Tarihçe-i Hayat - Eskişehir Hayatı - s.2169

"Ey hakim! Sen, raiyetine adalet namıyla zulüm ediyorsun. Çünkü tenkitkârane cerbezeli nazarın, zamanen müteferrik kusuratı birden toplar, bir zamanda tasavvur edip, sahibini şiddetli bir cezaya çarpıyorsun. Hem, bir kavmin müteferrik efradında vücuda gelen kusuratı, o tenkitkâr cerbezeli nazarında topluyorsun. Sonra o perde ile, o taifenin herbir ferdine karşı bir nefret, bir hiddet size gelir; haksız olarak onları vurursun. Evet, senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları bir günde birkaç kişi istimal etse, hepsini de öldürebilir. İşte, aynı bunun gibi, mehasinin ortalarında bulunmasıyla, ara sıra vuku bulan kusuratı setretmek lâzım gelirken, sen, raiyetine karşı kusuratı izale eden mehasini düşünmeden, cerbezeli nazarınla müteferrik kusuratı toplayıp, ağır ceza veriyorsun. İşte o padişah, o muhakkik âlimin ikazatıyla, adalet namına yaptığı zulümden kurtuldu."

İşte hariçten mülhem ve mülhid zalimlerin entrikalarına istinaden, Risale-i Nur hakkında misafir müstantıkların verdikleri acip ve garip, ithamkârâne ve vehhamâne kararları, aynı bu hikâyedeki tenkitkâr cerbeze ile olduğu bununla anlaşılıyor ki: Risale-i Nur'un yüz yirmi küsur risalesi, âdetâ yüz yirmi bin zararsız, haklı kelimeler içinde on, on beş, yirmi kelime sathî nazarlarına kusurlu görünmekle, hikâyedeki gibi o kusuru toplayıp, o adese ile koca Risale-i Nur'a bakıp itham ediyor.HAŞİYE 1 Sonra, benim de o risaleler vasıtasıyla hükûmetin prensibine ve rejimine karşı kastî bir taarruzda bulunduğumu tevehhüm ediyor. Acaba böyle muazzam bir eserde, kararnamede tevehhüm ettikleri gibi, menfî duygularla hükûmetin prensibine karşı taarruz olsa idi, elbette yüz yirmi küsur risalede binler medar-ı tenkit noktaları bulunacaktı. O vakit üç ayda, üç alâkadar dairede tetkikten sonra on beş noktayı değil, belki üç günde üç bin medar-ı tenkit noktalar bulunacaklar idi.

Hem, hükûmetin inkılâbına karşı bir tecavüz hedefim olsaydı, on sene zarfında yalnız yirmi-otuz uzaktan uzağa âhiret kardeşi bulmak değil, belki benim gibi yüz derece haddinden fazla teveccüh-ü âmmeye istemeyerek mazhar olan bir adamın, yirmi bin, yüz bin şerikleri, dostları bulunacaktı. Şimdi de o kararları verenlere soruyorum:

O kadar i'zâm ederek ve büyüterek, "Her yerde o risalelerin neşrine çalışıyorlar" diye, on sayfa değil, altmış sayfa bir kararname yazıyorsunuz. Acaba otuz-kırk seneden beri ilim ve fen âleminde bir cilve-i kaderiye ile haddimden yüz derece fazla telifat itibarıyla nam alan ve yirmi sene mütemadiyen telifle vakti geçen bir adamın, bir amîk tetkikat ve taharriyat içinde kaç bin nüsha kitabını buldunuz? En has kardeşlerimde, hangi tenkitli kitabı buldunuz? Tenkit ettiğiniz risalelerden, bir nüshadan başka, kaç risaleyi buldunuz? Bütün bu mevkufiyette benimle beraber otuz kırk nüsha kitap buldunuz. Bu nasıl neşriyat olur ki, herbirinde bir nüsha bile bulunmamıştır? Bütün itiraz ettiğiniz maddeler, pek safdil ve ısrarcı bir kardeşimiz olan Halil İbrahim'de, bazılarında birer nüsha bulunmuş. Onları da ben mecbur oldum; onun ısrar ve iştiyak ve safvetine karşı kendime ait olan bazı ve "nîm-mahrem" dediklerimi göndermiştim. Kazâ-yı İlâhi ile, bütünü elinize geçti. Bunlardan başka hiçbir kimsede bulunmadı. Demek, kararnamede "Neşriyat yapıyor" demeleri, bir evhamdan ibarettir. Eğer bu on sene zarfında neşriyat yapsaydım, bulduğunuz bir nüshaya bedel, lâakal yüz nüsha, hususan has kardeşlerimde bulunacaktı. Yüz yirmi adamın istintakında ancak otuz-kırk kitap bulunmuştur. Halbuki, biçare çok mâsum insanları, "Said-i Kürdî'nin âsârının neşriyatına vasıta olmuşlar" bahanesiyle bu musibete sevk ile süründürdüler.

Üçüncü umde: İthamkârâne, mülhid zalimlerin isnâdâtına istinad eden kararnamede o kadar mânâsız ve dikkatsiz hükmetmiş ki, görenlerin istiğrabını mucip oluyor.

Meselâ: Kararnâmede, sekiz-on sene fasılalı telif ile istinsah tarihleri iltibas ettiriliyor. Geçen sene istinsah edilen ve on sene evvel telif edilen risaleyi, geçen sene telif edilmiş gibi gösteriyor. Hem, bir hocanın, bir muallimin etrafındaki şakirtleri ve bir bakkalın samimî müşteri dostları hükmünde olan ve nadiren görüşebildiğim ve bazılarını bir defa gördüğüm bazı dostlarım, bir cemiyetin faal âzâları gibi neşriyata vasıta oluyorlar diye itham edilmişler. Acaba benim gibi bir adamın on sene zarfında on dostu bulunması ve o neşriyat dedikleri birer veyahut ikişer nüshadan başka bulunmamakla beraber, bunlara Said'in vasıta-i neşriyatı demek ne kadar mânâsız olduğu bununla anlaşılır ki: Ben on gün, muhbirlerin dediği gibi niyet


Tarihçe-i Hayat - Eskişehir Hayatı - s.2170

edip neşriyat yapsaydım, yüz adamı da bulup neşriyat yapabilirdim. O vakit, bu on senelik neşriyatta herbir kitaptan elinize yüz nüsha geçebilirdi. Halbuki, bu kadar tahkikat-ı amîkada Tesettür Risalesinden birtek nüsha ile nâşir tevehhüm edilen on mâsum biçareler bulunmuştur!

Hem, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada Ankara'nın kalesinin başında beş nevi ihtiyarlığın birden bana görünmesi, nazarımı bir defa gafletkârâne, mazi, hal ve müstakbele çevirmiş. Nazar-ı gafletle çok elîm ve karanlıklı görünen altı cihetimi tenvir eden, ışıklandıran envar-ı imaniyeyi izah ettiği ve o vak'ayı on iki sene evvel Ankara'da Hubab isminde bir risalemde derc ve tab ettiğim ve üç defadır cevap verdiğim halde, el'an aleyhimde medar-ı tenkit olarak tekrar ediliyor. En garibi şudur ki: İki kelimesine bütün bütün yanlış mânâ verilmiş. Demişim: "Ankara'da kendi nefsimde ihtiyarlıkların tahattürü ile en kara bir halet-i ruhiye hissettim" dediğim halde; o hâlet-i ruhiyemi Ankara'ya çevirmiş, aleyhimde istimal etmiş.

Hem o Ricada demişim: Hilâfet saltanatının vefatı, yani millî saltanatının yerine ikamesi murad ettiğim halde, bir vav ilâve ve bir nun'u noksan edip, hilâfet ve saltanatın vefatı diye tahrifle beraber mânâsını da tağyir edip, eski saltanatı tahassürle yâd ettiğimi hatıra gelmeyen mânâyı aleyhimde istimal etmiş.HAŞİYE 2 Bu acip kararnameyi verenlerin hikâyesi buna benzer ki:

Bir vakit, zarif bir Bektaşîye demişler: "Niçin namaz kılmıyorsun?" Demiş: "Kur'ân'da

r023.gif (454 bytes) var." r024.gif (424 bytes) " yı da oku demişler." O demiş: "Ben hâfız değilim." İşte, Yedinci Ricada gayet parlak ve tesirli ve her aklı düşündürecek bir hakikat-i imaniyeyi, karar verenler parçalamışlar. O Bektaşî gibi, nazar-ı gafletle karanlık görünen o noktayı, güya "nesl-i âtiyi karanlıkta gördüğümü" diye aleyhime çevirmişler. Arkasındaki envar-ı imaniyenin altı cihette gördüğü nurânî hizmete göz kapıyorlar. Numune olarak bu Ricanın mahkemede okunmasını talep ederim. Tâ anlaşılsın; dikkatsizlik ve cerbeze ile lehimde olanı aleyhime çevirdikleri görülsün.

Dördüncü umde: Bura yüksek mahkemesinin âdilâne ve hakperest vicdanlarından, ihkak-ı hak edileceğine ümidimiz kavî olmakla beraber, hariçten ilham alan ve Isparta ve daha başka bir yerdeki evhamın tesiratı, hükmü altından kurtulmayan misafir sorgu hakimlerinin kararında, yirmi vecihle müdafaa ettiğim medar-ı itham bazı noktaları yine ileri sürmeleri, bana bir meyusiyet vermekle beraber, böyle bir fikir veriyor:

Gizli bir kuvvet, bil'iltizam beni mahkûm etmek istiyor. Ve her bahaneyi bulup, bin dereden su getirmek gibi herbir çareye müracaat edip, kurdun keçiye bahanesinden daha garip bahanelerle beni itham altına almak ve mahkûm ettirilmek istenildiğimi hissediyorum. Meselâ, üç aydır bu kelimeyi tekrar ediyorlar: "Said-i Kürdî, dini siyasete âlet ediyor." Ben de bütün mukaddesata yemin ediyorum ki: Bin siyasetim olsa, hakaik-i imaniyeye feda ediyorum. Ben, nasıl hakaik-i imaniyeyi dünya siyasetine âlet edebilirim? Ben yüz yerde bu ithamı çürüttüğüm halde, yine mânâsız nakarat gibi böyle tekrar edip ileri sürüyorlar. Demek, bil'iltizam ve herhalde beni mes'ul etmek arzusunda bulunuyorlar. Ben de, aleyhimizdeki mülhid zâlimleri, siyaseti dinsizliğe âlet etmeleriyle itham ediyorum. Ve onların medar-ı ithamı olan bu müthiş mânâyı bildirmemek için bana isnat ettikleri, "Said, dini siyasete alet ediyor" cümlesiyle setre çalışıyorlar. Madem öyledir, herhalde beni mahkûm etmek istiyorlar. Ben de ehl-i dünyaya derim: Bu ihtiyarlıktaki bir-iki senelik ömür için faydasız, lüzumsuz tezellüle tenezzül etmem.

Beşinci umde: Dört Noktadır.

Birinci nokta: Kararnamede, kelimeler üzerinde oynanılıyor. Bir kelimenin, kasdî olmadığı halde, bir mânâsından târiz çıkarıyorlar. Halbuki, Risale-i Nur'da hedef bütün bütün ayrı olduğundan, kelimatındaki kasta makrun olmayan târizler değil, belki tasrihler de bulunsa şayan-ı af ve müsamahadır. Bu noktayı izah eden bu misal, mikyastır. Meselâ:

Ben bir maksadımı hedef ederek yoluma koşup gidiyorum. İhtiyarsız, yolumda koşarken büyük bir adama çarpıp, o adam yere düşse, desem "Efendi, affet. Ben, maksadıma gidiyordum. Bilmeyerek çarpıldım"; elbette affeder ve gücenmez. Eğer kastî olarak bir parmağımı o adama tâciz suretinde kulağına iliştirsem, hakaret telâkki edecek ve benden gücenecek.

İşte, madem hükûmetin tahkikat-ı amîkasıyla ve yüz yirmi küsur risalenin bir-iki memurun zulmüne karşı şekvâ suretinde olan ve intişar edilmeyen


Tarihçe-i Hayat - Eskişehir Hayatı - s.2171

bir iki tanesi müstesna, mütebakisinin hedefi iman ve âhiret olduğundan, harekât-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın siyasetine de çarpsa ve şiddetli kelimatta bulunsa, şayan-ı af ve müsamahadır. Risaleler, lisan-ı hal ile "Affediniz, maksadımız size ilişmek değildir. Hedefimizde yürüyoruz" diyorlar. Eğer risalelerin ekseriyet-i mutlakasının hedefi, siyaset ve hayat-ı dünyeviye olsaydı, o vakit kararnamede olduğu gibi her kelime üzerinde oynayıp, "Bu kelimede târiz var" veyahut "menfî duygular var" veyahut "rejime muhaliftir" denilebilirdi.


Mahkeme-i Temyiz lâyihası

Dünyada hiçbir misli görülmemiş bir haksızlığa maruz kaldım. 163. madde-i kanuniye ile beni ve yüz yirmi risalemi mahkûm ettiler. Halbuki, o madde-i kanuniyenin bana temas ettiğine dair evrak-ı tahkikiye arasında mevcut ve size takdim edilen son müdafaatım ve üç itiraznamem, yirmi cihetle kat'î delillerle bana temas etmediğini ve yirmi senede yazılan yüz yirmi risalemin içinde, kendilerince medar-ı tenkit yirmi kelimeden aşağı mahdut birkaç nokta bulunmasıyla, ayrı ayrı kitap, ayrı ayrı zamanda yazılmış kıymettar ve menfaattar ve uhrevî ve Avrupa filozoflarının ve filozofların dinsiz ve mülhid şakirtlerine karşı-Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyenin azalığı münasebetiyle-hakikî ve ilmî müdafaatım, çok zaman sonra kısmen ilcaat-ı zamana göre kabul edilen Kanun-u Medenînin bazı maddelerine, yüz bin kelimat içinde on-on beş kelimenin muvafık gelmemesi sebebiyle hem benim mahkûmiyetim talep edilmiş; hem mühim keşfiyat-ı mâneviyeyi havi yüz yirmi kitap olan Risale-i Nur'un elde bulunan nüshaları müsadere edilmiş ve inde'l-muhakeme bütün ilmi ve mantıkî ve kanunî iddia ve müdafaatım, esbab-ı mucibe gösterilmeksizin, sebepsiz ve kanunsuz reddedilmiştir.

Yüz altmış üçüncü madde-i kanuniye, "asayişi ihlâl edebilecek hissiyat-ı diniyeyi tahrik edenler" mealinde bulunan şu kanunun, elbette bu hadsiz genişlik içinde bir tefsiri var. Elbette kuyud-u ihtiraziyesi bulunacak. Yoksa, bu madde, bu geniş mânâ ile beni mahkûm ettiği gibi, bütün ehl-i diyanete ve başta Diyanet Riyaseti olarak, bütün vaizlere ve bütün imamlara, bana teşmil edildiği gibi teşmil edilebilir. Çünkü, yüz sayfadan fazla müdafaat-ı kat'iye ve hakikiyem ile beraber, yine bana temas ettirilebilecek bir mânâ veriliyor ki, o mânâ her nasihat eden kimseye ve hattâ bir dostunu iyiliğe sevk etmek için irşad eden herkesi daire-i hükmü altına alabilir. Bu madde-i kanuniyenin mânâsı şu olmak gerektir ki, taassup perdesi altında muhalif bir siyaseti takip eden ve terakkiyat-ı medeniyeye sed çekenlere sed çekmek içindir. Bu maddenin, bu mânâda, çok kat'î delillerle ispat etmişiz ki, bize bir cihet-i temâsı yoktur.

Evet, bu madde, tefsirsiz ve kuyud-u ihtiraziyesiz ve garazkârlar, istediği adamları onunla çarpmasına müsait, hudutsuz bir mânâda olamaz. Evet, ben on sene nezaret ve dikkat altında ve yirmi senede telif ettiğim yüz yirmi risaleyle bu kadar hakkımdaki tetkikat-ı amîka neticesinde cüz'î bir derecede âsâyişi ihlâl etmiş bir emare, ne bende ve ne de o risaleleri okuyanlarda bulunmadığı halde ve yirmi veçhile ispat ettiğim ve beni yakından tanıyan zatların şehadetiyle, on üç seneden beri şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçtığımı ve hükûmetin işine karışmadığımı ve tahammül-ü beşer fevkinde işkencelere tahammül edip dünyaya karışmadığım ve iman hizmetini bu dünyada en büyük maksat telâkki ettiğim halde, "Said dini siyasete âlet edip, âsâyişi ihlâle teşebbüse niyet ediyor" diye, beni yüz altmış üçüncü maddeye temas ettirmek, mahkûm etmek, bütün rû-yi zemindeki adliye ve mahkemelerin haysiyetine ilişecek ve nazar-ı dikkati celb edecek hiç görülmemiş bir hadise-i adliyedir kanaatindeyim.

İşte, cihangir hükümdarların ve kahraman kumandanların küçük mahkemelerde diz çöküp kemal-i inkıyad ile mutavaat göstermeleri, mahkemenin hiçbir şeyle zedelenmeyecek bir haysiyet ve şerefinin mevcudiyetini ispat eder. İşte, mahkemelerin bu yüksek ve mânevî haysiyetine dayanıp, hukukumu, hürriyetle müdafaa ediyorum. Bir makale içindeki zararlı görülen dört-beş kelime sansür edildikten sonra mütebakisinin neşrine izin verilirken, yüz yirmi kitabın, birbirinden ayrı ve ayrı ayrı zamanlarda telif edildiği halde, yalnız bir-iki risalede şimdiki nazarlara zararlı tevehhüm edilen on beş kelime yüzünden, yüz on beş mâsum ve menfaattar ve mühim bir kısmı Ankara Kütüphanesinde mevcut olup iftiharla kabul edilen kitapların ele geçenlerinin müsadere ile mahkûm edilmesi, rû-yi zemindeki adliyelerin şerefine ilişecek mahiyettedir. Elbette Mahkeme-i Temyizin yüksek makamı bu haysiyet ve şerefi sıyanet eder.

En ziyade tenkit edilen ve umum kitaplarımı muahazeye sebebiyet veren beş-on mesele içinde en mühimi, gelecek bu iki meseledir: