![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 23,24 - s.1239 |
bu kadar taptığınız ilâhlarınız varken, böyle dar ve sıkıntılı bir vaktinizde niçin onlardan yardım istemiyorsunuz? Onları çağırınız ki, bu muaraza belâsından sizi kurtarsınlar!" diye bu cümle ile onlara tehekküm etmiş, yüzlerine gülmüştür.
İhtisası ifade eden şu izafe,
kelimesinin her üç mânâsına
da bakar. Şöyle ki:
1. Madem ki büyük edip ve hocalarınız vardır, tabiî aranızda irtibat, hürmet ve muhabbet vardır. Ve yanınızda hazır olup, gaip de değillerdir. Eğer onların bu dehşetli muarazaya kudretleri olsaydı, herhalde yardım edeceklerdi. Demek, onlar da sizler gibi âcizdirler, kusurlarına bakmayınız!
2. Muarazada sizleri destekleyecek, şehadet edecek her kim olursa olsun kabul ederiz, çağırınız. Amma onlar, böyle bedîhü'l-butlan bir dâvâda yalan şehadete cesaret edemezler.
3. Mâbud ittihaz ettiğiniz âliheleriniz nasıl size yardım etmiyorlar? Onları da çağırınız, bakalım. Fakat onlarda can yok, şuurları da olmadığı gibi, hiçbir şeye de kàdir değillerdir. Onları da mâzur görünüz!
Yani, "Allah'tan maada." Bu kayıt, şühedanın birinci mânâsına
göre tâmimi ifade eder. Yani, "Allah'tan maada, dünyada ne kadar erbab-ı fesahat
varsa çağırınız." Şühedanın ikinci mânâsına nazaran, aczlerine işarettir.
Çünkü bir meselede âciz ve mağlûp olan, yemin eder, şahitleri gösterir. Bu,
âcizler için bir usuldür. Şühedanın üçüncü mânâsına göre, onların Resul-i
Ekrem ile muarazaları, âdeta, şirk ile tevhid veya cemâdât ile Hâlık-ı Arz ve
Semavat arasında bir muaraza olduğuna işarettir.
Bu cümle, "Biz istersek, Kur'ân'ın mislini yaparız" diye evvelce
sarf ettikleri sözlerine işarettir.
Ve keza, onların yalancı olduklarına bir târizdir. Yani, "Sıdk erbabı değilsiniz, ancak safsatacı adamlarsınız. Evet, siz hakkı talep ederken rayb, şüphe kuyusuna düşmediniz. Ancak rayb, şek ve şüphelere koşarken içine düşmüş kafasız adamlarsınız."
İhtar: cümlesinin cezaü'ş-şartı, mâkablinin hülâsasıdır.
Takdir-i kelâm:
Yani: "Sözünüzde sadık olsaydınız, yapacaktınız."
Arkadaş! cümlesi, onların aleyhine bir kıyas-ı istisnaîyi tazammun etmiştir. O
kıyasın sûret-i teşekkülü: "Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lâkin
yapamadınız; öyleyse sadık değilsiniz." Fakat Kur'ân-ı Kerim, mukaddeme-i
istisnaiye yerinde, yani "Lâkin yapamadınız"a bedel,
ilâ
âhir cümlesini, şekki ifade eden
ile söylemiştir. Bunun esbabı
ise, onların, "Yapacağız" diye ettikleri zannı bir derece okşamak içindir.
Ve keza, o kıyasın neticesi olan "Sadık değilsiniz" yerine de, o
neticenin üçüncü derecede lâzımının illeti olan söylemiştir. Takdir-i kelâm:
"Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lâkin yapamadınız. Öyleyse sadık
değilsiniz. Öyleyse hasmınız olan Resul-i Ekrem sadıktır. Öyleyse Kur'ân,
mu'cizdir. Öyleyse iman ve tasdikiniz lâzımdır ki, ateşe düşmeyesiniz."
Bu
emr-i ilâhî, onlara yapılan tehditleri dehşetlendiriyor.
cümlesindeki
kelimesi, fi'l-i muzâridir. Bu fiil, zaman-ı hal ile istikbal
arasında müşterektir. Huruf-u şartiyeden olan
zaman-ı halden istikbal
dağlarına atıyor. Huruf-u câzimeden olan
istikbalden mâzi derelerine
fırlatıyor. Zavallı
her iki edatın ellerinde top gibi oyuncak olmuştur. Bu
edatların bu vaziyetleri zihinleri hem mâziye, hem istikbale gönderiyor ki, mâziyi
süslendiren beliğ hitabeleri, altınla yazılan muallâkatları, Kur'ân'ın yakınına
bile gelemediklerini görsünler. O sayfayı gördükten sonra, istikbal sayfasını da
ona kıyas etsinler.
nun
kelimesine tercihinde, iki nükte vardır.
Birisi: Kur'ân'ın i'câzı, onların aczindendir. Aczleri ise, eserden olmayıp fiilden olduğuna işarettir. Yani aczlerinin menşei, Kur'ân'ın misli değildir, o misli yapmaktandır.
İkincisi ise: İlm-i sarfta ,
,
bütün fiillerin terazisi
olduğu gibi, üslûplarda da uzun hikâyeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir
lâfızla ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinâye kabîlinden cümleleri tâbir eden bir
zamirdir.
daki
huruf-u nâsıbeden olup, dahil olduğu fiili istikbale
nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbalde nefyeder. Demek bu cümlenin kaili, pek
büyük bir itminan ve ciddiyetle, şek ve şüphe etmeyerek bu hükmü vermiştir. Bundan
anlaşılır ki, o zâtın işlerinde hile yoktur.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 25 - s.1240
S - ittika ile tecennüb, ikisi de bir mânâyı ifade ederler. İttika'nın
tecennüb'e cihet-i tercihi nedir?
C - Evet ittika, imana tâbidir. Yani ittika, iman olduktan sonra husule gelir.
Tecennübde bu tebaiyet yoktur. Binaenaleyh, ittika kelimesi imanı andırır ve ittika
lâfzıyla, imana îma ve işaret edilebilir. Fakat tecennüb kelimesi bu işi
göremez. Bunun içindir ki, nun hakikî cezası olan
nun
yerinde
ya tercihan
ihtiyar ve ikame edilmiştir.
Nâr'ın
ile tarifi, nâr'ın
mâhudiyet ve malûmiyetine işarettir. Çünkü, enbiya-i izamdan işitilmek suretiyle,
zihinlerde malûmiyeti takarrur etmiştir.
S - esmâ-i mevsuledendir. Sıla, dahil olduğu cümlenin evvelce malûm olduğunu
iktiza eder. Halbuki sılası olan
evvelce muhataplara malûm
değilmiş.
C - 1
âyeti bu âyetten evvel nâzil olduğuna nazaran, muhataplar ondan kesb-i malûmat
ettiklerine binaen, burada
ile
arasında tavsif muamelesi yapılmıştır.
Bu kayıtlardan maksat, tehdittir. Tehdidlerin tekit ve teşdit edildiğine
binaen, burada
kelimesiyle tekit edilmiştir,
lâfzıyla de teşdit ve tevbih
edilmiştir. Şöyle ki:
"Menfaat, necat ümidiyle taştan mâmul mâbud ittihaz ettiğiniz sanemler, size tâzip âleti, yani sizi yandırıp yakan ateşe odun olmuşlardır. Zavallılar! Niçin bunu düşünmüyorsunuz?"
S - cümlesinde, makamın iktizası hilâfına
yerine
denilmesi neye binaendir?
C - Evet, Kur'ân-ı Kerim'in takip ettiği usul, ale'l-ekser âyetlerin sonunda
küllî kaideleri, fezlekeleri söylediğine göre, Kur'ân-ı Kerim, onların Cehennemlik
olduklarını ispat eden delilin ikinci mukaddemesine işaret etmek üzere, ism-i zahiri,
zamir yerine, yani cümlesini,
yerine ikame ile tâmim
yapmıştır.
Takdir-i kelâm:
Yani: "Siz Cehennemliksiniz. Zira kâfirlerdensiniz. Cehennem de kâfirler içindir."
Yani, "İman eden ve iyi işler işleyen mü'minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, 'Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir' derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimî bir şekilde kalacaklardır."
Arkadaş! Bu âyetin, evvelâ mâkabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Bu âyetin geçen âyetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkûr cümlelere doğru bu âyetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur'ân-ı Kerimin bu âyetle işaret ettiği netice, imanla amel-i sâlihin semeresi, sûrenin başında mü'minlere yaptığı medh ü senâya bakıyor.
Ve yine sûrenin başında, kâfir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedî bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu âyetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır.
Ve yine ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bâis olan ibadetten
neş'et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu âyetle Cennetin kapısını açarak,
Cennetin lezaizini göstermekle mü'minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir.
Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu âyette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
Ve yine, yukarıda nübüvvet-i Muhammediye (a.s.m.) ilâ âhir, âyetiyle işaret
edilen i'câz ile ispat edilmiştir. Burada da, tebşir ve inzar gibi nübüvvet
vazifelerine lisan-ı Kur'ân ile işaret edilmiştir.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 25 - s.1241
Ve yine, yukarıda i'âd ve inzar, yani tahvif ve tehditler yapılmıştır. Burada da vaadler, rağbetler, beşaretler yapılmıştır. Bunların arasındaki münasebet, tezâdî bir münasebettir.
Ve yine, nefsin, vicdanın ve aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib ve terhib, yani ümit ve korku hisleri lâzımdır. Bu hislerin vücut bulup devam etmeleri ancak, tergib ve terhib, yani ümitlendirmek ve korkutmakla olur. Tergib ve terhibin devamı, ancak vicdanda mevcut tahrik edici bir emrin vücuduyla olur. İşte bu âyetle, tergib hissi uyandırılmıştır. Evvelki âyetlerle de, terhib hissi tahrik edilmiştir. Bu itibarla, aralarında tezâdî bir münasebet vardır.
Ve yine, geçen âyetlerde âhiretin bir şıkkına, yani Cehenneme işaret yapılmıştır. Bu âyette, ikinci şıkkı olan Cennetten haber verilmiştir. Bu itibarla, âhiretin her iki şıkkı da zikredilmiş bulunuyor.
Arkadaş! Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir. Ve kâinatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir. Ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur.
Evet, Cenab-ı Hak, gayr-ı mütenahi hikmetler için bu âlemi, imtihana sahne yaptı. Yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, tahavvülâta, inkılâplara mahal olmasını irade etti. Ve yine, sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef ile zararı, hüsün ile kubhu, hülâsa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kâinatın şu mezraasına serpti.
Evet, madem ki bu âlem, nev-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir. İyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar;
2
"Ey mücrimler, bir tarafa çekiliniz!" diye olan tüy ürpertici, sâika-vâri,
şiddetli emr-i İlâhîye mâruz kalacakları gibi, iyi insanlar da
3
"Daimî kalmak üzere Cennete giriniz" diye olan Cenab-ı Hakkın mün'imane,
şefîkane, lütufkârâne emirlerine mazhar olacaklardır.
İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak; kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nef'i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin teçhizatları ikmal edilecektir.
Mukaddeme
Bu âyet, mâkabliyle beraber kıyamete, haşre işaret eder. Binaenaleyh, bu meselede nazara alınacak dört nokta vardır.
Birincisi: Âlemin imkân-ı harabiyetiyle ölümüdür.
İkincisi: Harabiyetin vukua gelmesidir.
Üçüncüsü: Tamir ve ihyasıdır.
Dördüncüsü: Tamirinin imkânı ve vukuudur.
Evvelâ: Harabiyet-i âlem imkân dairesinde olup olmadığından bahsedeceğiz.
Evet, âlemde tekâmül kanunu vardır. Bu kanuna tâbi olan, neşvünema kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiîsi vardır. Ömr-ü tabiîsi olanın, ecel-i fıtrîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz.
Evet, kâinatın ihtiva ettiği envâın ve bu envâın ihata ettiği efradın kısm-ı ekserîsi bu kanunlara tâbidirler. Binaenaleyh, âlem-i sağîr denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi, insan-ı kebir denilen âlemin de ölümden necatı yoktur. Ve keza, kâinatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halâs olmadığı gibi, şecere-i hilkatten olan kâinat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur. Evet, eğer kâinat ömr-ü fıtrîsinden evvel haricî bir tahribata veya Sânii tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fennî bir hesapla, kâinatın öyle bir günü gelecektir ki,
4
ve 5
gibi âyetlere mâsadak olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kâinat, şu boşluğu
sekeratının bağırtılarıyla dolduracaktır.
İkinci nokta: Harabiyet-i âlemin vukua geleceğidir. Evet, bütün semavî dinler, âlemin harap olacağında müttefiktirler. Hem herbir fıtrat-ı selîme, âlemin öleceğine şehadet eder. Ve kâinatta gözle görünen şu kadar nev'î, ferdî, yevmî, şehrî, senevî tagayyürat, tahavvülât, inkılâpların yalnız işaretleriyle değil, sarahatleriyle, kıyametin geleceği sabittir. Eğer bu icmal ile kanaat hasıl edemediysen, bir parça izahat verelim.