İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 25 - s.1245

"İyi şeyler mânâsında olan e01917.gif (1051 bytes) kelimesi, beynennâs meşhur ve malûm olduğundan, mutlak bırakılmıştır."

Ben de diyorum ki: sûrenin başına itimaden burada müphem bırakılmıştır. Çünkü, sûre başında zikredilen
1e01918.gif (1673 bytes) âyeti buradaki e01917.gif (1051 bytes) yi beyandır.

e01919.gif (1661 bytes) Bu âyetten maksat, mükâfattan neş'et eden neş'eli lezzet ve sürurdur. Bu maksadın takviyesine işaret eden kayıtlar:

1. e01920.gif (914 bytes) nin tekidi.

2. lam.gif (887 bytes) nin ihtisası.

3. e01921.gif (969 bytes) ün takdimi.

4. Cennet'in cem'iyle tenkiri.

5. Cereyan'ın zikri.

6. e01922.gif (958 bytes) ile beraber e01923.gif (919 bytes) in zikri.

7. Nehir tâbiriyle tarifidir.

Bu kayıtların, o maksadın tahakkukuna çalıştıklarına bir parça izahat vereceğiz. Şöyle ki:

Pek büyük birşey tebşir edildiği zaman, akıl tereddüt eder, inanamaz, inandırmak için tekide ihtiyaç olur. Ve keza, neş'e ve sürur makamları, evhamdan hâli olmalıdır. Çünkü ednâ bir vehimle, sürur zâil olur. Buna binaen, burada o büyük tebşirat,e01920.gif (914 bytes)  ile tekit edilmiştir ki, hem akıl inansın, hem o süruru izale edecek hiçbir evham kalmasın. Ve keza, bu tebşiratın yalnız bir vaadden ibaret olmayıp, bir hakikat olduğuna işarettir.

İhtisası ifade eden e01921.gif (969 bytes) deki lam.gif (887 bytes) tebşir edilen şeyin onlara mahsus ve onların mülkü ve onların fazlı, istihkakları olduğuna delâlet eder ki, lezzetleri tamam, sürurları müzdad olsun. Ve illâ, bir padişah, bir fakiri misafir ederse, madem o misafirlik ve o sohbet ebedî değildir, kıymeti yoktur.

e01921.gif (969 bytes) ün takdimi hasrı ifade ettiğinden, beynennâs, Cennetin onlara tahsis kılındığına ve dolayısıyla ehl-i nârın da perişan hallerini onların gözleri önüne götürmeye sebep olduğuna delâlet eder. Ve bu itibarla Cennetin lezzeti artar ve kıymeti tezahür eder.

Cennet'in cem'i, Cennetlerin taaddüdüne ve amellere göre Cennetin mertebelerine işarettir.

Ve keza, Cennetin her bir cüz'ü, Cennet gibi bir Cennet olduğuna ve herbir mü'mine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir Cennet gibi göründüğüne işarettir.

Cennetin tenkîri ise, güzelliğinin kabil-i târif ve tavsif olmadığına veya sâmilerin iştah ve istihsanlarının fevkalâdeliğine işarettir.

e01927.gif (997 bytes) Bahçelerin en güzeli, içinde suyu bulunanlardır. Bunların da en güzeli, içlerinden suları akanlardır. Bunların da en iyisi, akıntısı devamlı olanlardır. İşte cereyanın siga-i muzâri kıyafetinde zikredilmesi, o cereyanları tasvir etmekle, devamlı olduğuna işarettir.

e01928.gif (1061 bytes) Hadravat (yeşillik) ve nebatat içinde cereyan eden suların en iyisi, nebaan suretiyle bahçenin içinden çıkmakla yüksek köşklerin altından kendine mahsus terennümatıyla geçen, eşcar ve nebatata dağılan sulardır.  e01928.gif (1061 bytes)kelimesi, bu kısım sulara işarettir.

e01930.gif (1048 bytes) Suların çokluğu, bahçelere daha ziyade menfaat, revnak ve güzellik verir.

Kezalik, küçük küçük arklardan tecemmu eden nehirler, daha güzel manzaraları teşkil eder. Bilhassa suları berrak, zülâl, tatlı, soğuk olursa, fevkalâde bir kıymet, bir lezzet veriyor. İşte e01930.gif (1048 bytes) kelimesi, cem'iyle, târifiyle, maddesiyle bu çeşit sulara işaret eder.

e01932.gif (2269 bytes)

Bu büyük cümle, çok küçük küçük cümleleri tazammun etmiştir. Evet, bu cümle, mâkabliyle bağlı değildir; müste'nifedir, vazifesi mukadder bir suali cevaplandırmaktır. Mukadder sual ise, sekiz sualin memzuç ve mâcunudur. Şöyle ki:

Vakta ki iman edenler ve amel-i salih işleyenler, Cennet gibi yüksek bir meskenle tebşir edildiler, birdenbire sâmiin zihnine geldi:

"Acaba o meskende rızık olacak birşey var mıdır?

Varsa, o rızık nereden hasıl olur ve nereden gelir?

O rızıklar o Cennetten hasıl olduğu takdirde, nesinden neş'et ediyor?

Semeratından meydana gelirlerse, dünya semeratına benzerler mi?

Benzediği takdirde, birbirine de benzerler mi?

Birbirine müşabih olurlarsa, tatları bir midir, yoksa ayrı ayrı mıdır?


İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 25 - s.1246

Tatları muhtelif olduğu takdirde, koparıldıkları zaman yerleri boş mu kalır, yoksa derhal dolar mı?

Tebeddül ettikleri takdirde, devamlı mıdırlar? Devamlı iseler, onları yiyenler sevinirler mi? Sevindikleri zaman ne derler?

Arkadaş! Bu sualleri avucuna koy. Ben de bu cümleleri açar, içlerine bakarım. Sen de dikkat et, bakalım mutabık olacak mıdır?

e01933.gif (975 bytes) kelimesi, devam ve tahkike delâlet eder.

e01934.gif (1011 bytes) sîga-i mâzisiyle, vukuunun tahakkukuna delâlet ettiği gibi, maddesiyle de dünyadaki rızıklarını ihtar eder. Ve bina-i meçhul sigasıyla zikri, o rızkda meşakkatin bulunmamasına ve onların (ağalar ve beyler gibi) rızıkları ayaklarına geldiğine delâlet eder.

e01935.gif (1151 bytes) denilmektense e01936.gif (1089 bytes) denilmiş olsaydı, daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan, e01937.gif (959 bytes) ayrı, e01938.gif (1044 bytes) ayrı söylemek icap etmiştir.

e01938.gif (1044 bytes) deki tenkir, tâmimi ifade ettiği cihetle, Cennetin bütün semereleri rızık olmaya şâyân olduğuna işarettir.

e01940.gif (979 bytes) kelimesinin tenkiri ise, açlığı gidermek için yediğiniz, gördüğünüz rızık olmadığına işarettir.

e01941.gif (977 bytes) tefâul bâbının mânâsı olan şirketi andırıyor. Yani, "O rızkın acip keyfiyetinden ettikleri taaccüp ve istiğrabı birbirine söylemeye başladılar."

e01942.gif (1395 bytes) Bu cümlede mübhem bırakılıp beyan edilmeyen rızık kelimesinin dört mânâya ihtimali vardır.

Birincisi: Rızıktan maksat, amel-i sâlihtir. Yani, "Bu dâr-ı dünyada rızık olarak bize nasip kılınan, amel-i salih, yani, şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız amel-i salihin neticesidir." Yani amel ile ceza arasında o kadar ittisal (bağlılık) vardır ki, sanki dünyadaki amel, âhirette tecessüm edip sevap kesilmiştir. Onların sevinçleri, bu noktadan hasıl olmuştur.

İkincisi: Rızıktan maksat, dünyanın taam ve yemekleridir. Yani, "Dünyada rızık olarak bize verilen taamlar, bunlardır. Amma zevkleri, tatları arasında dağlar kadar fark vardır." İşte onların istiğrapları bu noktadandır.

Üçüncüsü: Bu semereler, biraz evvel yediğimiz semereler gibidir, ama suretleri bir, mânâları, tatları ayrıdır. Demek sureten, şeklen bir olduklarından ülfet lezzetini veriyor, tatlarının ayrı olmasıyla de teceddüd lezzeti hâsıl oluyor. İşte sevinçleri bu noktadandır.

Dördüncüsü: Hemen şimdi yediğimiz meyveler, bu dallardaki meyvelerdir. Demek bir meyve koparıldığı zaman, yeri boş kalmıyor, derhal yerine bir meyve peyda oluyor. İşte bundandır ki, Cennetin meyvelerinde noksaniyet olmuyor.

e01943.gif (1257 bytes) Bu cümle, itiraziyedir. Yani, yeni bir hükmü ifade etmek için zikrine lüzum olmadığı halde,e01942.gif (1395 bytes)  cümlesindeki hükmü tasdik ve illetini beyan etmek üzere, evvelki cümleye bir zeyil ve bir fezleke olarak zikredilmiştir.

Bina-i meçhul sigasıyla e01945.gif (966 bytes) nün zikredilmesi, ehl-i Cennetin işleri, hademeleri tarafından görülmekte olduğuna işarettir.

e01946.gif (1053 bytes) Yani zahiren ve şeklen bir olduğundan, ülfet lezzetini veriyor; bâtınen ve taâmen de ayrı olduğu cihetle, teceddüd lezzetini veriyor. Bu itibarla e01946.gif (1053 bytes) kelimesi, her iki lezzeti ima ediyor.e01948.gif (1426 bytes) Bu cümle e01949.gif (1237 bytes) cümlesine atıftır. Atfın tarafeyni arasında lâzım olan münasebetin iktizasınca, takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir: "Onlar, kendi cisimleri için bir meskene muhtaç oldukları gibi, kadınları için de bir meskene muhtaçtırlar."

e01950.gif (971 bytes) kelimesi ihtisası ifade ettiği cihetle, o ezvacın, onların mülkü ve onlara mahsus olduklarına delâlet ettiği gibi, dünya kadınlarından başka e01951.gif (1060 bytes) ile tâbir edilen bir kısım kadınlar da onlar için yaratılmış olduğunu îmaen gösteriyor.

e01952.gif (961 bytes) Cennet, o kadınlara zarf ve mesken olduğundan anlaşılır ki, o kadınlar, o yüksek Cennete lâyıktırlar ve aynı zamanda Cennet derecelerinin yüksekliği nisbetinde onların hüsünleri de yükseliyor.

Ve keza, Cennetin de onlarla müzeyyen olduğuna gizli bir ima vardır.

e01953.gif (1040 bytes) tef'îl bâbından ism-i mef'ul olduğundan, her halde tathîr edici bir fâil vardır. O fail de, ancak yed-i kudrettir. Binaenaleyh, yed-i kudretin tathir ve tenzih ettiği kadınların tavsifleri kabil değildir.

Ve keza, e01953.gif (1040 bytes) kelimesi müteaddî olduğuna nazaran, o kadınların taharetleri kendilerinden olmayıp, başkasından onlara sirayet etmiş olduğu anlaşılır. Binaenaleyh, dünya kadınları da Cennete


İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1247

girdikten sonra, bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla, güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına delâlet eder.

e01955.gif (1267 bytes) Yani, "Onlar da, ezvaçları da, Cennet de, Cennetin lezaizi de hep ebedîdirler."


e01955.gif (1267 bytes)

Gayet kısacık bir meâli: Yani, "Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakîr, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, 'Allah bu gibi hakîr misallerden neyi irade etmiştir?' diyorlar. Allah, onunla çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalâlete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki, Allah'ın tâatinden huruçla, mîsak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah'ın akrabalar arasında veya mü'minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler; yeryüzünde işleri ifsattır. Dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır."

Bu âyetin de sair arkadaşları gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihât-ı nazmiyesi üçtür. Maahaza, bu âyetin meâli, hem mâkabline, hem mâbadine, hem Kur'ân'ın tamamına bakıyor.

Mâbadine olan vech-i irtibatı:

Evet, vakta ki Kur'ân-ı Azîmüşşan sinekten, ankebuttan misâl getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti. Müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat bularak ahmakane dediler ki: "Allah, azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, hayâ ederler." Kur'ân-ı Kerîm, bu âyetle ağızlarına vurarak kapattı.

Mâkabline cihet-i nazm ve irtibatı:

Evet, Kur'ân'ın ihtiva ettiği sıfât ve mezâyânın hiçbir kelâmda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı, sûre başında ispat edildiği gibi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvveti de Kur'ân'ın i'câzıyla ispat edildi. Kur'ân'ın i'câzı dahi tahaddî ile, yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanına dâvet etmekle ispat edildi. Çünkü muarazaya yapılan dâvet, sükût ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümûl bir inkılâbı söndürmek için yapılan dâvet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükût etmek, elbette eser-i aczdir. Kur'ân-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. Yalnız, Kur'ân, her hususta hadd-i kemâle bâliğ olduğundan, uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.

Ezcümle: e01957.gif (1390 bytes) ve e01958.gif (1306 bytes) gibi âdi, kıymetsiz misallerden Kur'ân'ın getirdiği temsiller, yüksek kelâmların kemâline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beynennâs yapılan mükâlemelere, konuşmalara benziyorlar" diye muğalâta ile halt etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim, onların o haltlarını bu âyetle başlarına vurmuştur.

Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icap eder. Onların pek vâhi ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neş'et etmiştir. O vehimler de, bazı muğalâtalardan husule gelmişlerdir.

Onların, Kur'ân'ın kemâlini tenzil etmek için, Kur'ân'ın temsillerini insanların temsillerine kıyas etmeleri, kıyas-ı maalfarıktır; aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları muğalâta ile bu kıyasa sevk eden noktalar:

1. Onlar, herşeye, me'lûflarına baktıkları nazarla bakıyorlar.

2. Onlar, insanın zihninin, fikrinin, lisanının, sem'inin cüz'î olduklarını ve cüz'î olduklarından, kasten ve bizzat iki şeye beraber taallûk edemediklerini nazara almışlardır.

3. Himmetin yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, iştigal ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani, yüksek şeylere ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak işlerde iştiğal edenin himmeti alçaktır.

4. Kıymet ve azametin, himmet nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hatta küçük veya alçak birşeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azîm insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zayıf, küçük birşey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez.

İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden, Cenab-ı Hakkı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: "Allah, celâl ve azametiyle, insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder?