![]() ![]() ![]() |
Konferans - s.2262 |
Bediüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus harbinde, harp cephesinde, avcı hattında, Kur'ân'ın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabî İşârâtü'l-İ'câz tefsirini telif etmiş ve bu eser-i azîm, âlem-i İslâmda en büyük âlimlerin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve tam anlamaktan âciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki, Kur'ân-ı Kerim'in en ince nükte ve en derin meselelerini ve misilsiz i'câz ve hârikulâde yüksek belâgat ve fesâhatını izhar ve ispat etmiştir. Hattâ bir harfin nüktesini izhâr ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa ve dehşetleri mâni olamamıştır.
Ezân-ı Muhammedî'nin (a.s.m.) yasak edildiği ve bid'aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid'alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek bid'alara girmemişlerdir.
İmân ve İslâmiyetin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devrinde, Bediüzzaman nefyedildiği yerlerde, zâlim müstebitlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imânî eser telif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm milletlerinin necat ve salâhı için dualar etmiş, dergâh-ı İlâhiyeye iltica ederek yalvarmıştır.
Evet, Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin sünnet-i seniyesine tam iktidâ etmiştir.
Bediüzzaman'ın bu hâli de, bütün İslâm mücahitlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubûdiyet ve takvâyı beraber yapıyor, birini yapıp, diğerini ihmâl etmiyor. Cebbar ve zâlim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın takatsızlıkları içinde bulunması dahi telifata noksanlık vermemiştir.
Sıddık-ı Ekber (radiyallahü anh) demiştir ki: "Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imâna yer kalmasın." Bediüzzaman, bu gayet ulvî seciyenin bir lem'acığına mazhar olmak için, "Birkaç adamın imânını kurtarmak için Cehenneme girmeye hazırım" diye fedakârlığın şâhikasına yükselmiş ve böyle olduğu, Kur'ân ve İslâmiyetin fedâî ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.
Kur'ân ve imân hizmeti için Bediüzzaman'ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını fedâ ettiği, mâruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftâr edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidâl, birer şâhid-i sâdık hükmündedirler.
Bediüzzaman, Kur'ân, imân, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş; dünyevî, şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takvâ ve riyâzet, iktisad ve kanaatla ömür geçirerek dünya ile alâkasını kesmiştir.
Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf imân hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlâsa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrit ederek mücerret kalmıştır. Evet, Bediüzzaman imân ve İslâmiyet hizmeti için herşeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber ubudiyet, zühd ve takvâda da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedâisi ve Kur'ân-ı Hakimin muhlis bir hâdimi payesine yükselmiştir.
Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur dâvâsında öyle bir itmi'nânı, öyle bir sıdk ve sadakatı, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlâsı vardır ki, din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdatları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, dâvâsından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüt dahi îka' edememiştir.
Said Nursî, Eski Said tâbir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat'ı, Eflâtun'u, Aristo'su gibi hakikatlı filozofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Fârâbi gibi dâhi hükemâlarından felsefe ve hikmette Kur'ân-ı Hakimin feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur'ân'dan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dâvâ etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde ispat etmiştir. Bu hakikatlarda şüphesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzat şüphesini izâle edebilir.
Said Nursî, Kur'ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat ve velîlik gibi mânevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakkın rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca "Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır" gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur'ân'ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.
Millî Müdafaa Vekâletinde yirmi beş sene hizmet görmüş muhterem, âlim bir zâtın, şimdi aramızda
Konferans - s.2263
bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bediüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: "Bediüzzaman'ın nasıl bir zat olduğunu anlayabilmek için, Risale-i Nur külliyatını dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misal olarak, yalnız dünyevî iktidarı bakımından derim ki: Bediüzzaman, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse, onları selâmet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inâyete mâliktir."
Evet, Bediüzzaman nâdire-i hilkattır. Fakat, yirmi beş senedir hem kendini, hem talebelerini siyasetten men etmiştir, dünyevî işlerle meşgul değildir.
Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u telif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur'âniyede istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetâneti, aklı, mantıkı, zihni, hayâli, hâfızası, teemmülü, ferâseti, seziş ve kavrayışı, sür'at-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hâsseleri, duyguları ve mânevi letâifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine âşikâr bir delildir ki; kendi ihtiyariyle, keyfiyle değil, inâyet-i İlâhiye ile Kur'ân'a hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basiretli ehl-i ilim ve ehl-i kalbçe musaddak ve müstahsendir.
Mısır'da fâzıl ulemâdan, merhum Abdülâziz Çâviş, Bediüzzaman'ın Fatinü'l-asr olduğu ve müthiş bir fart-ı zekâya mâlik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuatında makale neşretmiştir.
Büyük ve salâbetli bir âlim olan Şeyhü'l-İslâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır'da Risale-i Nur'a sahip çıkmış ve Câmiü'l-Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.
Risale-i Nur, İslâmiyetin gayet keskin ve elmas bir kılıcıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzaman'ın zâlim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar ederek, hakikatı pervasızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyeyi, kendini fedâ ederek, istibdadın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikata cansiperâne hizmet etmesidir.
Bir müdde-i umumî, iddianâmesinde: "Bediüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir." Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: "Evet, Said Nursî'de bir enerji vardır, fakat bu enerjisini tarikat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur'ân hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarf ettiği kanaatına varılmıştır" denilmektedir.
Din aleyhindeki eski hükûmetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzakeresi esnasında, "Bediüzzaman Said-i Nursî'nin dinî faaliyetine, yirmi beş seneden beri mâni olamıyoruz" demiştir.
Biz de deriz ki: Evet, Said Nursî Hazretleri, emsâli görülmemiş dinamik ve enerjik bir zattır. Bediüzzaman'ın harika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muarızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.
Said Nursî, bazan bir talebesine Risale-i Nur'dan okuyuvermek nimetini lûtfettiği zaman der ki: "Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyâkım var."
Hem yine der ki: "Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur'ân'dan bulduğum bu devâlarımı arzu edenler okuyabilir."
Evet, Bediüzzaman itikad ediyor ve diyor ki: "Ben, derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım..." Bediüzzaman gibi bir zat böyle derse, bizim bu eserlere ne kadar muhtaç olduğumuz artık kıyas edilsin.
Bediüzzaman Said Nursî, bütün hayatında şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış
ve insanlardan istiğna etmiştir. Arabî bir eserinde şöhret hakkında diyor ki:
"Şöhret, ayn-i riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı,
insanlara abd ve köle yapar. Yani, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini
beğendirmek, sevdirmek için, insanlara riyakârlık, dalkavukluk yapar. Tasannûkâr
tavırlar takınır. O belâ ve musibete düşersen, 1
de.
Üstad, şöhretten fiilen ve hâlen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdeta bir sevk-i İlâhî varmış gibi, istimdatkârane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risale-i Nur gibi, cihanşumül bir esere hâdim olmuştur.
Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir, vermese dokunur.
Konferans - s.2264
Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: "Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmânsızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir zamanda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim" der.
Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse, mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.
Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân, imân ve dine yaptığı hizmetinde, senelerden beri, mütemâdî bir tarassud ve tecessüs, tâkibat ve tetkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî için, yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyete hizmet ettiği ve hizmet-i Kur'âniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddit mahkemelerde de sabit olmuştur.
Eğer bu mezkûr hakikatlara ve eserlerindeki hak ve hakikatı gören hakperestlerin, Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikata mugayir en küçük birşey olsa idi, en büyük ilâvelerle şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilân edilecekti.
Nitekim, bütün bütün iftira ve ithamlarla, cebbar, müstebid din düşmanlarının tahrikatiyle mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sayfalarında, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi, tahkikat ve muhakeme neticesinde hiçbir suç olmadığı tahakkuk ederek, beraat ettiği vakit sükût edilmesi, bu hakikatın âşikâr çok delillerinden bir tanesidir.
Bediüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklâl için can veren, fedâî İslâm mücâhidlerinin acılarıyla muzdarip olduğu, Kur'ân ve İslâmiyete yapılan darbeler ânında çok ızdıraplar çektiği, böyle acı acıların tesiratiyle, zaten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.
Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur talebesinin yazdığı gibi, "Ey Millet-i İslâmın ebedî refah ve saadeti için, dünyada rahatlık görmeyen müşfik üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismanî değildir. Dinimize icra edilen istibdad ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ızdırabın dinmeyecektir." Evet biz de bu kanaattayız.
Fakat o elîm acılar, Bediüzzaman'ı asla ye'se düşürmemiş, bilâkis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubûdiyete sevk etmiştir ki: "Kurtuluşun çâre-i yegânesi, Kur'ân'a sarılmaktır" demiş ve sarılmış. Kur'ân'da bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.
Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet ve şevketleri, Bediüzzaman'ı kat'iyen atâlete düşürtememiştir. "Vazifem Kur'ân'a hizmettir. Galip etmek, mağlûp etmek Cenab-ı Hakka aittir" diye imân ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azimeye mâliktir ki, ona icra edilen müthiş mezâlim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.
Bediüzzaman, arz ve semâvattaki mevcudatı, hayret ve istihsanla temâşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimî bir huzur hâlindedir. Ağaç ve nebatat ve çiçekleri,
"Ne güzel yaratılmışlar" diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her âza ve hâsseleri gibi, gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.
Üstad, hususî hayatında mütevâzi, vazife başında vakurdur. Tevâzu ve mahviyette nümûne-i misâl olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: "Bir nefer nöbette iken, baş kumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur'ân'ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, Hak budur derim, başımı eğmem."
Hulâsa olarak arz ederiz ki: Bediüzzaman, ihlâs-ı tâmmeye mâlik, hârikulâde, hakikî bir müfessir-i Kur'ân'dır. Hem ihlâs-ı etemme vâsıl olmuş, kahraman ve yektâ bir hâdim-i Kur'ân'dır. Risale-i Nur'un müellifi olmak itibariyle; hem bir mütekellim-i âzamdır, hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve râsih, muhakkik ve müdakkik bir allâmedir, hem ilm-i mantıkın yüksek, nazîrsiz bir üstadıdır.
Ta'lîkat namındaki telifâtı, mantıkta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhidir,