir.
tâbirinden anlaşılır ki, onların şüphelerinin menşei nüzul sıfatı olup, kat'î
cevapları da, ispat-ı nüzuldür.
Tedricen, yani âyet âyet, sûre sûre, hâdiselere göre nüzulü ifade eden tef'il
babından kelimesinin, def'aten nüzule delâlet eden if'al babından
kelimesine tercihan zikredilmesi, onların, dâvâlarında "Niçin Kur'ân def'aten
nâzil olmamıştır?" diye delil getirdiklerine işarettir.
Abd lâfzının nebî veya Muhammed (a.s.m.) lâfızlarına cihet-i
tercihi; abd tâbiri, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın azametine ve ibadetin
ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi,
emrini tekittir ve Resul-i Ekrem
hakkında vârit olan vehimleri def etmektir ki, o zat bütün insanlardan ziyade ibadet
yapmış ve Kur'ân'ı okumuştur.
Bu emir, tâciz içindir. Yani emirden maksat, muhataptan birşey talep değildir. Ancak,
başlarına vurmakla muarazaya, tecrübeye dâvet etmektir ki, aczleri meydana çıksın.
ilââhir... Bu tâbirden anlaşılır ki, onların ilzamları, aczleri son
hadde baliğ olmuştur. Zira, dokuz dereceye baliğ olan tahaddinin, yani muarazaya dâvet
etmenin tâbirleri, tabakaları vardır.
1. Yüksek nazmıyla, ihbârât-ı gaybiyesiyle, ihtiva ettiği ulûmu ve âli hakaikiyle beraber tam bir Kur'ân'ın mislini, ümmî bir şahıstan getiriniz.
2. Eğer böylece mislini getirmek takatinizin fevkinde ise, beliğ bir nazımla uydurma şeylerden olsun, getiriniz.
3. Eğer buna da kudretiniz olmazsa, on sûre kadar bir mislini yapınız.
4. Bu da mümkün olmadıysa, uzun bir sûrenin mislini yapınız.
5. Eğer bu da size kolay değilse, kısa bir sûrenin misli olsun.
6. Eğer ümmî bir şahıstan imkân bulamadıysanız, âlim ve kâtip bir adamdan olsun.
7. Bu da olmadığı takdirde, biribirinize yardım etmek suretiyle yapınız.
8. Buna da imkân bulunamadığı takdirde, bütün ins ve cinlerden yardım isteyiniz ve bütün efkârın neticelerinden istimdad ediniz. Neticeleri, tamamen yanınızda bulunan kütüb-ü Arabiyede mevcuttur. Bütün kütüb-ü Arabiye ile Kur'ân arasında bir mukayese yapılırsa, Kur'ân, mukayeseye gelmez. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Öyleyse Kur'ân,
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23,24 - s.1238
ya hepsinden aşağıdır veya hepsinden yukarıdır. Birinci ihtimal, bâtıl ve muhaldir. Öyleyse hepsinden yukarı, fevka'l-küll bir kitaptır. On üç asırdan beri misli vücuda gelmemiştir, bundan sonra da vücuda gelemeyecektir, vesselâm.
9. "Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya girişsek, bizi destekleyecek kimse yoktur" diye gösterdikleri o bahaneyi de def etmek için, "Şühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler."
İşte bu tabakalara dikkat edilirse, muarazanın şu mertebelerine işareten, Kur'ân-ı Kerimin yaptığı îcaz ile gösterdiği i'câza bir şua görünür.
Arkadaş! Kur'ân-ı Kerimden en kısa bir sûreye muaraza etmekten beşerin aczi, mezkûr izahat ile sabit oldu. Amma i'câzın limmiyet ciheti kaldı. Yani, beşerin aczini intaç eden illet ve sebep nedir?
Evet, Kur'ân ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenab-ı Hak
tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir.
Fakat Abdülkahir-i Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat imamlarınca,
beşerin kuvveti Kur'ân'ın yüksek üslûp ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür
etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: "İ'câz, zevkîdir; târif ve tâbir
edilemez." Yani, fikriyle i'câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz;
bal gibidir.
Lâkin Abdülkahir'in iltizam ettiği veçhe göre, i'câzı tarif ve tâbir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz.
S - Taife, necm, nevbet kelimeleri, sûre kelimesinin vazifesini ifa edebilirler. Sûre kelimesinin onlara tercihan zikrinde ne vardır?
C - Onları, şüphelerinin menşei ile ilzam ve boğmaktır. Şöyle ki:
Onları şüpheye düşürten, güya Kur'ân'ın def'aten nazil olmamasıdır. Demek
Kur'ân def'aten nâzil olmuş olsaydı, Allah'ın kelâmı olduğundan şüpheleri
olmazdı. Lâkin parça parça nâzil olduğundan, şüphelerine bais olmuştur ki,
"Bu, beşerin kelâmıdır, parça parça yapılışı kolaydır, biz de
yapabiliriz" diye şüpheye düştüler. Kur'ân-ı Kerim de, onların kolay
zannettikleri yolu, tâbiriyle ihtar ve "Haydi, mislini getiriniz de, sizin
kolay zannettiğiniz parça parça şeklinde olsun" diye, onları kolay addettikleri
yolda boğmuştur.
Ve keza, Zemahşerî'nin beyanı vechiyle, Kur'ân-ı Kerimin sûrelere taksim edilmiş bir şekilde nâzil olmasında çok faydalar vardır. Evet, çok garip letaifi havi olduğu için, şu üslûb-u garip ihtiyar edilmiştir.
deki zamir, ya Kur'ân'a râcidir, yani, "Kur'ân'ın mislini
getiriniz." Veya Hazret-i Muhammed'e (a.s.m.) âittir. Yani, "Bir sûreyi o
zâtın (a.s.m.) misli olan ümmî bir şahıstan getiriniz." Lâkin birinci ihtimale
göre ibarenin hakkı
iken, iktizanın hilâfına
denilmiştir.
Bunun esbabı: Çünkü birinci ihtimalde, ikinci ihtimalin de mülâhazası ve riayeti
lâzımdır. Zira, yalnız Kur'ân'ın mislini getirmekle mesele bitmiş olmuyor. Ancak
ümmî bir şahıstan getirilmesi lâzımdır ve muarazanın tamamiyetine şarttır.
İşte, bunun için, hem deki zamirin Kur'ân'a râci olması lâzımdır. Hem ibarenin
tebdili lâzımdır ki, her iki ihtimal mer'î olsun.
Ve keza, muarazanın tamamiyeti, yalnız bir sûrenin mislini getirmekle olmuyor. Ancak Kur'ân'ın tamamına misil olacak bir mecmudan, bir kitaptan alınan bir sûrenin mislini getirmek şart olduğuna işarettir.
Ve keza, nüzulde Kur'ân'ın emsali olan kütüb-ü semaviyeye zihinleri çevirir ki, aralarında yapılacak muvazene ile Kur'ân'ın ulviyeti anlaşılsın.
Bu tâbirin istiane veya istimdat kelimelerine cihet-i tercihi, dâvet
kelimesinin kullanış yerlerinden anlaşıldığı vecihle, onları belâlardan,
zahmetlerden kurtarıp yardım edenler hazır bulunup, yalnız çağırmaları
lâzımdır, fazla bir zahmete ihtiyaç olmadığına işarettir. İstiane ve istimdat
kelimeleri ise yardımcıların hazır bulunduklarına delâlet etmezler.
Bu tâbir, üç mânâya tatbik edilebilir.
Birincisi: Büyük ediplerdir. Bu mânâya göre, onların muaraza mânâsında
"Bizim kuvvetimiz muarazaya kâfi değilse de, büyük edip ve hocalarımızın
muarazaya kudretleri vardır" diye söyledikleri yalanı da, Kur'ân-ı Kerim,
emriyle kesip atmıştır.
İkincisi: Muarazayı destekleyip şehadet edenlerdir. Bu ihtimale nazaran, onların, "Biz muarazaya girişsek bizi destekleyen, şehadet eden yoktur" diye gösterdikleri bahaneyi de Kur'ân-ı Kerim, müsaade vermek suretiyle "Haydi, şahitlerinizi de çağırınız, sizi takviye etsinler" diye, o bahaneyi de yalana çıkartmıştır.
Üçüncüsü: Âlihe mânâsınadır. Bu mânâya nazaran, sanki Kur'ân-ı Kerim onlara karşı, "Yahu,