![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 25 - s.1242 |
Arkadaş! Kâinat dediğimiz şu apartman-ı İlâhî öyle ulvî, yüksek, derin, ince nizamlara tâbi ve öyle acip, garip rabıtalara bağlıdır ki, eğer bir duvarı veya bir taşı "Yerinden çık!" emrine hedef olsa, derhal âlem, ölüm hastalığına düşer, sekerata başlar; yıldızlar arasında müsademeler, ecram arasında muharebeler vukua gelir. Şu gayr-ı mütenahi boşluk, pek şiddetli sayhalar, pek dehşetli sâikalar, pek korkunç sesler, sadâlar, gürültüler ve gümbürtülerle dolar.
Evet, insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule gelen fırtınanın, ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkân dairesinde değildir.
İşte bu şiddetli ölümle hilkat bayılır, kâinat yayılır, hilkatin yağı ayranı biribirinden ayrılır; Cehennem, maddesiyle, aşîretiyle bir tarafa çekilir; Cennet de letafetiyle, lezaiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecellî ve incilâ eder.
S - Kâinat, ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; böyle tagayyüratlı, inkılâplı, mâil-i inhidam bir sûrette yaratılıp, bilâhare tahripten sonra ebediyete kabil, metin bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmaz mıydı?
C - Vakta ki Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inâyet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidatlarının neşvünemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi tuttu, zararları menfaatlere kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem etti. Hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuruyla beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi tuttu.
Vakta ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kâinat
tarlasının vakt-i hasadı hulûl eder. Sâni-i Hakîm, inâyetiyle, birbiriyle
karışık yoğurduğu zıtları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü doğuran esbabı
ayırır ve ihtilâf maddelerini tefrik eder. Sonra Cehennem, ebede elverişli olarak
metin ve kavî bir cisimle teşekkül ederek, hitabına hedef olur. Cennet ise,
esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecellî eder ve müncelî olur.
Evet, gerek Cehennemi, gerek Cenneti teşkil eden ecza ve maddeler arasında münasebet vardır, zıddiyet yoktur. Münasebet, intizamın şartıdır; nizam da, devama sebeptir. Ve keza, bu iki menzilin halkı da ebedî oldukları için, vücutlarını teşkil eden ecza, tagayyüre maruz değildir. Çünkü, dünyadaki cisimlerinin terkip ve tahlilleri arasında muvazene yoktur. Yani cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için inhilâle yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları arasında tam mânâsıyla muvazene vardır ki, inhilâle mahal kalmaz.
Üçüncü ve dördüncü noktalar: Yani dünyanın ikinci tamiriyle haşrin vukuudur.
Evet, tevhid ve nübüvvetin ispatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünkü devir lâzım gelir.
Evet, Kur'ân ve Hadisten ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile ispat edilirse, muhal lâzım gelir. Bunun için, Kur'ân-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delâil-i akliye ile ispat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem aklî, hem naklî delillerle ispatı sahihtir.
Delil-i aklî ile ispatı, 1
âyet-i kerimesinin bahsinde beyan edilmiştir. Hülâsası: Vücutlarında şek ve
şüphe olmayan nizam, rahmet ve nimet, ancak ve ancak haşrin gelmesiyle ve ikinci bir
hayatın tahakkuku ile nizam, rahmet, nimet olabilirler. Eğer haşir gelmezse ve ikinci
bir hayat tahakkuk etmezse, bunları esmâü'l-ezdaddan addetmek lâzım gelir.
Delil-i naklî ise: Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan ile bütün enbiya, haşrin geleceğine ittifak etmişlerdir.
Aklî ve naklî deliller ise: Fahreddinü'r-Râzî'nin tefsirinde, bu kabil delilleri bildiren âyetler beyan edilmiştir. Hülâsa, bilhassa hayvanat ve nebatatta dâima vukua gelen haşirlere dikkat edip teemmül eden adam, elde edeceği müteferrik emarelerle haşrin vukuuna, hads ile, yani bir sür'at-i intikal ile hükmedecektir.
Şimdi bu âyetin cümlelerini biribirine bağlayan münasebetlere gelelim. Evet, bu âyetin cevherlerini nazmeden ve cümlelerinin silsilesine medar-ı bahis olan nokta, "saadet"tir. Şöyle ki:
Saadet-i ebediye, iki kısımdır.
Birinci ve en birinci kısmı: Allah'ın rızasına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyetine mazhar olmaktır.
İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre, saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılâp eder.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 25 - s.1243
Birinci kısım saadetin aksamı, tafsilden müstağnîdir veya gayr-ı kabildir.
İkinci kısım saadetin aksamı ise: Evet, meskenin en lâtifi, en cazibedar şekli, etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçeklerle müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular, nehirler akan kasır ve köşklerdir. Evet, camid kalbleri aşk ve şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şairlere sermaye olarak şairâne teşbihleri, temsilleri, üslûpları ilham eden, sular ile hazravat ve nebatattır.
Saadetin ikinci esası olan ekl ise: Me'kûlât (yiyecek) kuvvet verdiği cihetle, en iyisi, en lezizi, me'lûf olan kısımdır. Yani, insana garip, vahşî olmayan şeylerdir. Çünkü ülfetle, o nimetin derece-i kıymeti bilinir. Lezzet verdiği cihetle de lezzetin en büyük lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir. Ve keza, ekl lezzetini ikmal eden esbabdan biri de, o rızkın, kendi amelinin ücreti olduğunu bilmektir. İkinci bir sebep de, o rızkın menbaının daima göz önünde hazır bulunmasıdır ki, kalbi mutmain olsun, rızık için telâş etmesin.
Saadetin esaslarından nikâh ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar.
Evet, bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en lâtifi, en şefiki, "kısm-ı sâni" ile tâbir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, sûrî ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâli olmasıdır.
S - Yiyecek, içecek, şahsî vücudu ibka etmek içindir. Çünkü vücudun eriyip ayrılan şeylerin yerini doldurup tamir etmek yemek ve gıda ile olur. Nikâh da, nev'in bekası içindir. Halbuki âhirette eşhas ebedî olduğundan, vücutlarında eriyip ayrılan birşey yoktur ki gıdaya ihtiyaç olsun. Ve âhirette tenasül yoktur ki nikâha lüzum olsun.
C - Elemin def'i, lezzetin sebeplerinden biridir. Yoksa lezzet, ona münhasır değildir. Evet, şu elemli, kederli âlemde onlarda pek büyük lezzet ve faydalar olsun da, lezzetler yeri olan âlem-i saadette niçin daha nezih lezzet ve faydaları olmasın?
S - Bu âlemde lezzet, elemin def'inden hasıl olur. Halbuki âhirette elem yoktur?
C - Elemin def'i, lezzetin sebeplerinden biridir. Yoksa lezzet, ona münhasır değildir.
Ve keza, âlem-i ebedînin bu âleme benzetilmesi, kıyas-ı maalfârıktır. Yani,
aralarında çok farklar bulunduğundan, birbirine benzemez. Cennet ile Horhor bahçesininHAŞİYE arasında
ne nisbet varsa, Cennetin lezzetleriyle dünyanın lezzetleri arasında da aynı o nisbet
vardır. Cennetin, Horhor bahçesinden dereceleri ne kadar çok yüksek ise, uhrevî
lezzetler de dünya lezzetlerine göre öyledir. Her iki âlem arasında bu büyük
tefavüte, İbn-i Abbas, cümlesiyle işaret etmiştir. Yani: "Cennette, dünya
meyvelerinin yalnız isimleri vardır." Yani isimleri birdir, fakat lezzetleri
ayrıdır.
Cennette lezzetin devamı meselesi ise: Evet, lezzetin hakikî lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir, hattâ zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların enînleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün dîvanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar, hep mahbupların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş'et eden elemdendir.
Evet, pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevalleri dâimî elemleri intaç ettiği gibi; çok elemlerin zevali de, leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.
Hülâsa: İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.
Bu âyetin cümleleri arasındaki rabıtaları gördük. Şimdi, cümlelerinin işgal ettikleri yerler ile münasebetlerine bakacağız.
Evet, Bu cümlenin, bu mevki ile münasebeti:
Evet, Cenab-ı Hak, ibadeti teklif etti ve nübüvveti ispat etti ve Peygamberimizi (a.s.m.) tebliğ-i umura memur yaptı. Ve dünyevî bazı lezzetlere cevaz vermeyen ve meşakkatleri tazammun eden ibadete mü'minlerin imtisallerini temin etmek için, mü'minlere vaad buyrulan tebşirleri tebliğ etmeyi Resul-i Ekreme (a.s.m.) emretti. Çünkü o Hazret (a.s.m.) inzar ve tahvife (korkutma) memur olduğu gibi, Allah'ın rızasını, lütfunu, kurbiyetini
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 25 - s.1244
ve saadet-i ebediye gibi tebşiratını da tebliğe memurdur.
İnsanın ihtiyâcât-ı zaruriyesi içinde en evvel lâzım olan, mekân ve
meskendir.
Mekânın en güzeli, nebatat ve eşcara müştemil olan yerlerdir. Ve en lâtifi, nebatları arasında suların mecrası olan bahçelerdir. Ve en kâmil kısmı, ağaçlarının arasından akan nehirlerinin çoklukla bulunmasıdır. Kur'ân-ı Kerim, bu kısma
cümlesiyle işaret etmiştir.
Meskenden sonra insanın en fazla muhtaç olduğu, cismanî lezzetlerden yiyecek,
içecektir. Bu kısma da ,
kelimeleriyle işaret edilmiştir.
Sonra rızkın en ekmeli, me'lûf olan kısımdır ki, derece-i kıymeti bilinsin. Meyvelerin lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir; lezzetin en sâfisi, hazır ve yakın olanıdır; ve en lezizi, amelinin ücreti olduğunu bilmektir. Kur'ân-ı Kerim, bu kısma da
cümlesiyle işaret etmiştir.
Yani, "Bundan önce yediğimiz meyvelerdir veya dünyada yediğimiz
meyvelerdir." Çünkü Cennetin meyveleri, birbirine benzediği gibi, dünya
meyvelerine de zahiren benzerler.
Yani, "Rızıkları birbirine müteşabih olarak getirilir." Hadiste
de vârit olduğuna göre, Cennetin meyveleri suretçe birdir, ama tatları, taamları bir
değildir. Bu cümlede meçhul sigasıyla zikredilen
kelimesinden anlaşıldığı
gibi, rızkın insana götürülmesi, büyük bir şeref ve keramete delâlet ettiğinden,
büyük bir lezzeti intac ediyor.
Mesken ve me'kelden sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Bu
ihtiyacının Cennette temin edilmiş olduğuna, bu cümle ile işaret edilmiştir. Evet
insan, bir refikaya veya bir refîke muhtaçtır ki, tarafeyn, aralarında, hayatlarına
lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş'et eden muhabbet
iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli
zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam
ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.
İnsan bir nimete veya bir lezzete mazhar olduğu zaman, en evvel fikrini
bozan, vesvese veren, o nimetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir. Bu
vesveseli düşünceye mahal kalmamak üzere, Kur'ân-ı Kerim, bu cümle ile onların
ezvacıyla, lezaiziyle beraber Cennette aleddevam kalacaklarını tebşir etmekle, o
kederli düşünceden kurtarmıştır.
Bu âyetteki cümlelerin sadeflerinde bulunan cevherleri göstereceğiz.
cümlesinin başında bulunan
harf-i atıftır. Atfın her iki
tarafı arasında münasebet lâzımdır. Halbuki burada tebşir ile mâkabli arasında
münasebet görünmüyor. Ancak mâkablinde inzar vardır. Öyleyse bu tebşir, o
mâkablinden tereşşuh eden inzara atıftır.
Beşaret tâbiri, Cennetin, Cenab-ı Hakkın fazl-ı kereminden bir hediye-i
İlâhîye olup, amelin ücreti mukabilinde vâcip bir hak olmadığına işarettir.
Çünkü hak ve ücretin verilmesi, beşaretle tâbir edilemez. Buna binaen, yapılan
ibadet, Cennet için olmamalıdır.
Tebşirin siga-i emir kıyafetiyle zikri, tebliğin takdirine işarettir. Çünkü Resul-i Ekrem (a.s.m.) tebliğe memurdur, tebşire mükellef değildir. Takdir-i kelâm, "Müjdeleyerek tebliğ et" demektir.
S - Bu sıla ve mevsule tâbiri, ism-i fâil sigası olan
den
daha uzun olduğu halde neye işarettir?
C - Sûrenin başında tafsilen zikredilen
ilâahir, olan sıla ve mevsule işarettir ki, orada yapılan tafsil, burada
yapılan icmâle beyan olsun.
S - Sûrenin başında nin sıla denilen dahil olduğu cümle, muzâri sigasıyla
zikredildiği halde, burada mâzi sigasıyla zikredilmiştir. Esbabı nedir?
C - Orada makam, iman ve amele teşvik ve medih makamıdır. Buna münasip, muzâri sigasıdır. Burada makam, mükâfat ve ücreti vermek makamıdır. Buna da münasip, mâzi sigasıdır. Çünkü ücret, hizmetten sonra verilir.
Bu
harf-i atıftır. Atfın tarafeyni arasında münasebet lâzım olduğu gibi,
mugayeret de lâzımdır. Burada aralarında bulunan mugayeret, mezheb-i İtizâlin
hilâfına, amelin imana dahil olmadığına ve amelsiz imanın da kâfi gelmediğine
delâlet ettiği gibi;
tâbiri de, tebşir edilenin ücret gibi olduğuna işarettir.
Bu kelime, birşey ile takyid ve tahsis edilmeyerek, mutlak ve müphem
bırakılmıştır. Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh'un telâkkisine göre: