![]() |
İki acîp suale karşı def'aten hatıra gelen garip cevaptır.
Birinci sual: Denildi ki: "Fâtiha ve Yâsin ve hatm-i Kur'ânî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz'î birtek hediye ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmek ve herbirisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir."
Elcevap: Fâtır-ı Hakîm nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış. Ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi; öyle de, okunan bir Fâtiha dahi, meselâ umum ehl-i iman emvâtına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle mânevî âlemde, mânevî havada çok mânevî elektrikleri, mânevî radyoları sermiş, serpmiş, fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki bir lâmba yansa, mukabilindeki binler aynaya, herbirine tam bir lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, herbirine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.
İkinci sual: Şiddetle ve âmirâne denildi ki: "Sen Risale-i Nur'un makbuliyetine dair Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zatların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Halbuki, asıl söz sahibi Kur'ân'dır. Risale-i Nur, Kur'ân'ın hakikî bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve meselelerinin burhanıdır. Kur'ân ise, sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz'î değildir. Belki Kur'ân, umum işârâtıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur. Görelim o ne diyor?"
Elcevap: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'ân'ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur'ân'ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur'un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur'ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle itham edenlere hakkımı helâl etmem.
Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki-üç saat zarfında birden Kur'ân'ın âyât-ı meşhuresinden Sözler adedince otuz üç âyetin hem mânâsıyla, hem cifirle Risale-i Nur'a işaretleri uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefikan Risale-i Nur'u remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü.
İHTAR
En evvel yirmi dördüncü âyetin başında zikredilen ihtara dikkat etmek lâzımdır. O ihtarın yeri başta idi. Fakat orada hatıra geldi, oraya girdi.
İKİNCİ BİR İHTAR
Tevafukla işaretler, eğer münasebât-ı mâneviyeye istinad etmezse, ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i mâneviyesi kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir mâsadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakati bulunsa, o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emâre olur. Ve ondan o ferdin hususî bir surette dahil olduğuna ya remiz, ya işaret, ya delâlet hükmünde onu gösterir.
İşte, gelecek âyât-ı Kur'âniyenin Risale-i Nur'a işaretleri ve tevafukları ekseriyetle kuvvetli bir münasebet-i mâneviyeye istinad ederler. Evet, bu gelecek âyât-ı meşhure müttefikan on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur'ân ve iman hesabına bir hakikate işaret ediyorlar. Ve medâr-ı teselli bir Nurdan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalâlet fitnesinden gelen şübehatı izale edecek Kur'ânî bir burhanı müjde veriyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve o vazifeleri bihakkın görecek, Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur'ânî olacak. Halbuki Risale-i Nur bu mezkûr noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasıyla delâlet eder ki, o âyetler bilhassa Risale-i Nur'a bakıp ona işaret ediyorlar.
BİRİNCİSİ
Sûre-i Nur'dan Âyetü'n-Nur'dur ki, Risale-i Nur'un Resâilü'n-Nur ve Risalei'n-Nur ve Risaletü'n-Nur namlarıyla sebeb-i tesmiyesinin on altı sebebinden bir sebep olduğundan, birinci olarak onu beyan etmek gerektir. Bu Âyeti'n-Nur:
Şu âyet-i nuriyenin mânâca çok tabakatı ve vücûh-u kesiresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işârî ve remzî bir veçhi, mânâca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risalei'n-Nur ve Risaletü'n-Nur'a dört-beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi, mucizâne elektrikten haber veriyor.
Risale-i Nur'a bakan birinci cümlesi: dur. Yani, nur-u İlâhînin veya
nur-u Kur'ânînin veya nur-u Muhammedînin (a.s.m.) misali, şu
dur.
Makam-ı cifrîsi 998 olarak, aynen Risaletü'n-Nur-şeddeli nun, iki nun sayılmak
cihetiyle-tam tamına tevafukla ona işaret eder.
İkinci cümlesi: dur. Yirmi Sekizinci Lem'a'da tafsilen beyan
edildiği gibi, İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Celcelûtiye'sinde sarahat derecesinde
Risalei'n-Nur'a bakarak ve ona işaret ederek demiş:
Ben
tahmin ediyorum ki, İmam-ı Ali'nin (r.a.) bu işareti, bu cümle-i nuriyenin remzinden
mülhemdir. Bu cümle-i âyetin makamı, 546 edip, Risale-i Nur'un adedi olan 548'e gayet
cüz'î ve sırlı iki farkla tevafuk noktasından işaret ettiği gibi, remzî bir
mânâsıyla tam bakıyor.
Üçüncü cümlesi: dir. Eğer
deki
vakıflarda gibi
sayılsa 598
ederek tam tamına Resâili'n-Nur ve Risalei'n-Nur adedi olan 598'e tevafukla beraber,
in adedine yine sırlı birtek farkla tevafuk-u
remzî ile, hem Resâili'n-Nur'u efradına dahil eder, hem yine Risalei'n-Nur'un şecere-i
mübareki Furkan-ı Hakîm olduğunu gösterir.
Eğer deki
,
kalsa, o vakit makam-ı cifrîsi 993 eder,
tevafuka zarar vermeyen cüz'î ve sırlı beş farkla Risaletü'n-Nur adedi olan 998'e
tevafukla mânâsının dahi muvafakatine binaen ona işaret eder.
Dördüncü cümlesi: dir ki, 999 ederek sırlı birtek farkla
Risaletü'n-Nur adedi olan 998'e tevâfukla mânâsının kuvvetli münasebetine binaen
işaret derecesinde remzeder.
Beşinci cümlesi: cümlesi gayet cüz'î bir farkla
Risaletü'n-Nur Müellifinin ismiyle meşhur bir lâkabına tevafukla mânâsı baktığı
gibi bakıyor. Eğer
daki mukadder zamir izhar edilirse
olur, tam tamına tevafuk eder.
Bu âyet nasıl ki Risalei'n-Nur'a ismiyle bakıyor; öyle de tarih-i telifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor.
cümlesi daki tenvin vakıf yeri olmadığından nun
sayılmak ve
vakıf yeri olduğundan
,
olmak cihetiyle 1349 ederek, Resâili'n-Nur'un en nuranî cüzlerinin telifi hengâmı ve
tekemmül zamanı olan 1349 tarihine tam tamına tevafukla işaret eder.
Hem cümlesi 1345 ederek Resâili'n-Nur'un intişarı
ve iştiharı ve parlaması tarihine tam tamına tevafuk eder. Çünkü şeddeli
,
iki
; şeddeli
, iki
;
şeddeli
, aslı itibariyle bir
, bir
ve
birinci
vakıf cihetiyle
, ikinci vakıf
olmadığından
sayılır.
Eğer şeddeli , iki
sayılsa, o vakit 1322 eder ki, yine
Risalei'n-Nur Müellifi, mukaddemat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihe tam tamına
tevafuk eder.
Hem cümlesi; tâ-i evvel
, ikinci
ise, vakıf yeri olduğundan
olmak ve
deki
tenvin
sayılmak cihetiyle 1311 eder ki, o tarihte
Resâili'n-Nur Müellifi Risaletü'n-Nur'un mübarek şecere-i kudsiyesi olan Kur'ân'ın
basamakları olan ulûm-u Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk
ederek remzen bakar.
İşte bu kadar mânidar ve müteaddit tevâfukat-ı Kur'âniyenin ittifakı yalnız bir emâre, bir işaret değil, belki kuvvetli bir delâlettir. Belki elektrikle
beraber Resâili'n-Nur'a münasebet-i mâneviyesiyle bir tasrihtir. Bu âyetin münasebet-i mâneviyesinin letafetlerinden bir letafeti şudur ki: İhbar-ı gayb nev'inden mucizâne hem elektriğe, hem Risalei'n-Nur'a işaret ettiği gibi, ikisinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül zamanlarına ve hilâf-ı âdet vaziyetlerini çok güzel gösteriyor.
Meselâ, cümlesi der: "Nasıl ki elektriğin
kıymettar metâı, ne şarktan, ne de garptan celb edilmiş bir mal değildir. Belki
yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin
malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur" der. Öyle de, mânevî bir elektrik
olan Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe
ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki,
semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden
iktibas edilmiştir.
Hem meselâ, cümlesi, mânâ-yı remziyle diyor ki: "On
üçüncü ve on dördüncü asırda semâvî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş
dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır." Yani, 1280 tarihine yakındır.
İşte, bu cümle ile nasılki elektriğin hilâf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini
remzen beyan eder. Aynen öyle de, mânevî bir elektrik olan Resâili'n-Nur dahi gayet
yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka
üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç
olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan
anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder
ki, Resâili'n-Nur Müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders
meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.
Evet, bu cümlenin bu mucizâne üç işârâtı elektrik ve Resâili'n-Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattir. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki, İzhar kitabından sonraki medrese usulünce on beş sene ders almakla okunan kitapları Resâili'n-Nur Müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.
Hem, nasıl ki bu cümlenin mânevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letafetli
işareti var; öyle de, cifrî ve ebcedî tevafukuyla hem elektriğin zaman-ı zuhurunun
kurbiyetini, hem Resâili'n-Nur'un meydana çıkması, hem de müellifinin velâdetini
remzen haber veriyor; bir lem'a-i i'caz daha gösterir. Şöyle ki: nun
makamı 1279 olup
kısmı ise, iki tenvin, iki nun sayılmak
cihetiyle 1284 ederek, hem elektriğin taammümünün kurbiyetini, hem Resâili'n-Nur'un
yakınlığını, hem on dört sene sonra müellifinin velâdetini
kelime-i
kudsiyesiyle mânen işaret ettiği gibi, cifirle de tam tamına aynı tarihe tevafukla
işaret eder. Mâlumdur ki, zayıf ve ince ipler içtima ettikçe kuvvetleşir, kopmaz bir
halat olur. Bu sırra binaen, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet verir, teyid
eder. Tevafuk tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delâlet derecesine çıkar.
TENBİH: Ben bu âyet-i nuriyenin işaretlerini elektrik ve Resâili'n-Nur'un hatırı için beyan etmedim. Belki bu âyetin i'câz-ı mânevîsinin bir şubesinden bir lem'asını göstermek istedim.
Elhasıl: Bu âyet-i kudsiye sarîh mânâsıyla nur-u İlâhî ve nur-u Kur'ânî ve nur-u Muhammedîyi (a.s.m.) ders verdiği gibi, mânâ-yı işârîsiyle de her asra baktığı gibi, on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline dahi bakar ve dikkatle baktırır. Ve bu iki asrın âhir ve evvellerinde en ziyade nazara çarpan ve en ziyade münasebet-i mâneviyesi bulunan ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili'n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat'iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum. Resâil'in-Nur'un bu âyetin iltifatına liyakatini anlamak isteyen zatlar hangi risaleye dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir Hapishanesi'nin bir meyvesi olan Otuzuncu Lem'a namındaki altı esmâ-i İlâhiyeye dair altı nükte risalesine, hiç olmazsa o Lem'adan İsm-i Hayy ve Kayyûm'a dair Beşinci ve Altıncı Nüktelere dikkatle baksa, elbette tasdik eder.
RESAİLİ'N-NUR'A İŞARET EDEN İKİNCİ ÂYET
3 âyet-i meşhuresidir ki, 4
hadîsinin vürûduna sebep olmuş.
nin işareti Sekizinci Lem'a'da
tafsilen beyan edildiği gibi, Sûre-i Hûd'da
(ilâ
âhirihi) âyetinin iki kuvvetli işaret veren sayfasının mukabilindeki gayet meşhur
bir âyetidir.Makam-ı cifrîsi 1303 ederek, hem Sûre-i Şûrâ'nın ikinci sayfasında 1
ise,
1309 ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine, hususan Kur'ân hesabına
iltifat edip istikametle emreder ki, birinci tarih ise, Resâili'n-Nur Müellifinin
Risale-i Nur'u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir. Ve ikinci âyetin
tarihi ise, o müellifin harika bir surette, pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi,
tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde, on beş senede
medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur
ulemasının yanında, o üç ayın mahsulü on beş senesinin mahsulü kadar netice
verdiği çok mükerrer imtihanlarlaHAŞİYE 1
ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle isbat
ettiği aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur'un istikametine bir
işarettir.
ÜÇÜNCÜ ÂYET-İ MEŞHURE
2 âyeti, kuvvetli münasebet-i mâneviyesiyle
beraber, cifirce 1344 eder ki, o tarihte Risale-i Nur'un şakirtleri gibi bu âyetin
mânâsına daha ziyade mazhar olanlar zâhiren görülmüyor. Demek bu âyet,
mânâsının müteaddit tabakalarından işârî bir tabakadan ve remzî bir perdeden
Kur'ân'ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur'a bakıyor ve en evvel nâzil olan
Sûre-i Alâk'ta 3
âyeti gibi mânâsıyla ve makam-ı cifrî
ile ifade ediyor ki, 1344'te, nev-i insan içinde firavunâne emsalsiz bir tuğyan, bir
inkâr çıkacak.
âyeti ise, o tuğyana karşı mücahede edenleri
senâ ediyor. Evet, Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i
İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-i insanın, hususan Avrupa'nın mağrur ve
cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınâya ve paraya istinad ederek firavunâne bir
tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-i beşeri mes'ul ediyor, diye
"insan" ism-i umumîsiyle tabir edilmiş.
Eğer deki şeddeli
, bir
sayılsa 1294 eder ki, Risaletü'n-Nur Müellifinin besmele-i hayatıdır ve tarih-i
velâdetinin birinci senesidir. Eğer şeddeli
, iki
ve
bir sayılsa, o vakit 1324'te Hürriyetin ilânı
hengâmında mücahede-i mâneviye ile tezahür eden Risalei'n-Nur Müellifinin
görünmesi tarihidir.
DÖRDÜNCÜ ÂYET-İ MEŞHURE
4 âyetidir. Şu cümle Kur'ân-ı
Azîmüşşanı ve Fâtiha Sûresini müsennâ senâsıyla ifade ettiği gibi, Kur'ân'ın
müsennâ vasfına lâyık bir burhanı ve altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-i
İslâmiyet olan yedi esası, Kur'ân'ın seb'a-i meşhuresini parlak bir surette ispat
eden ve
nuruna mazhar bir aynası olan Risalei'n-Nur'a
cifirce dahi işaret eder. Çünkü
makam-ı ebcedîsi 1335 adediyle
Risalei'n-Nurun fâtihası olan İşarâtü'l-İ'caz tefsirinin Fâtiha Sûresiyle
el-Bakara Sûresinin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan 1335 veya 6'ya
tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emâredir.
BEŞİNCİ ÂYET
dir. Bu âyetin remzi lâtiftir. Çünkü hem kuvvetli münasebet-i mâneviye ile, hem
cifirle efrad-ı kesiresi içinde hususî bir surette Risalei'n-Nur ve Müellifine
bakıyor. Şöyle ki: kelimesi tenvin, nun sayılmak cihetiyle
500 ederek "Saidü'n-Nursî" adedi olan 500'e tevafukla, işaret ediyor ki,
"Saidü'n-Nursî dahi meyyit hükmünde idi. Risaletü'n-Nur ile ihyâ edildi, onunla
hayat buldu."
Evet, deki iki tenvin, nun'durlar; 1334 eder ki,
o aynı zamanda (Arabî tarihle) Said, umumî harpte, maddî ve dehşetli bir mevtten dahi
harika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen mânevî ve şiddetli bir
ölümden necat bulması ve Kur'ân'ın âb-ı hayatıyla taze bir hayata girmesi
tarihidir. Bu tevafuk-u mânevî ve muvafakat-ı cifrîye delâlet derecesinde bir
işarettir. Hem
de tenvin, nun; ve şeddeli
iki
, ve
de telâffuz edilen
sayılmak cihetiyle 1294 eder ki, velâdetinin ve hayatının birinci senesidir. Demek bu
cümle ile hayat-ı maddiyesine, evvelki cümle ile de hayat-ı mâneviyesine işaret
eder.
Elhasıl: Bu âyet, müteaddit ve çok tabakalarından, bir işârî tabakadan hem Risaletü'n-Nur'a, hem müellifine, hem bu on dördüncü asrın iptidasına, hem iptidasındaki Risaletü'n-Nur'un mebde'ine remzen, belki işareten, belki delâleten bakar.
âyetinin tetimmesi
âyetinin kuvvetli işaretini hem teyid, hem letafetlendiren üç münasebet birden
Ramazan'da kalbime geldi. Kat'î bir kanaat verdi ki, kelimesine tam münasip Said'dir. Bu
âyet Risale-i Nur tercümanı olan Said'i
unvanıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:
Mevtin muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i imana çok ünsiyetli, sürurlu, nurlu bir hakikat keşfedip ispat etmiş. Ve mevt-âlûd hayat-ı fâniyede boğulan ehl-i ilhada karşı, bâkiyâne, hayat-âlûd, muvakkat bir mevt-i zâhirî ile galibâne mukabele eder.
sırrına mazhar olan ehl-i ilhad, gayr-ı meşru
müştehiyâtının ibâhasıyla süslendirmesine mukabil, Risale-i Nur, mevti o
aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve zînetini zir ü zeber eder. Ve der
ve ispat eder ki, "Mevt ehl-i dalâlet için idam-ı ebedîdir. Ve o dehşetli
darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis teskeresine çeviren yalnız Kur'ân
ve imandır." İşte bunun içindir ki, bu hakikat-i muazzama-i mevtiye, Risale-i
Nur'da gayet mühim ve geniş bir mevki almış; hattâ ekser hücumunda mevti elinde
tutup ehl-i dalâletin başına vurur, aklını başına getirmeye çalışır.
İkincisi: Ehl-i tarikatın ve bilhassa Nakşîle'rin dört esasından biri ve en müessiri olan râbıta-i mevt Eski Said'i Yeni Said'e (r.a.) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said'e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta, keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i iman hakkında mevtin nuranî ve hayattar ve güzel hakikatini görüp gösterdi.
Üçüncüsü: Bu âyet, cifir ve ebced hesabıyla, her tarafta Said'e hücum eden
üç çeşit mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder. Demek,
âyetteki kelimesinin efradından medar-ı nazar bir ferdi
ve cifirce onun ismi
adedine tam tevâfukla hususi işarete mazhar bir
mâsadak Saidü'n-Nursî'dir.
Sabri'nin sadâkatinin bir kerametidir.
Ben namazdan sonra bu tetimmeyi yazarken Sıddık Süleyman'ın halefi Emin, Sabri'nin
âyetine dair parçayı aldığını ve
Ramazan'ın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm. Ne yazdığımı
Emin'e gösterdim. Hayretle dedi: "Bu hem Sabri'nin, hem Risale-i Nur'un bir
kerametidir."
Bu âyetteki esrarlı muvazene-i Kur'ân'iyeyi düşünürken, Sûre-i Hûd'daki 7
fıkrasına karşı 8
deki muvazene hatıra geldi ve bildirdi ki:
Nasılki bu ikinci âyet ve birinci fıkra Risale-i Nur'un mesleğine, şakirtlerine tam
tamına mânen ve cifirce bakıyor. Öyle de,
âyeti dahi, Risale-i Nur'un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların
cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehâsına cifirle, tevafukla
işaret eder. Şöyle ki: 10 gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şuâ'da
yedi, sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri 1316 ve 7 tarihi-ki Kur'ân'a karşı
olan su-i kasdın mebdeidir-
cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli mim,
iki mim sayılsa 1357, eğer şeddeli lâm, iki lâm sayılsa 1347
ki, bu asrın tâğiyâne faaliyet tarihidir. Her iki şeddeli ikişer sayılsa 1387 ki,
dehşetli bir cereyanın müntehâsı tarihi
olmak ihtimali var.
ise 1361, eğer
deki
okunmayan
sayılmazsa 1351 tarihini, eğer şeddeli
,
asıl itibariyle bir ,
bir
sayılsa yine 1331 tarihini ve Harb-i
Umumî âfetinin feryad u fîzar içindeki yangınını göstererek Cehennem ateşinde
zefir ve şehîk eden ehl-i şekavetin azabını haber verip, ehl-i imanı fitnelere
düşüren şakîlerin hem dünyada, hem âhirette cezalarına işaret eder. Aynen öyle
de, bu asra da zâhiren bakan, esrarlı olan Sûre-i 11
den şu âyetin
ifadesi gibi hem İstanbul'un iki harîk-ı kebîri, hem Harb-i Umumînin dehşetli yangınını Cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder.
Elhasıl: Bu âyet her asra baktığı gibi bu asra daha ziyade nazar-ı dikkati
celb etmek için cifirce bu asrın üç dört devresinin tarihlerine ve hadiselerine
işaret ve mânâsının suretiyle ve tarz-ı ifadesiyle iki cereyanın keyfiyetlerine ve
vaziyetlerine ima eder. Sabri'nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun mânevî
tesiriyle bu âyeti ve 13 âyetiyle beraber düşünürken hatırıma
geldi. Risale-i Nur bu derece kuvvetli işaret-i Kur'âniyeye ve şakirtleri bu kadar
kıymetli beşaret-i Furkan'iyeye ve aktâbların iltifatına mazhariyetin sırrı ve
hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki, hiçbir eserin mazhar olmadığı bir kudsî
takdir ve tahsin almış. Demek ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünden değil, belki
musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi cüz'î ve az olduğu
halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki, bu âyette işaret ve beşaret-i
Kur'âniyede ifade eder ki, 'Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan
imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler' diye müjde
veriyorlar. Evet, bazı vakit olur ki, bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin
fevkıne çıkar, binler derece kıymet alır.
İHTAR: Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil, belki herbir âyetin mânâ-yı küllîsindeki cüz'iyat-ı kesiresinden bir cüz'î ferdi Risale-i Nur olduğuna îmaen, münasebet-i mâneviyeye göre cifrî ve ebcedî bir tevafukla o münasebeti teyiden ve ona binaen hususî ona bakar demektir.
ALTINCI ÂYET
Sûre-i Hadid'de yani, "Karanlıklar içinde size bir nur
ihsan edeceğim, ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz." Lillâhilhamd,
Risale-i Nur bu kudsî ve küllî mânâsının parlak bir ferdi olduğu gibi,
deki tenvin
sayılmak
cihetiyle 1318 adediyle Resâilü'n-Nur Müellifi tedristen telif vazifesine ve
mücahidâne seyahate başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok
âyetlerin işaret ettikleri 1316 tarihindeki mühim bir inkılâb-ı fikrîden iki sene
sonraki zamana tevafuk eder ki, o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı
tarihtir. İşte şu nurlu âyet, hem mânâca, hem cifirce tevafuku ise, umum vücuhu
ayn-ı şuur olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanda elbette ittifakı tesadüfî olamaz.
YEDİNCİ ÂYET:
14 şu âyet-i meşhurenin küllî mânâsının
bu zamanda zâhir bir mâsadakı Risaletü'n-Nur olduğu gibi, lâfzullahdaki şeddeli lâm,
bir lâm; ve
deki melfuz ya sayılmak şartıyla 998
adediyle Risaletü'n-Nur'un 998 adedine tamtamına tevafukla münasebet-i mâneviyeye
binaen remzen ona bakar. Ve bu remzi lâtifleştiren ve kuvvet veren münasebetlerin
birisi şudur ki, Risaletü'n-Nur'un eczaları "Sözler" namıyla iştihar
etmişler. Sözler ise Arapça "Kelimat"tır ve o kelimat ile Kur'ân'ın
hakaikini o derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu ispat etmiş ki, bu zamanın
dinsiz filozoflarını tam susturuyor.
SEKİZİNCİ ÂYET
15 dir. Şu âyet-i meşhure küllî
mânâsının bu asırda muvafık ve münasip bir ferdi Risaletü'n-Nur olduğu gibi,
cifirle
kelimesi,
deki
tenvin, nun sayılmak cihetiyle Risaletü'n-Nur adedi olan 998'e yine iki sırlıHAŞİYE 2
fark ile baktığı gibi,
cümlesinin makam-ı ebcedîsi ile 1316 ederek
Risale-i Nur Müellifinin tedrisiyle istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi
olan 1316 adedine tamtamına tevafuk eder.
DOKUZUNCU ÂYET
Hem el-Bakara Sûresinde, hem Lokman Sûresinde
cümlesidir. Yani, "Allah'a iman eden, hiç kopmayacak bir zincir-i nuranîye
yapışır, temessük eder." Risale-i Nur ise, iman-ı billâhın Kur'ânî
burhanlarından bu zamanda en nuranîsi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu
külliyetinde hususî dahil olduğuna teyiden,
makam-ı cifrîsi 1347 ederek Risaletü'n-Nur intişarının fevkalâde parlaması
tarihine tam tamına tevafukla bakar ve bu on dördüncü asırda Kur'ân'ın icâz-ı
mânevîsinden neş'et eden bir urvetü'l-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir
vesile-i nuraniye Risale-i Nur olduğunu remzen bildirir.
ONUNCU ÂYET 1
ON BİRİNCİ ÂYET 2
ON İKİNCİ ÂYET 3 âyetleridir. Meâl-i icmalîleri der
ki: "Kur'an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor, sizi mânevî kirlerden
temizlendiriyor."
Bu üç âyetin küllî ve umumî mânâlarında Risalei'n-Nur kastî bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emâre var.
Birisi şudur ki: Risalei'n-Nurun müstesna bir hassası ism-i Hakem ve Hakîmin mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın aynasında ism-i Hakem ve Hakîmin cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur'âniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi hikmet-i Kur'âniyedir.
İkinci emâre: Birinci âyet: 1322 ederek makam-ı ebcedî ile
Risalei'n-Nur Müellifinin doğrudan doğruya ulûm-u âliyeden
başını kaldırıp hikmet-i Kur'âniyeye müteveccih olarak hâdimü'l-Kur'ân
vaziyetini aldığı tarihtir ki, bir sene sonra İstanbul'a gitmiş, mânevî
mücahedesine başlamış.
İkinci âyet ise: Makam-ı cifrîsi 1302 ederek Risale-i Nur Müellifinin Kur'ân dersini aldığı tarihe tam tamına tevafukla remzen Kur'ân'ın bâhir bir burhanı olan Resâili'n-Nur'a bakar.
Üçüncü âyet ise, 1338 olduğundan, hikmet-i Kur'âniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risalei'n-Nur Müellifi Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyede hikmet-i Kur'ânîyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngilizin Başpapazı sual ettiği ve 600 kelimeyle cevap istediği altı sualine altı kelimeyle cevap vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur'ân'ın ilhamatından Risale-i Nur'un meselelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.
ON ÜÇÜNCÜ ÂYET
Sûre-i Âl-i İmrân'da
ON DÖRDÜNCÜ ÂYET
Sûre-i Nisâ'da 5
Bu iki âyet bu asra da hususî bakarlar.
Birincisinin meâli gösteriyor ki: Ehl-i dalâlet müteşabihat-ı Kur'âniyeyi
yanlış tevilât ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda
ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur'âniyenin hakikî tevillerini
beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mânânın her asırda
mâsadakları ve cüz'iyatları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur'ân
aleyhinde terâküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol
bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu
şübehatı ve itirazları bu zamanda def eden, başta Risalei'n-Nur ve şakirtleri
göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından, Risalei'n-Nur ve şakirtlerine
remzen bakmakla beraber, ulema-i müteahhirînin mezhebine göre da
vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen 6
nın makamı gibi 1344 ederek Resâili'n-Nur
ve şakirtlerinin meydan-ı mücahede-i mâneviyeye atılmaları tarihine tam tamına
tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor
Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir burhanı olan Onuncu Sözün etrafa yayılması
tarihine ve Kur'ân'ın kırk vecihle mucize olduğunu beyan eden Yirmi Beşinci Sözün
iştiharı hengâmına, hem adedine tam tamına tevafukla bakar. Eğer
mezheb-i selef gibi
da vakıf olsa, o halde
deki
şeddeli
, iki
sayılsa bin üç yüz altmış küsur
ederek Risaletü'n-Nur şakirtlerinin bundan on beş yirmi sene sonraki râsihâne ve
muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen baktığı gibi, şeddeli
,
asıl itibarıyla bir
, bir
sayılsa 1212 ederek, bundan bir buçuk
asır evvel Mevlâna Halid Zülcenâheynin Hindistan'dan getirdiği parlak bir ilm-i
hakikat rusuhuyla o zamanda meydan alan tevilât-ı fâsideyi ve şübehatı dağıtarak
yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir
ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar."
İkinci âyet olan
şeddeli
, aslına nazaran
bir
, bir
sayılmak cihetiyle, makam-ı ebcedîsi
1344 etmekle her asra baktığı gibi, bu asra da hususî remzen bakar. Ve ilm-i hakikatte
râsihâne çalışan ve kuvvetli iman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin
ehemmiyetle gösterdikleri bu 1344'te Risaletü'n-Nur ve şakirtlerinden daha ziyade bu
vazifeyi müşkül şerait içinde sebatkârâne yapan zâhirde görülmüyor. Demek bu
âyet onları dahi daire-i harîmine hususî dahil ediyor.
ON BEŞİNCİ ÂYET
Şu âyet bu zamana dahi hitap eder. Çünkü tamam- hariç
kalsa-1360 küsur eder. Eğer
den sonraki olsa
ve
kelimelerindeki tenvinler, nun sayılsa
1310 eder. Demek bu asra da hitap eder. Hem
cümlesi
yalnız dört farkla Furkan adedine tevafukla sarîhan baktığı gibi, o kudsî burhan-ı
İlâhînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir burhanı olan Resâili'n-Nur'a dahi, ikinci
cümlesi olan
adedi, iki tenvin vakıfta iki elif
sayılmak cihetiyle 598 ederek aynen tam tamına Resâili'n-Nur'a ve Risaleti'n-Nur
adedine tevafukla o semâvî burhan-ı kudsînin yerde bir burhanı, Resâili'n-Nur
olduğunu remzen haber veriyor.
İHTAR: Sözlerin üç ismi olan Risalei'n-Nur veya Resâili'n-Nur veya
Risaleti'n-Nurdaki şeddeli , iki
sayılmak, cifirce ağlebî bir kaidedir.
Şeddeli harf bazan bir, bazan iki sayılabilir.
ON ALTINCI ÂYET
8 dur. Şu şifalı âyet çok zamandır benim
dertlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübrâ-yı İlâhiye olan
Kur'ân-ı Hakîmin tiryakî ilâçlarından, Risalei'n-Nur eczalarının kavanozlarından
alarak, belki bin mânevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resâili'n-Nur
şakirtleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi
çok müşkül olan ve zındıka hastalığına müptelâ olanlardan çokları onunla
şifalarını buldular.
İşte her derde şifa olan Kur'ân'ın ilâçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resâili'n-Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emâre şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan 1346 adedi Resâili'n-Nur'un 1346'da şifadarâne etrafa intişarının tarihine ve Mucizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm nâmında olan risale-i harikanın zaman-ı telifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i mâneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.
ON YEDİNCİ ÂYET
9 deki
nün makam-ı cifrîsi şeddeli lâm'lar
birer lâm ve şeddeli kâf bir kâf sayılmak cihetiyle 1329 ederek,
harb-i umumînin başlangıcı zamanında Resâili'n-Nur'un başlangıcı olan İşârâtü'l-İ'câz
tefsirinin tarih-i telifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli kâf iki kâf
sayılmak cihetiyle 1349 ederek, harb-i umumînin verdiği sarsıntılar zamanında
Resâili'n-Nur'un
diyerek ehl-i dünyadan hiçbir yerde himaye
görmeden, belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla
müşkülât içinde envâr-ı Kur'âniyeyi neşrettikleri aynı tarihe
tam tamına tevafuku ise, her cihetiyle ayn-ı şuur olan âyâtta elbette tesadüfî olamaz. Belki bu gibi âyetler, en müşkül zaman olan bu asra dahi hususî bakarlar ve o âyâtı kendilerine rehber ittihaz eden bir kısım şakirtlerine hususî iltifat edip iltifatlarıyla teşci ederler.
Bu âyet, sâbık âyetler gibi münasebet-i mâneviyesi gerçi zâhiren görünmüyor; fakat bir cihetle Resâili'n-Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki:
On üç senedirHAŞİYE
1 bu âyet Risaletü'n-Nur Müellifinin ve sonra has şakirtlerinin mağripten
sonra bir vird-i hususîleridir. Hem bu âyetin mânâsına bu zamanda tam mazhar ve
herkes onlardan çekinmesinden fütur getirmeyerek deyip
mütevekkilâne müşkülât-ı azîme içinde envâr-ı imaniyeyi ve esrar-ı
Kur'âniyeyi neşreden, ehl-i imanı meyusiyetten kurtaran, başta Risaletü'n-Nur ve
şakirtleridir.
ON SEKİZİNCİ ÂYET
10 dir. Bu âyet meâliyle hizbullahın zâhirî
mağlûbiyetinden gelen meyusiyeti izale için kudsî bir teselli verir ve hizbullah olan
hizb-i Kur'ânînin hakikatte ve akibette galebesini haber verir ve bu asırda hizb-i
Kur'ânînin hadsiz efradından Resâili'n-Nur şakirtleri tezahür ettiklerinden, bu
âyetin küllî mânâsında hususî dahil olmalarına bir emâre olarak, makam-ı
cifrîsi olan 1350 adedi ile Resâili'n-Nur şakirtlerinin zâhirî mağlûbiyetleri ve
bir sene sonra mahpusiyetleri içinde mânevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında
yapılan müthiş imha plânını akîm bırakan ihlâsları ve kuvve-i mâneviyeleri
tezahür etmesinin Rûmî tarihi olan 1350 ve 51 ve 52 adedine tam tamına tevafuku
elbette şefkatkârâne, teselliyettârâne bir remz-i Kur'ânîdir.
ON DOKUZUNCU ÂYET
Şu âyetin umum mânâsındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi
bakıyor. Çünkü hem mânâca kuvvetli münasebeti var; hem
cifirce 1326 ederek, o tarihteki hürriyet inkılâbından neş'et eden fırtınaların
hengâmında herşeyi sarsan o fırtınaların ve harplerin zulümatından kurtulmak için
nur arayan mü'minler içinde, Resâili'n-Nur şakirtleri az bir zaman sonra tezahür
ettiklerinden, bu âyetin efrad-ı kesiresinden bu asırda bir mâsadakı onlar olduğuna
bir emaredir.
cümlesi 1360'a bakıyor. Demek bundan beş altı
sene sonra istiğfar devresidir. Resâili'n-Nur şakirtleri o zamanda istiğfar dersini
vereceğini remzen bir îmadır.
YİRMİNCİ ÂYET
12 Şu âyet-i azîme sarîhan Asr-ı Saadette
nüzûl-ü Kur'ân'a baktığı gibi sair asırlara dahi mânâ-yı işârîsiyle bakar.
Ve Kur'ân'ın semasından ilhâmî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder.
İşte, doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden ve
ziyasından iktibas olunan Risaletü'n-Nur, benim çok tecrübelerimle umum mânevî
dertlerime şifa olduğu gibi, Resâili'n-Nur şakirtleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik
ediyorlar. Demek Resâili'n-Nur bu âyetin bir mânâ-yı işârîsinde dahildir. Ve bu
duhulüne bir emare olarak,
nin makam-ı cifrisî 1339 ederek, aynı tarihte
Kur'ân'dan ilham olunan Resâili'n-Nur bu asrın mânevî ve müthiş hastalıklarına
şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasından, bu âyet ona hususî remzettiğine bana
kanaat veriyor. Ben kendi kanaatimi yazdım; kanaate itiraz edilmez.
YİRMİ BİRİNCİ ÂYET VEYA ÂYETLER
sekiz-dokuz âyetlerde sırat-ı müstakime nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru,
istikametli yolu bulmak için daima Kur'ân'ın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini
dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek, Kur'ân'dan gelen nurlar olmakla ve bu
dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren
başta şimdilik Risaletü'n-Nur tezahür ettiğinden, hem bu "sırat-ı
müstakîm" kelimesinin makam-ı cifrîsi-tenvin, nun sayılmak cihetiyle-bin
eder. Medde olmazsa 999 ederek, yalnız bir veya iki farklaHAŞİYE 2
Risaletü'n-Nur adedi olan 998'e tevafukla, sekiz-dokuz âyetlerde "sırat-ı
müstakîm" kelimeleri bu mezkûr iki âyet gibi Risaletü'n-Nur'u sırat-ı
müstakîmin efradına hususî idhal edip remzen ona baktırır ve istikametine işaret
eder. Eğer daki tenvin sayılmazsa,
daki
şeddeli nun, bir nun sayılır, yine tevafuk eder.
Hem nasıl ki bu âyet Risalei'n-Nur'a ismiyle bakıyor; öyle de, onun istihzarat
zamanına da bakar. Çünkü in makam-ı cifrîsi 1316 ederek,
Risaletü'n-Nur Müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu ve umum
malûmatını Kur'ân'ın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan 1316
adedine tam tamına tevafuku elbette evvelki işârâtı teyid ve onunla teeyyüd ederek
Risaletü'n-Nur'u daire-i harîmine remzen, belki işareten dahil ediyor.
Câ-yı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki, Risaletü'n-Nur Müellifi 1316 sıralarında mühim bir inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:
O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa'nın Kur'ân'a karşı müthiş bir suikastları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz'in bir Müstemlekât Nâzırı demiş:
"Bu Kur'ân, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun
sukutuna çalışmalıyız" dediğini işitti, gayrete geldi. Birden, makam-ı
cifrîsi 1316 olan 1 fermanını mânen dinleyerek bir
inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı
Kur'ân'ın fehmine ve hakikatlerinin ıspatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i
ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur'ân bildi. Ve Kur'ân'ın i'câz-ı
mânevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında
çok aldatıcı ârızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman
sonra harb-i umumînin tarraka ve gürültüsüyle uyandı. O sabit fikir canlandı,
bilkuvveden bilfiile çıkmaya başladı.
İşte hem ona, hem Risaletü'n-Nur'a çok alâkası bulunan bu 1316 tarihine çok
âyetler müttefikan bakarlar. Meselâ, nasılki, âyeti
tam tamına tevafukla işaret eder. Aynen öyle de, bir âyet-i meşhure olan
2 makam-ı cifrîsi şeddeli nun, bir nun
sayılsa ve tenvin sayılmazsa 1316 ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder.
Hem nasılki yedi-sekiz sûrelerde gelen âyetler ve o âyetlerde gelen "sırat-ı
müstakîm" cümleleri, Risaletü'n-Nur ismine tevafukla beraber, bu mezkûr
iki âyet gibi bir kısmı Risaletü'n-Nur telifinin tarihini de gösterir. Aynen öyle
de, yedi adet sûrelerin başlarında yedi defa 3
cümle-i kudsiyesi, makam-ı cifrîsi olan 1316 veya 7 ederek aynen tam tamına o 1316
tarihine tevafukla işaret ettiği gibi, 4
âyeti dahi aynen 1316 ederek o 1316 tarihine
tevafukla işaret eder. Güya nasılki Asr-ı Saadette Kur'ân'daki iman hakikatlerine
alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübînin dâvâlarına burhanları ve hüccetleri
gözlere de göstermek mânâsında tekrarla
5 6
fermanlarıyla Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyân
ilânat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mânâ-yı işârîsiyle o
âyât-ı Furkaniyenin burhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlerinin
hüccetleri ve hak kelâmullah olduğuna delilleri olan Resaili'n-Nur'a mânâ-yı
işârîsiyle alâmet ve burhan ve emare ve delil mânâsıyla âyâtın âyetleri diye
tekrarla
ferman ederek nazar-ı dikkati Kur'ân hesabına
bu asra ve bu asırdaki Resâili'n-Nur'a çeviriyor, itikad ediyorum.
Evet, herbir cihetle ayn-ı şuur olan âyât-ı Kur'âniyenin böyle yirmi vecihle ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatime iştirak etmeyen, bu ittifaka ne diyecek? Ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar? Resâili'n-Nur bu asra gelen işârât-ı Kur'âniyeye hususî bir medâr-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa, Kur'ân'ın kırk vecihle mucizesini ispat eden Mucizat-ı Kur'âniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Sözün İkinci Makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın. Şüphesi izale olmazsa, gelsin, parmağını gözüme soksun!
YİRMİ İKİNCİ ÂYET VE ÂYETLER
Hem Yûnus, hem Yusuf, hem Ra'd, hem Hicr, hem Şuarâ, hem Kasas, hem Lokman
sûrelerinin başlarında bulunan 7 ilân-ı kudsîsidir. Yirmi birinci âyetin
hâtimesinde bunun münasebet-i mâneviyesi bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise, bu
âyette üç
1200 ve iki
, iki
, 100 eder; yekûnu 1300. Bir
, bir
, dört veya beş
, mecmuu 1316 veya 17 ederek Resâili'n-Nur Müellifi bir inkılâb-ı fikrî ile ulûm-u
mütenevviayı, Kur'ân'ın hakaikine çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam
tamına tevafuku münasebet-i mâneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:
O tevafuk remzeder ki, "Bu asırda Resâili'n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve
otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübîndeki
âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikinin alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun
burhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-ı imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle
gözlere dahi görünecek derecede zâhir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık
delilleridir" diye remzen Resâili'n-Nuru, bir işârî mânâsının küllî
dairesine hususî ve medâr-ı nazar bir ferdi olarak dahil ediyor.
Elhasıl: Nasılki bu âyette bulunan işârî mânâ yedi sûrede yedi işaret
hükmünde olup delâlet, belki sarahat derecesine çıkıyor. Aynen öyle de, deki remiz dahi, yedi-sekiz sûrelerde bulunmakla
yedi-sekiz remiz hükmünde olarak o remzi işaret, belki delâlet, belki sarahat
derecesine çıkarıyor.
İHTAR: Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işarat kaydedildi. Tekellüfe girmemek için işaretli otuz üç âyetin çok işârâtı kaydedilmedi.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ ÂYET
8 Şu âyet her asra baktığı gibi, bu asra
da bakıyor ve bu asırda kâbuslu bir rüya gibi musibetlere düşen ve Rabb-i
Rahîminden onu hayra tebdil etmesini rica edenler içinde Resâili'n-Nur şakirtlerine
hususî remzettiğine bir emaresi şudur ki:
Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan 1345'te ehemmiyetli risaleler telif ile beraber, fevkalâde hadiseler vukua gelmeye hazırlandılar. Ve o Resâili'n-Nur'un merkez-i intişarı olan Barla karyesinde ziyade sıkıntı müellifine verildi. Ve hususan küçük mescidine ilişildiği zaman, Resâili'n-Nur şakirtleri kuvvetli bir rica ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip, "Yâ Rab, bu müthiş rüyayı hayra tebdil eyle" deyip yalvardılar. Herkesin meyusiyetlerine mukabil pek kuvvetli bir ümit ve rica ile Müslümanların kuvve-i mâneviyelerini takviye ettiler. Bu âyetin birden külfetsiz hatıra geleni bu kadardır. Yoksa esrarı çoktur. Tekellüf olmasın diye kısa kestim.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ ÂYET VE ÂYETLER
Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkâf'ın başlarında bulunan
9 âyât-ı azîmeleridir. Şu âyetler dahi
yirmi ikincideki âyetler gibi Risaletü'n-Nur'un ismine ve zâtına, hem telif ve
intişarına bir mânâ-yı remziyle bakıyorlar.
İzahtan evvel mühim bir ihtar
Lüzumlu dört-beş nokta beyan edilecek.
Birinci nokta: Hadiste vârit olduğu gibi, "Herbir âyetin mânâ
mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört
tabakadan herbirisinin [hadisçe tâbir edilen] fürûatı,
işârâtı, dal ve budakları vardır" meâlindeki hadisin hükmüyle, Kur'ân
hakkında nazil olan bu âyet-i kudsiye fer'î bir tabakadan ve bir mânâ-yı
işârîsiyle de Kur'ân ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir
nakîse değil, belki o lisanü'l-gaybdaki i'câz-ı mânevîsinin muktezasıdır.
İkinci nokta: Bir tabakanın mânâ-yı işârîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risaletü'n-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet, ben Risaletü'n-Nur'un has şakirtlerini işhad ederek derim:
Risaletü'n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur'ân'dan başka me'hazı yok, Kur'ân'dan başka üstadı yok, Kur'ân'dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'ân'ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur'âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.
Üçüncü nokta: Resâili'n-Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîmin mazharı olduğundan, bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmi beşinci dahi
Rahmân ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i mâneviyeyi cidden
kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeye binaen deriz ki: cümlesinin sarîh bir mânâsı; Asr-ı Saadette
vahiy suretiyle Kitab-ı Mübînin nüzulü olduğu gibi, mânâ-yı işârîsiyle de, her
asırda o Kitab-ı Mübînin mertebe-i arşiyesinden ve mucize-i mâneviyesinden feyiz ve
ilham tarîkiyle onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul
ediyor diyerek, şu asırda bir şakirdini ve bir lem'asını cenah-ı himayetine ve
daire-i harîmine bir hususî iltifat ile alıyor.
Dördüncü nokta: İşte bu risalede mezkûr otuz üç âyet-i meşhurenin bil'ittifak, tekellüfsüz, mânâca ve cifirce Resâili'n-Nur'un başına parmak basmaları ve başta Âyetü'n-Nur on parmakla ona işaret etmesi, eskiden beri ulema ortasında ve edipler mâbeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medâr-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri mâruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun'î ve kastî yapılsa, yalnız bir letafet, bir zarâfet, bir cezâlet olur.
Evet, edipler hususî ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla kelâmlarını güzelleştirdikleri, hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî ile işaret ise, her cihetle ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayan Kur'ân'ın bu kadar âyât-ı meşhuresi icmâ ile ve ittifakla Risalei'n-Nur'a işaret ve tevafukları, sarahat derecesinde onun makbuliyetine bir şehadettir. Ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirtlerine bir beşarettir.
Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u
Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki gibi mukattaat-ı hurufiyeyi
işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler:
"Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır."
Onlara mukabil dedi: "Az değil." Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var." Onlar sustular...10
İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.
Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun'î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun'î ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini apıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ, nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hattâ hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâlin vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdâniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mucize-i kübrâsı ve lisanü'l-gayb olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i'câzının muktezasıdır.
İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.
Sûre-i Zümer, Câsiye, Ahkaf'ın başlarındaki olan
âyetler, sabık ihtarın ikinci noktasında münasebet-i mâneviyesi beyan edildiğinden
burada yalnız cifrî remzini beyan edeceğiz. Şöyle ki: İki
800, iki
100, iki
80, iki
40, üç
21, üç
30, bir
, bir
10, Lâfzullah
67, bir
70, dört
, dört
124 olup yekûnu 1342 ederek bu asrın
şu tarihine nazar-ı dikkati celb etmekle beraber, Kur'ân'ın tenziliyle çok alâkadar
bir nura parmak basıyor.
o tarihten az sonra Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) Risalesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektuplar gibi Risaletü'n-Nur'un en nuranî cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur'ân'ın kırk vecihle i'câzını ispat eden Mucizat-ı Kur'âniye risalesiyle haşre dair Onuncu Sözün ikisinin '42'de intişarları ve '46'da fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki, bu âyet ona hususî bir iltifatı var.
Hem nasılki bu âyetler telif ve intişarına işaret ederler; öyle de, yalnız kelimesi Risaletü'n-Nur'un ismine (şeddeli nun,
bir nun sayılmak cihetiyle) gayet cüz'î bir farkla tevafuk edip remzen bakar,
kendine kabul eder. Çünkü
kelimesi 951 ederek Risaletü'n-Nur'un makamı
olan 948'e sırlı üç farkla tevafuk noktasından bakar.
Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü'n-Nur'un mertebesi
üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil,
belki ekseriyetle Kur'ân'ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı
Kur'âniyedir. Câ-yı dikkattir ki, birinci olan
Sûre-i Mü'min'de
1 makam-ı cifrîsi, bazı mühim âyetler gibi
1370'e bakıyor. Acaba on beş-yirmi sene sonra başka bir nur-u Kur'ân zuhur mu edecek,
yahut Resâili'n-Nur'un bir inkişaf-ı fevkalâde ile bir fütuhatı mı olacak,
bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.
YİRMİ BEŞİNCİ ÂYET
2 âyet-i kudsiyesidir. Bu âyetin mânâ-yı
işârîsi, Resâili'n-Nur ile münasebeti çok kuvvetlidir. Bir ciheti şudur ki:
Risaletü'n-Nurun ve şakirtlerinin mesleği, dört esas üzerine gidiyor.
Birincisi tefekkürdür; Hakîm ismine bakıyor.
Biri de şefkattir, hadsiz olan fakrını hissetmektir ki, Rahmân ve Rahîm isimlerine bakıyor.
Hem şu âyet nasılki Resâili'n-Nur'un telif ve tekemmül tarihine tevafukla parmak
basıyor; öyle de, kelimesiyle (vakıf mahalli olmadığından,
tenvin, nun sayılmak cihetiyle) makamı 547 olarak Sözlerin ikinci ve üçüncü
ismi olan Resâili'n-Nur ve Risale-i Nur'un adedi olan 548 veya 49'a, şeddeli nun,
bir nun sayılmak cihetiyle pek cüz'î ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk
ederek remzen ona bakar, dairesine alır.
Hem in makam-ı cifrîsi, bir vecihle, yani tenvin, nun
sayılsa ve şeddeli iki
deki lâm-ı aslî hesap edilse,
telâffuzda olduğu gibi olsa, 1354 veya 5 eder.
Ve diğer bir vecihte, yani tenvin sayılmazsa, 1304 eder. Üçüncü vecihte, yani
telâffuzda bulunmayan iki
hesaba girmezse, 1294 eder.
Birinci vecihte, tam tamına Resâili'n-Nur'un telifçe bir derece tekemmülü ve fevkalâde ehemmiyet kesb etmesi ve fırtınalara tutulması ve şakirtleri kudsî bir teselliye muhtaç oldukları Arabî tarihiyle, şu 1355 ve 54 tarihine, hem otuz bir adet Lem'alardan ibaret olan Otuz Birinci Mektubun telif zamanına, hem o mektubun Otuz Birinci Lem'asının vakt-i zuhuruna ve o lem'adan Birinci Şuânın telifine ve Şuânın yirmi dokuz makamında otuz üç adet âyâtın Risale-i Nur'a işaretleri istihraç edildiği hengâmına ve yirmi beşinci âyetin Risale-i Nur'a îmaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsine yakışıyor, gayet lâtif ve müjdeli bir tevâfuktur.
İkinci vecihte, yani 1304 makamıyla, Risale-i Nur'un tercümanı, Risale-i Nur'un
basamakları olan mebâdi-i ulûma besmele-keş olduğu ve fütuhat-ı Nuriyede
besmelesini çektiği ve fâtiha-i hayat-ı ilmiyede okuduğu
zamanına tam tamına tevafukla parmak basıyor, arkasını sıvatıyor, "Haydi git,
selâmetle çalış" remzen diyor.
Üçüncü vecihte, yani 1293 veya 4 olan makam-ı cifrîsiyle, o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin iptidasına tam tamına tevafuk sırrıyla îma eder ki, onun hayatı çok dehşetli dağdağaları ve fırtınaları görmek ve çekmekle beraber, daima Rahmân ve Rahîm isimlerinin mazharı olarak rahmetle muhafaza ve şefkatle terbiye edileceğini remzen mün'imâne haber veriyor. Bu suretle, Kur'ân'ın mânevî i'câzından ihbar-ı gaybî nev'inin bir şuâsını gösteriyor.
YİRMİ ALTINCI ÂYET
Sûre-i Hûd'da 3 âyetinin iki satır sonra gelen
4 âyetidir. Şu âyetin şeddeli
ve şeddeli
ve şeddeli
ikişer
sayılmak ve
deki
vakıfta olduğundan
olmak cihetiyle
makam-ı cifrîsi 1352 olmakla, tam tamına Resâili'n-Nur şakirtlerinin en meyusiyetli
ve musibetli zamanları olan 1352 tarihine tam tamına tevafukla, o acınacak hallerinde
kudsî ve semâvî bir teselli, bir beşarettir. Ve âyetin münasebet-i mâneviyesi bir
iki risalede, yani Keramât-ı Aleviyede ve Gavsiyede beyan edilmiştir.
deki
kelimesi
deki
kelimesine Kur'ân sayfasında tam müvâzi ve mukabil gelmesi, bu tevafuka bir letafet
daha katar. Bu âyetin küllî ve çok geniş mânâ-yı kudsîsinin cüz'iyatından
Risale-i Nur şakirtleri gibi teselliye çok muhtaç bir cüz'îsi bu asırda 1352'de
bulunduğuna tam tamına tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor.
Eğer kelimesinde vakfedilmezse ve
kelimesiyle raptedilse, o vakit
olmaz. Fakat daha lâtif tesellikâr bir
tevafuk olur. Çünkü
kaide-i nahviyece müptedâdır. 5
onun
haberidir. Bu haber ise, makam-ı cifrîsi olan 1349 adediyle, 1349 tarihinden beşaretle
remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur'ân hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı
Cennet ve ehl-i saadet olduğunu mânâ-yı işârîsiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar
eder ve bu tarihte Risale-i Nur şakirtleri Kur'ân hesabına fevkalâde hizmetleri ve
tenevvürleri ve çok mühim risalelerin telifleri ve başlarına gelen şimdiki
musibetin, düşmanları tarafından ihzarâtı tezahür ettiğinden, elbette bu tarihe
müteveccih ve işârî, tesellikâr bir beşaret-i Kur'âniye en evvel onlara
baktığını gösterir.
Evet de şeddeli
, bir
sayılmak cihetiyle
400, 600; 1000 eder. İki
100; bir
, iki
, bir
200; diğer
30, ikinci
10, iki
2, bir
3, bir
4, 49 eder ki; yekûnu 1349 eder.
Bu müjde-i Kur'âniyenin binden bir veçhi bize teması, bin hazineden ziyade kıymettardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-yı sadıkadır. Şöyle ki:
Isparta'da başımıza gelen bu hadiseden bir ay evvel bir zâta, rüyada ona deniliyor ki, "Resâili'n-Nur şakirtleri imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler."
Biz o vakit o rüyaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur'âniyenin bir müjdecisi imiş.HAŞİYE
YİRMİ YEDİNCİ ÂYET
Sûre-i Saf'ta
dur. Bu âyetteki cümlesinin makam-ı cifrîsi, 1316 veya 7'dir.
Ve bu tarih ise, sabıkan yirmi birinci âyetin hâtimesinde zikredilen inkılâb-ı
fikrî sadedinde, Avrupa'nın bir müstemlekât nâzırı, Kur'ân'ın nurunu
söndürmesine çalışması tarihine ve Resâili'n-Nur Müellifi dahi ona karşı o
inkılâb-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe, hem yedi
sûrede yedi defa
7 aynı tarihe, hem
8dahi aynı tarihe, hem
9 dahi aynı tarihe, hem
10 dahi şeddeli
, bir
sayılmak ve tenvin sayılmamak cihetiyle aynı tarihe, hem
11 fermanı dahi aynı tarihe, hem
dahi aynı tarihe bil'ittifak muvafakatları
elbette remizden, işaretten, delâletten ziyade bir sarahattir ki, Risale-i Nur o nur-u
İlâhînin bir lem'ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat
zulümatını dağıtacağını mânâ-yı işârîsiyle müjdeliyor. Hem bu cifrî ve
müteaddit ve mânidar tevafuklar ise, kuvvetli bir münasebet-i mânevîyeye istinad
ederler.
Evet, Resâili'n-Nur'un 129 risaleleri, 129 elektrik lâmbalarının şişeleri misilli, Kur'ân nur-u âzamından uzanan tellerin başlarına takılıp o nuru neşrettikleri meydandadır. Risale-i Nur'un yarı ismi iki defa bu cümle-i âyette bulunmasıyla o münasebeti pek letafetlendiriyor.
YİRMİ SEKİZİNCİ ÂYET
Sûre-i Tevbe'de
âyetindeki cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i
mâneviyesiyle beraber şeddeli lâm'lar, birer
ve şeddeli
asıl kelimeden olduğundan, iki
sayılmak cihetiyle 1324 ederek, Avrupa zâlimleri
devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast plânı
yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti '24'te ilânıyla o
plânı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra,
harb-i umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde Kur'ân'ın
zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan
plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla
mukabeleye çalıştıkları tarihi olan 1324'e, tâ '34'te, tâ '54'te tam tamına
tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur'ân'ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde
Resâili'n-Nur Müellifi '24'te ve Resâili'n-Nur'un mukaddematı '34'te ve
Resâili'n-Nur'un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirtleri '54'te mukabeleye
çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i
siyaseti telâşa sevk ettiler ve bu itfâ suikastine karşı tenvir vazifesini tam îfa
ettiklerinden, bu âyetin mânâ-yı işârîsi cihetinde bir medâr-ı nazarı
olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur'ân'a muhalif
hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim
neticeleridir.
Eğer şeddeli dahi şeddeli lâm'lar gibi bir sayılsa, o
vakit 1284 eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye
niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un '93 muharebe-i meş'umesiyle
âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda
Resâili'n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid'in (k.s.) şakirtleri o bulut
zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak
basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm'lar ve
ikişer
sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdînin
şakirtleri olabilir. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. 13
sırrıyla kısa kestik.
YİRMİ DOKUZUNCU ÂYET
Sûre-i İbrahim'in başında
âyetidir. Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer.
Birincisi: cümlesi ifade eder ki: "Kitab-ı
Mübîn vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillâh
Kur'ân'dan gelen bir nura çıkarlar." Bu meâl ve hususan nur lâfzı,
Resâili'n-Nur'a mutabık olduğu gibi, makam-ı cifrîsi şeddeli
, iki
olmak üzere 1338 veya 9 ederek, harb-i umumî zulümatında telif edilen
Resâili'n-Nur'un fâtihası olan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri, o zulmetler
içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki nur kelimesi, Risale-i
Nur'daki Nur lâfzına îma ile bakıyor.
İkincisi: cümlesi evvelki cümledeki Nuru târif
ederek der: O nur Cenâb-ı Hakkın izzet ve mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin
makam-ı ebcedîsi 548 veya 50 olarak, Resâili'n-Nur'un şeddeli
, bir
olmak üzere adedi olan 548'e tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki elif
sayılsa, mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu îmayı
teyid eden, hem letafetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki:
Âlem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile harb-i umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam-ı ebcedî ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi
kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve
Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.
Hem, sabık âyetlerde ise, Resâili'n-Nur'un ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgû ve Cengiz asrına dahi îma ederler. Hattâ o âyetlerin hem o asra,
hem bu asra îmaları içindir ki, Hazret-i Ali (r.a.) Ercûze'sinde ve Gavs-ı Âzam (r.a.) Kasîde'sinde Resâili'n-Nur'a kerametkârâne işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler.
Üçüncüsü: kelimesindeki
ın adedi
1372 ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o
zulmetlerin içinde bir nur daima tenvire çalışacağını îma ile Risale-i Nur'un
tenvirine remzen bakar.
Dördüncüsü: cümlesi diyor ki: "1345'te Kur'ân'dan
gelen bir nur ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak." Bu meâl ise,
1345'te fevkalâde tenvire başlayan Resâili'n-Nur'a tam tamına cifirce, hem mealce
muvafık ve mutabık olmakla, Risale-i Nur'un makbuliyetine îma, belki remzediyor.
Beşincisi: deki
kelimesi
Kur'ân'a has baktığı için hariç kalmak üzere,
cümlesinin makamı Risaletü'n-Nur'un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi,
Risaletü'n-Nur'un, Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri ve mânâsı olduğunu ve ondan
yabani olmadığını remzen ifade eder. Çünkü
382,
423,
144,
yekûnu 949; eğer tenvin nun sayılsa 999 ederek Risaletü'n-Nur'un (eğer
şeddeli
, bir
sayılsa) adedi olan 948 (eğer şeddeli
, iki
olsa) 998 sırlı, yani vahiy olmadığını ifade
için birtek farkla tevafuk edip ona îma eder.
Elhâsıl: Bu birtek âyette mezkûr beş cümlenin münasebet-i mâneviyeyi gözeterek beş adet îmaları bir kuvvetli işaret, belki bir delâlet hükmüne geçebilir kanaati bana bunu yazdırdı. Hatâ etmişsem, Kitab-ı Mübîni şefaatçi edip Erhamürrahimînden kusurumun affını niyaz ederim.
Küçük bir sehivden kuvvetli bir işaret-i gaybiye gördüm. Ondan bildim ki, o sehiv bunun içinmiş. Şöyle ki:
Birinci Şuâ olan İşârât-ı Kur'âniyenin, yirmi dokuzuncu âyet Sûre-i İbrahim'in başında,
içinde cümlesine makam-ı cifrîsi sehven "1334
ederek Risale-i Nur'un fâtihası olan İşârâtü'l-İ'câz tefsirinin zuhuru ve
tab'ı tarihine tevafukla bakar" denilmiş. Halbuki, melfuz harflerinin makamı 1339
olup o tefsirin fevkalâde iştiharı ve Dârü'l-Hikmet tarafından ekser müftülere
gönderilen nüshalar, müteaddit ve maddî ve mânevî inkılâpların
sarsıntılarından vikaye noktasında-çok emâreler ve müftülerin itirafıyla-birer
kale ve ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılıç hükmüne geçmeleri tarihine
tevafukla takdirkârâne bakar. Okunmayan iki elif sayılsa, 1341 edip Risale-i
Nur'un mebde-i zuhuruna tam tamına tevafukla bakar.
Bu küçük sehiv şöyle bir mânâyı birden kuvvetli ihtar etti ki: O Sûre-i İbrahim'in (a.s.) başındaki âyetin Risale-i Nur'a remzen bakan yalnız onun dört cümlesi değil, belki o birinci sayfa âhirine kadar münasebât-ı mâneviye cihetinde bir mânâ-yı remziyle, efrad-ı kesiresi içinde Risale-i Nur'a gizli bir hususiyetle îma eder, remzen bakar. Ben şimdilik o hakikat-i remziyeyi beyan edemem. Yalnız kısa bir işaret edilecek.
Evet, Risale-i Nur'un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim'in (a.s.) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu sûrede daha ziyade Risale-i Nur'u kucağına alıyor. Baştaki âyet, dört cümle ile en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nura çıkaran ve Kur'ân'dan çıkan bir nura parmak bastığı gibi, en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nur'un cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.
ÜÇÜNCÜ ÂYET:
Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebât-ı mâneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur'un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler."
Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
Ve ikinci cümlesi olan ile der ki: "O bedbahtların dalâleti,
muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar,
tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâvetkârâne,
menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak
istiyorlar."
Ve üçüncü cümlesi olan ile der ki: "Onların dalâleti fenden,
felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir
enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî
kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî
hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden-hâşâ hâşâ!-eğri,
yanlış, noksan bulmak istiyorlar." İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu
asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle
çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına
parmak basıyor.
Evet, evvelki cümle olan nin makamı 1327; eğer şeddeli
ve
ikişer sayılsa Arabî tarihiyle 1359 edip o
tuğyanlı taifenin savletli zamanını göstererek tam tevafukla bakar.
nin makamı; tenvin, nun olmak cihetiyle
1209 ederek şeriat-ı İslâmiyeye suikast olarak ecnebî kanunlarını adliyeye sokmak
fikri ve teşebbüsü tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu emareler gibi çok
îmalarla baştaki âyetin kuvvetli işaret ettiği Risale-i Nur'un muarızlarına zâhir
bir surette baktığı gibi, mefhum-u muhalifi delâletiyle dahi Risale-i Nur'a tam bakar.
Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur'un Türkçe olmasını tahsin eder ve beşincide
Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı
şarkiyede Risale-i Nur imdatlarına ve her taifeden ziyade başlarına gelen hadiseler ve
âyette 5
tâbir edilen elîm vakıaları hatırlarına
getirmekle ikaz ve irşad etmelerine bir mânâ-yı işârî ve remzî ile emrediyor. Bu
âhirki ehemmiyetli işareti beyan etmeme şimdilik izin olmadığından, yalnız
herbirinin birtek remzi gayet kısa beyan edilecek. Şöyle ki:
DÖRDÜNCÜ ÂYETİN:
cümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, risalet ve
nübüvvetin her asırda veraset noktasında naipleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir
mânâ-yı remzî cihetinde, vazife-i ırsiyeti yapan Risale-i Nur'u efradı içine
hususî bir iltifatla dahil edip lisan-ı Kur'ân olan Arabî olmayarak Türkçe
olmasını takdir ediyor. Evet, bunun makamı deki
tenvin
sayılmak ve şeddeli
iki sayılsa ve
şeddeli
bir sayılsa 1358, her ikisi bir
sayılsa 1328;
şeddeliler iki sayılsa, tenvin sayılmazsa, 1318, hem tenvin, hem şeddeliler sayılsa
1368 ederek Risale-i Nur'un beş devresine ve beş vaziyetine remzen ve îmaen bakar.
BEŞİNCİ ÂYETTE:
cümlesinde makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer
sayılmak cihetinde 1351 ederek Risale-i Nur'un şimdilik beyanına iznim olmayan
ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i Kur'âniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına
tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak
münasebât-ı mefhumiye remzi ile Risale-i Nur'a îmaen bakar. Daha yazılacak çok
gaybî işaretler var; fakat izin verilmedi, şimdilik kaldı.