![]() ![]() ![]() |
Konferans - s.2259 |
bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî'nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur'la imânını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahittir.
Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur'ânî bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur'da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî'de mevcut olduğunu gördük. Şöyle ki:
Birincisi: Müellifin, yalnız Kur'ân-ı Hakîmi kendine üstad edinmiş olması...
İkincisi: Kur'ân-ı Hakîm, hakiki ilimleri hâvi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için, Kur'ân'ı tefsir ederken, hakikatın sâfi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için, müfessirin kendi hususî meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur'ân'ın mânâlarını keşif ile tezahür eden Kur'ân hakikatlarının tesbiti için elzemdir ki, o müfessir zat, herbir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlâsa mâlik bir allâme ve hem gayet âli bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun...
Üçüncüsü: Kur'ân tefsirinin tam bir ihlâsla telif edilmiş olması ki, müellifin, Cenab-ı Hakkın rızasından başka hiçbir maddî, mânevi menfaatı gaye edinmemesi ve bu ulvî hâletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması...
Dördüncüsü: Kur'ân'ın en büyük mucizelerinden birisi de, gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir veçhesi olmasıdır. İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur'ân-ı Hakîmin asrımıza bakan vechesinin keşf edilip, avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslûpla izah ve ispat edilmiş olması...
Beşincisi: Müfessirin Kur'ân ve imân hakikatlarını, cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmeli. Yani, pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması...
Altıncısı: Ders verdiği Kur'ânî hakikatların, hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nâfiz ve müessir olması..
Yedincisi: Hakikatların derkine de mâni olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması...
Sekizincisi: Kur'ân-ı Kerimi tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetine ittiba etmiş olması ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve âzami bir zühd ve takvâ ve âzami ihlâs ve dine hizmetinde âzami sebat, âzami sıdk ve sadâkat ve fedakârlığa, âzami iktisat ve kanaata mâlik olması şarttır.
Hülâsa olarak müfessirin, Kur'ânî risaleleriyle, Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) âzami takvâ ve âzami ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velâyet-i Ahmediyenin lemeâtına mazhar olmuş hâdim-i Kur'ân bir zat olması...
Dokuzuncusu: Müfessirin, Kur'ânî ve şer'î meseleleri beyan ederken, şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar edip, dünyaya meydan okuyacak bir imân kuvvetiyle hakikatı pervasızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesarete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.
Hem idam plânlarının tatbik edildiği ve birtek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imhâ edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur'ânî, şer'î esasatı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kâmil ve İslâmın, bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kur'ân'ın muteber bir müfessir-i âzamı olmuş olması lâzımdır.
İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî'de ve eserleri olan Nur Risalelerinde ayniyle mevcut olduğu, hakiki ve mütebahhir ulema-i İslâmın icma ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslâmiyece, Avrupa ve Amerikaca mâlûm ve musaddaktır.
İşte arkadaşlar, biz, böyle bir tefsir-i Kur'ân arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.
Kıymetli kardeşlerim! Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi imânı kurtarmak veya kaybetmek dâvâsıdır. Umumî harpler, beşere intibah vermiş, dünya hayatının fâniliğini ihtar etmiştir ve bâkî bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir dâvâyı, şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için, bir dâvâ vekili bulmaktaHAŞİYE çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkikatımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:
Konferans - s.2260
Asrımızdan evvelki İslâmiyetin ilm-i kelâm dâhileri ve dinimizin hârika imamları ve Kur'ân-ı Hakîmin dâhi müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zatlar, İslâmiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zatların yaşadığı zaman gibi değildir.
Eski zamanda, dalâlet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalâlet-Kur'ân ve İslâmiyete ve imâna taarruz, fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki etmemiş olduğu mâlûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip, beşeri sırat-ı müstakîme kavuşturmak, imânı kurtarabilmek için, ancak ve ancak Kur'ân-ı Hakîmin bu asra bakan veçhesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi elbette bu asırda kabil olacaktır.
İşte, Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân-ı Kerimdeki bu asrın muhtaç olduğu hakikatları keşfedip, Nur Risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki, Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir kanaatına varılmıştır.
Ve yine Risale-i Nur'daki bu imtiyazdan dolayıdır ki, bu mübarek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihan ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle senelerce devam eden tazyikatlar içerisinde Risale-i Nur'u okumuşlardır.
Hem Risale-i Nur ihtiyaç zamanında telif edildiğinden Türkiye ve İslâm dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir...
Kıymetli kardeşlerim,
Said Nursî kırk sene evvel İstanbul'da iken, "Kim ne isterse sorsun" diye, hârikulâde bir ilânat yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, Bediüzzaman'ın hücresine kafile kafile gidip, her nev'i ilimlere ve muhtelif mevzulara dair sordukları en müşkil, en muğlâk sualleri Bediüzzaman duraklamadan doğru olarak cevaplandırmıştır.
Böyle had ve hududu tayin edilmeyen, yani "şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak, beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sahip böyle bir İslâm dâhisi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir; Asr-ı Saadet müstesna...
Hattâ o zamanlarda, Mısır Câmiü'l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh
Bahît Efendi, İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan'ın sarp, yalçın
kayaları arasından gelerek, İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam
edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît'den bu genç hocanın (Bediüzzaman'ın) ilzam
edilmesini isterler. Şeyh Bahît de, bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar.
Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkılıp "çayhâne"ye oturulduğunda,
bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, Bediüzzaman Said Nursî'ye hitaben: yani: "Avrupa ve
Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?"
Şeyh Bahît Efendi Hazretlerinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman Said Nursî'nin, şek olmayan bir bahr-ı umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbâle ait şiddet-i ihâtasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı, Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
yani, "Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Birgün gelip doğuracaklardır."
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri, "Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatta idim. Fakat bu kadar veciz ve beligâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır" demiştir. Nitekim, Bediüzzaman'ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeâir-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmekle, ve şimdi Avrupa'da Kur'ân'a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde, fevç fevç İslâmiyeti kabul etmek gibi hadiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.
İşte, büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-ı kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki, Bediüzzaman ne söylerse hakikattır.
Konferans - s.2261
Bediüzzaman'ın eserleri sünuhat-ı kalbiye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdirine mazhardır.
Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bediüzzaman'ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'ân-ı Kerimden başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zat, öyle misilsiz bir ilânatla, ulûm-u cedide de dahil mütenevvi ilimlerde, yüksek âlimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydanda bulunan, ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için "Bediüzzaman'ın cevap veremeyeceği bir sual yoktur" diye allâmeler tarafından tasdik edilen ve Avrupa'nın bir kısım idrâksiz ve garazkâr filozoflarının, müteşâbih âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o âyet ve hadislerin birer mucize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslâmiyete olan hücumları akîm bırakan Said Nursî gibi bir müellifin, elbette dâhi bir müfessir-i Kur'ân ve onun ilminin vehbî ve vâsî olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin bir hayat boyunca okumaya lâyık harika bir şaheser olduğuna şüphe edilemez.
Müteyakkız kardeşlerim! Hem bizim, hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necatını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalâletten muhafaza edecek bir eser intihab etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.
Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela yani: "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?" olan bir kaide-i esasiyeyi nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa, her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.
İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursî'ye karşı kalblerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük haline dahi, büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittiba etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından, buradaki bir kısım kardeşlerimiz, üstadımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi hakkında malûmat verilmesini ısrarla istediler.
Fakat, Bediüzzaman gibi bir zatın hayatı ve eserleri ve seciyelerini tam ifade edemeyeceğiz. Bu hakikat, basiretli ehl-i ilim olan ediplerce de itiraf edilmiş olduğundan bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem Bediüzzaman hakkında malûmat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatını dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.
Aziz kardeşlerim,
Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inâyet ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur'un şahs-ı mânevisinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir.
1. Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan hakikat-ı İslâmiye.
2. Şehâmet-i imâniye. Yani tezellül etmemek, biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek.
3. Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve teâlinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye.
Arkadaşlar! Şu mealde bir hadis-i şerif var ki: "Hakiki âlimler, zâlim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen âlimlerdir." İşte biz, ancak böyle ve muttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimat edebiliriz.
Asrımızda ise, hayatındaki vâkıalar ve eserleriyle bu hadis-i şerife mâsadak olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif Bediüzzaman dinî mücahedesi ve Kur'ân'a hizmetinde ve ubudiyetinde, Resul-i Ekremin Aleyhissalâtü Vesselâm sünnet-i seniyesine tam ittiba etmiş bir mücahittir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hadisesi olan Bedir muharebesinde, sahabe-i kirâma, nöbet nöbet cemaatla namaz kıldırmıştır. Yani, vâcip olmayan, hususan, muharebe zamanında terk edilebilen, "cemaatla namaz kılmak" gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak'asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.