ALTINCI BÂB
Dördüncü
Halîfe emîr-ül mü'minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin
'radıyallahü teâlâ anh' Menâkıbı hakkındadır:
Alî bin Ebî Tâlib 'kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh', ikrâm
ve ihsân sâhibi dördüncü yârdır. Dindeki müşkiller onunla çözülmüşdür.
Kardeşlik mesnedinin seyyidi odur. Fütüvvet sofrasını o kurmuşdur.
Neseb-i
şerîfleri Alî bin Ebî Tâlib bin Abdülmüttalib, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin neseb-i tâhirlerine ikinci babada
[atada]
birleşir ki, Abdülmüttalibdir. Neseb cihetinden bundan yakın yokdur.
Ammâ,
fazîlet husûsu, tertîb-i hilâfet üzeredir. [Üstünlük sırası, hilâfet
sırasıdır.]
Birinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' hazretlerinin
doğuşları
hakkındadır. Doğumları Mekke-i mükerremede vâki' olmuşdur. [Hicretden
yirmiüç
sene evvel tevellüd etmişdir.] Fil vak'asından otuz, İskenderden
dokuzyüzonbir
sene ve Pervîzin pâdişâhlığından sekiz sene geçmiş idi. Vâlidesi Fâtıma
hâtun binti Esed bin Hâşim, bir gece rü'yâda gördü ki, evi nûr ile
doldu.
Kâ'benin etrâfında olan dağlar Kâ'beye secde ediyorlardı. Eline dört
kılınç
verdiler. Elinden düşüp dört yana dağıldılar. Biri suya düşdü. Biri
havâya
uçup gitdi. Biri elinden düşüp kırıldı. Biri elinde bir aslan olup, hem
kaçar. Hem dağlara düşer. Heybetinden bütün mahlûklar kaçarlar. Benî
âdemden
bir kimse yanına yaklaşamaz. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri o aslanın yanına varıp ve tutup, kendine boyun eğdirir.
Aslan
ona itâ'at eder. Mubârek ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp, hizmet-i
şerîflerinden
ayrılmaz. Bu rü'yâdan dört ay geçmiş idi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' Fâtıma hâtunun benzine bakıp, anladı. Dedi ki ey ana!
Hâlin nedir. Yüzünde bir değişiklik vardır. Dedi ki, ey oğul!
Hâmileyim.
Himmet et, oğlum olsun. Bana bağışlar isen, ben de sana düâ ederim,
dedi.
Fâtıma hâtun, ey oğul, vallahi bu oğlanı sana nezr etdim. Senin olsun,
dedi. Ebû Tâlib de kabûl edip, o da, ben de sana bu oğlanı nezr
eyledim,
ey oğul, dedi. Hemen Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
düâ edip, vücûda gelen o oğlan Alî Mürtedâ oldu. Çünki dokuz ay
hâmilelik
temâm oldu. Dünyâ mülküne hazret-i Alînin nûru direk gibi göründü. Râvî
der ki; hazret-i Alî doğduğu zemân, Peygamber-i Hüdâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' geldi. Mubârek parmağı ile, mubârek ağzının
tükrüğünden
alıp, hazret-i Alînin ağzına koydu. O da o mubârek ağız suyunu yutdu.
Bu
sebeble her sözü hikmet oldu. İlmi kemâlde oldu. Afv, kudret, se'âdet
ve
kerâmet sâhibi oldu. Hem zafer ve nusretin sultânı oldu. Zühd, takvâ,
vera',
fadl, kerem ve bütün güzel huyları topladı. Kulağına Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri tekbîr ve tehlîl okudu. Adını da Alî
koydu. Dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri bunun adına Alî dedi. Annesi
adına
Haydar dedi. Zîrâ rü'yâda onu aslan olmuş gördü. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' ayrıca Allahü teâlânın aslanı dedi ve hem
Aliyyül
Mürtedâ budur, buyurdu. Mubârek elleri ile kendisi yıkadı. Mubârek
başından
sarığını çıkarıp, ikiye böldü. Bir bölüğünü başına bağladı. Bir bölüğü
ile bedeninin yaşını sildi. Böylece mü'minlerin başlarının tâcı oldu.
Ona
nasîb olan bu se'âdet, eshâbdan kimseye nasîb olmamışdır.
Ba'zı rivâyetde şöyle bildirilmişdir: Annesi Fâtıma hâmileliğinin son
günlerinde, ziyâret niyyeti ile Beyt-i şerîfe girer. Beyt-i şerîf
içinde
iken doğum sancıları başlar. Dışarı çıkmağa kâdir olamayıp, Beyt içinde
doğurur. Doğumu beyt içinde olur.
Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' rivâyet ederler. Bir gün
Server-i
âlem seyyid-i veled-i âdem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
oturuyordu. Hazret-i Alî gelip, geçdi. Buyurdu ki, yâ Âişe! Bil ki Alî
arabın seyyididir. Ben dedim ki, yâ Resûlallah, sen değil misin?
Buyurdu
ki, Ben cümle insanların seyyidiyim. Türk, tatar, hind, arab ve acem
kavmlerinin
seyyidiyim. O arab kavminin seyyididir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Alînin 'radıyallahü
teâlâ anh' beşiğini sallar idi. Beşiğinden çıkarıp götürürdü. İletir ve
gezdirirdi. Her ne vakt ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
gelse, Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, derîn uykuda bile olsa
duyardı
[uyanırdı] ve beşiğinden kollarını çıkarırdı. Ellerini hazret-i Resûlün
boynuna sarardı. O da hemen alıp, bağrına basardı. Alînin 'radıyallahü
teâlâ anh' annesi Fâtıma der ki: Dedim ki, ey cihânın bir dânesi!
Müsâde
ediniz, bunu [çocuğu] biz götürelim, bu işler [çocuğa bakmak] bizim
işimizdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki,
(Bu
çocuk doğmadan evvel, bunu bana vermediniz mi? Bu benimdir, siz
karışmayınız!)
Râvî (rivâyet eden) der ki, bir gün Server-i âlem 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri Harem-i şerîfe geldi. Aliyyül Mürtedâ
omuzunda
idi. İnsanlar [halk] oturup, pehlivânları söyleyip, herbirinin erliğini
vasf ederlerdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' dönüp
onlara
buyurdu ki: (Bu omuzumdaki oğlan, bu söylediğiniz erlerin hepsinden
üstün
pehlivân olacakdır. Yeryüzünde buna benzer bir pehlivân olmıyacakdır.
Sizin
saydığınız erlerin çoğunu bu öldürecekdir ve defterlerini dürecekdir.
Beyt:
Dünyâ halkı toplansa bir yana,
Yalnızca bu kalırsa bir yana.
Aralarında ceng olursa,
O gâlib gelse gerekdir.
Allahü teâlâ onu gâlip kılar,
Bunun gibi bir süvâri gelmedi.
Onun gibi bir süvâri görmedi bu zemân,
Kılıncını bir ân sallasa.
Ceng ola ki, günde bin kişi katl eder.
Onlar dediler ki, yâ Muhammed-ül Emîn! Biz seni, akllı ve sâdık, büyük
kimse zan ederdik. Bu nasıl sözdür. Sen bir küçük çocuk için böyle
söyliyorsun.
Sen ona nasıl güveniyorsun. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri se'âdetle buyurdular ki: (Siz bunu unutmayınız. Nice yıllar
sonra görürsünüz bu oğlanı!) Râvî der ki, üç yaşına girdiği zemân,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile nemâz
kıldı. Babası
Ebû Tâlib onu gördü. Birşey söylemedi. Annesi söyledi ki, görürmüsün bu
Alî, o Muhammed ile nemâz kılıyor. Kâ'beye karşı secde ediyor. Bizim
putlarımıza
tapmaz. Ebû Tâlib dedi ki, yâ Fâtıma! Biz onu Muhammede vermişiz. Her
ne
yaparsa hakdır. Savâb olur [doğrudur]. Henüz ma'sûmdur. Muhammed hangi
dinde olursa, Alî de onun yoldaşı olsun, ayrılmasın. Birgün, Resûl-i
ekrem,
Alî ile nemâz kılarken Ebû Tâlib at ile gidiyordu. Alî, Resûlullahın
sağ
yanında dururdu. Meğer Ca'fer-i Tayyâr 'radıyallahü anh' hazretleri Ebû
Tâlibin atının ardında idi. Dedi ki, ey gözümün nûru, in sen de var,
Muhammedin
sol yanında dur. Onlar ile sen de nemâz kıl. Devlet sâhibi keşf ve sır
sâhibi olasın. Ca'fer de inip, vardı ve sol yanına durdu. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bakdı, gördü ki, Ca'fer de geldi,
yanına
durdu. Gönlü şâd oldu. Nemâz kılıp, bitirdikden sonra, buyurdu ki: (Yâ
Ca'fer! Sana müjdeler olsun ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ sana iki kanat
verir.
Yer yüzünden tâ Cennete kadar uçarsın. Menzilin Cennet, refîkin Hûrîayn
olur. Kavuşmak istediğin Rabbilâlemîn olsun!
Ba'zı rivâyetde, doğumları fil senesinden otuz sene geçdikde, Harem-i
Kâ'bede, Receb ayının onüçünde Cum'a günü vâki' olduğu bildirilmişdir.
Nakl edilir ki, Yemen diyârında Mirem adında müttekî bir âbid vardı.
Zâhidlerin
zâhidi idi. Kalb-i şerîfleri mâsivâdan pâk idi. Yüzdoksan senelik
ömrlerini
ibâdet köşesinde geçirip, mala mülke hiç bakmamış, seccâdeden gayri bir
menzile ayak basmayıp, mihrâbdan başka yere dönmemiş idi. Bir gün
münâcât
etdi: İlâhî! Harem-i muhteremin sâkinlerinden ve Kâ'be-i muazzamanın
büyüklerinden
birinin dîdârı [yüzünü görmek] ile müşerref olmak, istiyorum. Riyâsız
düâsı
kabûl oldu. Ebû Tâlib Mekke-i Mükerremenin şerefli büyüğü ve Kâ'be-i
muazzamanın
en kerîm sâkini idi. Bir seferde iken yolu o zâhid ve âbidin makâmına
uğradı.
Mirem Ebû Tâlibe gerekli ta'zîm şartlarını yerine getirdikden ve
durumunu
sordukdan sonra, Ebû Tâlib dedi ki: Mekke diyârında beni Hâşim
kabîlesinden
Abdülmuttalib oğlu Ebû Tâlibim. Zâhid bu haberden çok sevinip, tekrâr
ta'zîm
edip, dedi ki: Elhamdülillah [Allahü teâlâya hamd olsun], murâdım hâsıl
oldu, düâm kabûl oldu [eseri açığa çıkdı]. Ey Ebû Tâlib; geçmişlerden
bize
şöyle bildirilmişdir ki, Abdülmuttalibin iki torunu olup, biri
Abdüllahın
sülbünden zuhûra gelip, Peygamber olur. Biri Ebû Tâlibden zâhir olup,
se'âdet
sâhibi olur. Peygamber otuz yaşına geldikde Alî dünyâya gelir. O Nebî
ki,
herkesin beklediği Peygamberdir. Henüz açığa çıkmamışdır ya'nî'
gelmemişdir.
Ebû Tâlib dedi ki: Ey şeyh! Nebî dünyâya gelip, henüz yirmidokuz
yaşındadır.
Mîrem dedi ki: Yâ Ebâ Tâlib! Mekkeye döndükde, o ma'bûdün dergâhının
yakını
olana benden selâm götür. Arz et ki, Mîrem şehâdet eder ki, benzeri,
ortağı
olmıyan Allahü teâlâ vardır ve Sen onun Peygamberisin. Ey Ebâ Tâlib!
Senden
mütevellid olan azîze de selâm götür. Ebû Tâlib [karşılarında] bir
kurumuş
nâr ağacı görüp, imtihân yolu ile dedi ki: Ey Şeyh, isterim ki, bu
ağaçda
meyve ve yaprak olsun. Senin sâdık olduğuna delîl olsun. Şeyh, Hakkın
dergâhına
ilticâ ve tedarru edip, dedi ki: İlâhî! Nebî ve Velî hurmeti için,
sıfatlarını
beyân edip, geleceklerini söyledim. Beni mahcûb etme. Derhâl kuru
ağaçdan
yapraklar ve iki dâne nâr meydâna geldi. Şeyh o nârların birini Ebû
Tâlibe
verdi. Ebû Tâlib, parçalayıp, iki dânesini yidi. Rivâyet edilir ki, o
dâneler
nutfeye sirâyet edip, Alîyyül Mürtedânın vücûdunun başlangıcı oldu.
Değerli
bir süs taşı gibi o eserden vücûd buldu. Ebû Tâlib, verilen müjdelere
çok
sevindi. Geri dönüp, Mekke-i Mükerremeye geldi. Sülbünden o nutfe
Fâtıma
binti Esedin bâtınına intikâl edip, hâmile oldu. Fâtıma binti Esedden
nakl
edilir: Ben Kâ'be-i şerîfi tavâf ediyordum. Doğum alâmetleri belirdi.
Hazret-i
Habîb-i Ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri beni
görüp,
firâsetle, durumumu anlayıp, buyurdu ki: Ey vâlide, tavâfını temâm
etdin
mi. Hâyır dedim. Buyurdu: Tavâfı temâm et. Eğer zor durumda kalırsan,
harem-i
Kâ'beye gir.
(Kitâb-ı Siyer-i Mustafâ)dan nakl etmişlerdir. Fâtıma binti Esed,
Kâ'beyi
tavâf ediyordu. Abbâs bin Abdülmuttalib ve bütün Benî Hâşim onun
ardınca
tavâf ile meşgûl idi. Doğum alâmetleri belirdi. Dışarı çıkmağa mecâli
kalmayıp,
dedi ki, yâ Rabbî! Bana doğumu kolay kıl. O hâlde iken, evin dıvârı
yarılıp,
Fâtıma gözden gayb oldu. Rivâyet eden diyor ki, ben Hâne-i Kâ'beye
girip
ahvâlini anlamak istedim. Müyesser olmadı. Üç gün gâib oldu. Dördüncü
gün,
Haremden çıkdı. Elinde Alî ibni Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh'
vardı.
Fâtıma binti Esed Harem-i Kâ'beden hazret-i Alîyi evine götürüp, âdet
üzerine
beşiği bağladı. Ebû Tâlib gelip, istedi ki, mubârek yüzünü görsün.
Örtüsüne
el uzatdığında, hazret-i Alî eli ile, Ebû Tâlibin eline ma'nî olup ve
yüzüne
el uzatıp, çehresine vurdu. Yüzünü tahrîş etdi. Vâlidesi de gelip,
emzirmek
istedikde, ma'nî olup, onun da, yüzünü tırmaladı. Ebû Tâlib, hayret
edip,
dedi ki, ey Fâtıma! Buna ne ism koyalım! Fâtıma dedi ki, ey Ebû Tâlib!
Bu çocuğun pençesinde Esed [aslan] salâbeti var! Esed [aslan] demek
münâsibdir.
Ebû Tâlib dedi ki, benim niyyetim budur ki, Zeyd ismi ile adlandıralım.
Lâkin Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri onun doğum haberini aldıkda, ferâhnak [sevinçli, şâd] olup,
Ebû Tâlibin evine geldi. Sordu ki, bu çocuğun ismini ne koydunuz.
Herkes
ihtiyâr etdiğini beyân etdikde, hazret-i Habîb-i Ekrem 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri buyurmuşlar ki, (benim niyyetim, Alî
koymakdır.
Âli himmet [yüksek arzûlu, himmetli] olsun!) Fâtıma dedi ki, bu ismi
ben
gâibden işitmişdim. Bir rivâyet de odur ki, vâlidesi [annesi] isminde
nizâ
edip, istihâre yolu ile Kâ'beye yönelip, Rabbine niyâzda bulunup, (Yâ
Rabbî!
Harem-i şerîfinde ikrâm eylediğin oğlum için tarafından ism niyâz
ederim!)
dedi. Bu niyâz esnâsında Kâ'benin damından bir ses geldi ki, (ism-i
şerîfini
Alî koyun!). Mubârek ismini Alî koydular. Sonra Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri beşik yanına varmak istedi. Fâtıma
dedi
ki, ey Muhammed-ül emîn! Sakın onun yanına gitmeyiniz ki, bu oğlanın
aslan
gibi saldırıcı pençeleri var. Hazretinize bir edebsizlik yapabilir.
Habîb-i
ekrem ve Nebiyyi muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdu ki: (Ey Fâtıma! Alî bize karşı edebe riâyet eder!) Yanına
varıp,
Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' derin uykuda iken, güzel gören
gözlerini açıp, Resûlullahın mubârek yüzüne bakdı. Hâl lisânı ile bu
rübâiyi
terennüm ediyordu. Nazm:
Şükür müşerref oldum, devlet-i dîdârına,
Kan dolu gözlerimi açdım, gül ruhsârına.
Kat'etdiğim yokluk konakları zâyi' olmadı,
Vâsıl oldum, şimdi senin güneş şuâlarına!
Se'âdet sâhibi hazret-i Fahr-i Enbiyâ 'salevâtullahi alâ nebiyyinâ
ve aleyhim ecma'în' beşiğinden kucağına aldı. Bir zemân mubârek dilini
gül yaprağı gibi [Alî 'radıyallahü teâlâ anh'ın] gonca dihenine
[mubârek
ağzına] koyup, serçeşme-i esrâr [esrâr çeşmesinin kaynağı] olan
[nitekim
Vennecmi sûresindeki âyet-i kerîmede (O, boş söz söylemez) buyruldu
ki,]
mubârek ağzının suyunu emzirdi. [Mubârek dilini ağzına koydu. Ağızdan
ağıza
emzirdi.]
Rivâyet edilir ki, hazret-i Mürtezânın 'radıyallahü teâlâ anh' babası
Ebû Tâlibin dokunmasına ma'nî olmasının sebebi, önce kendisine
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' dokunmasını istemesi
idi. Annesini
emmesinden imtinâ etmesinin maksadı bu idi ki, önce Resûlulahın mubârek
ağız suyundan emmekdi. Kıt'a:
Katre katre ma'rifet şerbetini,
O deryâdan iktisâb etdi.
Feyz-i Hak o hilâli etmeğe Bedr,
Kâbil-i nûr-ı âfitâb etdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bir leğen hâzırlayıp,
hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' yıkanmasına bizzat meşgûl
oldular.
Sağ tarafını yıkayınca çocuk sol tarafa dönerdi. Hazret-i Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' bu hâli görünce, ağlamağa başlardı. Fâtıma dedi
ki, ey oğul, ağlamanızın sebebi nedir? Buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Bu
çocuğu
önce ben yıkadım. Bu çocuk beni ömrümün nihâyetinde [vefât edince]
yıkar.
O zemân ben de sağ tarafımdan sol tarafıma kendiliğimden dönerim!)
Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' onun terbiye olmasında
çok
gayret sarf edip, ilkbehâr bulutu gibi o goncaya kol-kanat gerdi.
Mürtedâ
beş yaşına girdikde, Hîcâz memleketinde az yağmur sebebi ile kıtlık
oldu.
Gıdâ yokluğundan halk sıkıntıya düşdü. Ebû Tâlibin çoluk-çocuğu çok
idi.
Bir gün hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
Abbâsa 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Ey amcam, sen zenginsin! Ebû
Tâlib
amcam, fakîr ve çocukları da çokdur. Münâsibdir ki, kıtlık geçinceye
kadar
herbirimiz Ebû Tâlibin çocuklarına bakalım. Ona ma'îşet husûsunda
yardım
edelim. Berâber Ebû Tâlibin huzûruna gelip, durumu söyledikde, Ebû
Tâlib
dedi ki, Ukayli benim ile bırakınız. Diğerlerini siz bilirsiniz!
Hazret-i
Abbâs, Ca'fer-i Tayyârı 'radıyallahü anhümâ' alıp, hazret-i Fâhr-i âlem
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Aliyyül Mürtedâyı 'kerremallahü
vecheh'
kabûl kılıp, hazret-i Alî Onun kefâletinde oldu. Hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâm
da'vete ruhsat müjdeci getirinceye kadar, yanında kaldı. Hazret-i Ebû
Bekrden
sonra hazret-i Alî îmân getirdi. Sonra diğer Sahâbe-i kirâm îmân
getirdi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'.
İkinci Menâkıb: Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
nübüvvet Pazartesi günü bildirildi. Evvelâ hazret-i Ebû Bekr îmâna
geldi.
İkinci olarak Salı günü hazret-i imâm-ı Alî 'kerremallahü vecheh' îmâna
geldi. Hazret-i Ebû Bekrden 'radıyallahü teâlâ anh' evvel kimse îmâna
gelmemişdir.
İkinci îmâna imâm-ı Alî 'radıyallahü anh' gelmişdir. On yaşında idi.
Ba'zıları
yedi yaşında idi dediler. İmâm-ı Alî 'radıyallahü anh' ömründe hiç puta
tapmadı. Hak Sübhânehü ve teâlâ onu puta tapmakdan sakladı. Hattâ bir
rivâyetde
İmâm hazretleri buyurmuşlar ki: Annemin karnında yatarken, kiliseye
varıp,
puta tapmak istedikde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin inâyeti
ile, annemin yüreği ağrımağa başlayıp, o kadar ızdırâp verdi ki,
kiliseye
varıp, puta tapmak isteğini unutup, kendi evine döndü. İmâm hazretleri,
Sultân-ı kâinâtın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-u
şerîflerinde
yetişmişdir. İmâm hazretlerinin yüksek şânları hakkında, üçyüz âyet-i
kerîme
nâzil olduğunu, hazret-i Abbâs 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
etmişdir.
Üçüncü Menâkıb: Hazret-i imâm-ı Alînin 'kerremallahü vecheh ve
radıyallahü
teâlâ anh' birkaç adı var idi. Bir ismi Ebûl Hasen, bir ismi Ebûl
Hüseyn
ve biri Haydar [aslan] ve biri Kerrâr [muhârebede düşmana tekrâr tekrâr
hamle eden], biri Emîr-ün nahl ve biri Ebû el Reyhâneyn ve biri
Esedillah
ve biri Ebû Türâb [toprağın babası]dır. Lâkin kendileri her zemân
buyururlar
idi ki, bana Ebû Türâb adından sevgili ad yokdur.Zîrâ onu Fahr-i âlem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' koymuşdur. Sebebi budur ki, bir gün Fâtıma-tüz
Zehrâ ile imâm-ı Alî 'radıyallahü teâlâ anhümâ' küsüşdüler. İmâm-ı Alî
huzûrsuz olup, mescide varıp, kuru toprak üzerine yatdı. Fâtıma
'radıyallahü
anhâ', o hâl ile Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
varıp, dedi ki, devletlü ve izzetli sultânım, babacağım! Yanlışlıkla
hazret-i
Alîyi küsdürdüm. Ammâ bilirim ki, suç benimdir. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' se'âdetle ve izzetle kalkıp, Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerini arayıp, mescidde buldu. Gördü ki, kuru toprak
üzerinde
yatıyor. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdu ki, (Kalk yâ Alî, kalk yâ Alî!). Hazret-i
Alî gördü ki, çağıran Fahr-i âlemdir. Ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı
kâinât
gördü ki, imâm-ı Alînin yüzüne toprak yapışmış. Bizzat mubârek elleri
ile
toprağı yüzünden silkip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu. Onun için
hazret-i
Alî 'kerremallahü vecheh' her zemân, (Bana Ebû Türâbdan sevgili ism
yokdur)
buyururlardı. Lâkin (Şevâhid-ün nübüvve)de şöyle yazılıdır. Bir gün
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
Fâtıma-tüz-zehrânın 'radıyallahü
anhâ' evine gelip, hazret-i Alîyi 'radıyallahü anh' göremeyip, nerede
olduğunu
sordu. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Ba'zı
şeylerden
üzülüp, dışarıya çıkdı. Gâlibâ mescide gitdi. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri, se'âdetle mescide gelip, gördü ki,
elbisesi
latîf bedeninden düşüp, cism-i şerîfi toz-toprak ile bulaşmış. Hazret-i
Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' o
mubâreği temizleyip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu.
Dördüncü Menâkıb: (Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımanın 'radıyallahü
teâlâ anhümâ' evlenmeleri.) Nakl olunur ki, Server-i Enbiyâ ve Resûl-i
kibriyânın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Hadîce-i kübrâ
'radıyallahü
teâlâ anhâ' hazretlerinden altı evlâd-ı kirâmları vücûda geldi. İkisi
erkek
ve dördü kız. Hadîce-i kübrâ, Fâtıma-i Zehrâyı 'radıyallahü anhünne'
küçük
yaşda bırakıp, dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya göç etdi [vefât etdi].
Sultân-ı
kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
hazret-i Fâtımayı bülûg çağına kadar kendi yanında bakıp, terbiye
etdiler.
Bir gün Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretleri Resûl-i
ekremin
huzûr-u şerîflerine bir hizmet için geldiler. Hizmet edip döndükde,
hazret-i
Fâtımaya, bakdılar ki, kemâle gelip, evlenme vaktine gelmişler. Hemen
hâtır-ı
şerîflerine geldi ki, Fâtımanın vâlidesi hayâtda olsa idi, Fâtıma
bülûga
erdikde, onun çeyizini hâzırlardı. Zîrâ Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin hazret-i Fâtımaya muhabbeti çok fazla idi.
Sebebi
bu idi ki, gâyet zâhide idi. Hem de vâlidesi olan Hadîce-i kübrâ
'radıyallahü
teâlâ anhâ' hazretlerine benzerdi. Bu husûs mubârek hâtırlarına
gelince,
derhâl hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm' gelip, Allahü teâlâ
hazretlerinin
selâmını Habîbine getirdi. Dedi ki; (Yâ Muhammed! Allahü teâlâ buyurur
ki, Habîbim hiç merâk etmesin ki, ben Fâtıma kulumun bütün
ihtiyâclarını
ve elbiselerini Cennet libâslarından yapıp, yakında sâdık ve muvahhid
ve
has kuluma veririm.) Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerinden bu kelâmı işitip, şükr secdesi
yapdı.
Sonra Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûruna vardı ve geri
döndü.
Elinde bir altın sini, üstünde altın boğça ile örtülmüş, bin Kerûbiyân
meleği iledir. Arkasından hazret-i Mikâîl aleyhisselâm elinde bir altın
sini, bir altın boğça örtülmüş ve ta'zîm için bin Kerûbiyân meleği
iledir.
Onun ardınca hazret-i İsrâfîl aleyhisselâtü vesselâm, elinde bir altın
sini, bir altın boğça ile örtülmüş ve bin melek iledir. Onun ardınca,
hazret-i
Azrâîl aleyhisselâm, bir altın sini, bir altın boğça ile örtülmüş. Bin
melek iledir. Bu melekler, getirip sinileri Server-i kâinât 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûrlarına arz eylediler.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bunları
gördü. Buyurdu ki,
yâ kardeşim Cebrâîl. Allahü teâlânın emr-i şerîfi nedir. Bu siniler ile
ne emr ederler. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah!
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki, ben Habîbimin kızı
Fâtıma-i
Zehrâyı Alîye verdim. Arş-ı Uzmâda nikâh etdim. Hemen Habîbim de Eshâb
arasında nikâh eylesin. Sinilerin birinde Cennet libâsları [elbiseleri]
vardır. Fâtımaya giydirsin. Diğer sinilerde Cennet yiyecekleri vardır.
Eshâbına ziyâfet versin. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretleri bu müjdeyi işitdi. Tekrâr şükr secdesi yapıp ve
hazret-i
Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâîl. Dilerim
ki,
nikâhın nasıl yapıldığını aynen açıklıyasın. Cebrâîl aleyhisselâm dedi
ki, Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ emr etdi ki, Cennet
kapılarını
açsınlar. Cenneti süslesinler. Sonra Cehennem kapılarını kapatsınlar.
Yedi
kat gökde ve yerde ne kadar Kerûbiyân, mukarrabîn ve rûhâniyyân var ise
Arş-ı azîmin zıllinde [gölgesinde] şecere-i Tûbâ [Tûbâ ağacı altında]
toplansınlar.
Allahü teâlânın emri yerine geldi. Allahü teâlâ yine emr etdi ki,
melekler
üzerine tatlı bir rüzgâr esdi ki, vasfı anlatılamaz. O tatlı rüzgâr,
Cennet
ağaçlarının üzerine eser. Çünki, Cennet ağaçlarının yapraklarının
birbirine
dokunması ile hoş bir sedâ hâsıl oldu ki, dinliyenlerin aklları
başlarından
gitdi. Ondan sonra gönül kuşlarına emr eyledi ki nağmeye başladılar. Yâ
Habîballah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cemâlini arz buyurdu.
Buyurdu
ki, yâ Cebrâîl, sen aslanım Alînin vekîli ol. Ben de Fâtımanın vekîli
olayım.
Yâ Meleklerim siz de şâhid olunuz. Fâtımayı halâlliğe Alîye verdim. Yâ
Cebrâîl, sen de vekâletin hasebiyle Alî için kabûl eyle. Orada nikâh
oldu.
Sana da emr olundu ki, burada da Sahâbe-i güzîni 'rıdvânullahi teâlâ
aleyhim
ecma'în' toplayıp, nikâh yapasın. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretleri bunu işitdi. Tekrâr şükr secdesi yapdı. Emr eyledi
ki,
Sahâbe-i güzîn hazretlerini toplasınlar. Ondan sonra hazret-i Cebrâîle
dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl! Kızım Fâtıma benim hâtırımı kırmaz. Bu
Cennet
elbiselerini dünyâda giymeğe değmez. Geriye Cennete götürünüz! Sahâbe-i
kirâm toplandı. Hazret-i Resûlün ve hazret-i Alînin vekîli kim olacak
diye
bakdılar. Biraz durakladılar. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi
ki,
yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm edip, emr eyledi ki, hutbeyi
hazret-i
Alî okusun. Hazret-i Alî hutbeyi okudu [kimse onun yerine vekîl olmadı.
Kendisi bulundu]. Dörtyüz akçe ile nikâh eylediler. Müjdeyi, hazret-i
Fâtımaya 'radıyallahü teâlâ anhâ' müjdelediler. Hazret-i Fâtıma râzı
olmadı. Hazret-i
Cebrâîl tekrâr geldi. Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
buyurdu ki; Fâtıma dörtyüz akçe ile nikâha râzı olmaz ise dörtbin akçe
olsun. Geri hazret-i Fâtımaya söylediler. Yine râzı olmadı. Geri
hazret-i
Cebrâîl gelip, dörtbin altın emr olundu. Hazret-i Fâtıma yine râzı
olmadı.
Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ emr etdi ki, Sen bizzat, hazret-i Fâtıma
huzûruna
varıp, murâdı ne ise süâl edesin. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazret-i Fâtımanın yanına varıp, murâdını süâl buyurduklarında,
hazret-i Fâtıma dedi ki: Yâ Habîballah, murâdım budur ki, sen, mahşer
meydânında
mü'minlerin günâhkârlarından nicelerine şefâ'at edip, Cennete koyarsın.
Ben de onların hâtunlarına şefâ'at edip, Cennete koyayım. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri çıkıp, hazret-i Fâtımanın murâd-ı
şerîflerini
beyân buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûr-ı şerîflerine
varıp, hazret-i Fâtımanın arzûsunu iletdi. Geri nüzûl edip [inip] dedi
ki, yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ Fâtımanın murâdını kabûl
edip,
o da rûz-i cezâda [mahşer meydânında (kıyâmet gününde)] şefâ'atcı
olsun,
diye buyurdu. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem',
hazret-i Fâtımaya, murâdı kabûl olup, şefî'a olduğunu [şefâ'at
edeceğini]
kendisine iletdi. Yâ Resûlallah! Hazretinizin şefâ'at edeceğine huccet
[delîl] kelâm-ı kadîmde ve Fürkân-ı azîmde âyet-i kerîmelerdir. Yâ bana
kat'i hüccet [delîl] nedir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdu ki: Ey ciğer gûşem; cenâb-ı hazret-i Rabbil izzete
murâdını
arz edeyim. Göreyim ne fermân olunur. Çıkıp, Cebrâîl aleyhisselâma
Fâtımanın
murâdını beyân etdi. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûruna arz
edip, hemen geri döndü. Elinde bir beyâz ipek getirdi. Resûlullahın
huzûrunda
ak ipeği açıp, içinden bir kâğıd çıkardı. (Yevm-i cezâda [kıyâmet
gününde]
mü'min hâtunların âsîlerine, kulum Fâtımayı şefâ'atcı etdiğime bu
hucceti
yanında bulundursun.) Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' o kâğıdı geri harîre [ipeğe] sarıp, hazret-i Fâtımaya getirdi.
Hazret-i Fâtıma hucceti gördü. Kabûl edip, nikâha râzı oldu. (Allahü
teâlâ
kalbdekileri bilir. Allahü teâlâ için, neden böyledir diye sorulmaz.)
Rivâyetde gelmişdir ki, hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazret-i Fâtımayı hazret-i Alîye 'radıyallahü teâlâ anh'
verdiği
zemân onsekiz akçe verdi. Bir gelinlik ve bir de kaftan aldı. Hazret-i
Fâtımaya giydirdiği zemân, Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
ağladı. Hazret-i Fâtıma dedi ki, se'âdetim ve izzetim babam, niçin
ağlarsın.
Buyurdular ki, (ciğer gûşem, gözümün nûru kızım, onun için ağlarım ki,
kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûrunda bu onsekiz akçe ile bu
kaftanın
hesâbını nasıl vereceksin.) Bunların hâli böyle olunca, gör zemâne
adamları
kızlarının dertlerine düşüp, nice bin, belki nice yük akçe çeyize sarf
edenlerin âhıretde hâlleri nasıl olur. Hâlimiz kederlidir. Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri inâyet ve hidâyet ile, Habîbi ve Ehl-i beyti
hurmetine,
keremi, fadlı ve ihsânı ile afv ve magfiret buyursun.
Beşinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' orta boylunun
kısası
idi. Geniş göğüslü idi. Elâ gözlü idi. Mubârek sakalı bütün eshâbdan
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' çok idi. Mubârek karnı büyükce idi. Her ne zemân
kâfirlerin yüzlerine baksa, kalblerine korku düşüp, hazân yaprağı gibi
titrerlerdi. Bu mubârek cüsse ile üç, dört ve beş gün, ba'zan da yedi,
sekiz gün yemek yimezdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine süâl etdiler ki, hazret-i Alî yemek yimez, hikmeti nedir.
Buyurdular ki; (Hazret-i Alînin kuvvet-i kudsiyyesi vardır. Açlığı
bilmez.)
Umûmiyyetle gazâlarda nice günler yemek yimez ve gazâ ile meşgûl
olurdu.
Açlık hâtır-ı şerîflerine gelmezdi. Kuvvet-i kudsiyyesi ile içi temâmen
dolu idi. Bir gazâ vâki' olmamışdır ki, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' onda mevcûd olmasın. Bir kal'ayı almakda zorlanılsa veyâ düşman
galebe
etse, Sultân-ı kâinât 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' sancağı
hazret-i
Alînin eline verip de buyururdu ki, (Yâ Alî! Bu feth senindir. Var feth
eyle! Seni Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine ısmarladım) diye
gönderirdi.
Feth ederdi.
Altıncı Menâkıb: Benî Necrân derler, hıristiyanlardan bir kabîle var
idi. Kalabalık bir kabîle idi. Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' bunlara her ne kadar nasîhatda bulundu ise de, kimse râzı
olmayıp,
ıslâh olmadılar. İnâd ve taşkınlıklarını artdırdılar. Bir vechle bunlar
îmâna gelmediler. Bunlar hakkında ibtihâl (karşılıklı yemînleşme)
âyet-i
kerîmesi nâzil oldu. İbtihâl ile emr olundular. Sûre-i Âl-i imrânda,
[61.ci
âyet-i kerîmede] meâlen buyurulmuşdur: (Seninle mücâdele edenlere
[hıristiyanlara]
de ki: Geliniz biz ve siz, oğullarımızı [evlâdlarımızı], kadınlarımızı
ve kendimizi çağıralım. Sonra ibtihâl edelim. [Îsâ aleyhisselâm
hakkında]
kim yalan söylüyor ise, Allahü teâlânın la'neti onun üzerine olsun
diyelim!)
(Tefsîr-i Meâlim)de buyurmuş ki, (......... ya'nî kim ki seninle,
hazret-i
Îsâ aleyhisselâm hakkında mücâdele etse, sana, hazret-i Îsâ
aleyhisselâm,
Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğu hakkında ilm geldikden sonra,
denildi
ki, ebnâünâdan murâd Fâtıma 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretleridir.
Enfüsenâdan
murâd, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
kendileridir
ve hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh'dir. Zîrâ, arablarda, kişinin,
amca
oğlu kişinin kendisinden sayılır. Nitekim Allahü teâlâ hazretleri
buyurur:
(........ murâd ihvâneküm demekdir). Denildi ki, ibtihâl cümle ehli
dîne
umûmdur. İbni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' buyurdular ki, ya'nî düâda
tadarru'
edelim. Ve Kelbî dedi ki, düâda ictihâd ve mübâlaga edelim. Kesâî ve
Ebû
Ubeyde dediler ki, (lâin) edişelim [birbirimize la'net edelim!]. Zîrâ
ibtihâl
telâundur. (La'netleşmekdir.) la'netullah ma'nâsına derler. (Allahü
teâlânın
la'neti onun üzerine olsun demekdir.) Bizden ve sizden hepimiz Allahın
la'netini yalancılar üzerine kılalım.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bu âyet-i kerîmeyi
Necrân
kavmi üzerine okudu ve onları mübâheleye da'vet etdi. Onlar
refîklerimize
[arkadaşlarımıza] gidelim. Emîrimizle müşâvere edelim. Sonra yarın
gelelim
dediler. Varıp bir yere toplandılar. Reîslerine mubâhele hakkında ne
düşündüğünü
sordular. Ona, yâ Mesîhin kulu! Rey' hakkında ne düşünürsün, dediler. O
dedi ki: Yâ Nasâra cemâ'ati. Muhakkak siz biliniz ki, Muhammed
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Peygamberdir. Vallahi la'net etmez.
Bir kavm Peygamber ile mübâheleye kalkışırsa, o kavmin büyüğü, küçüğü
muhakkak
helâk olur. Hemen sâhibinizin yanına varınız. Kavli üzerine ikâmet
edip,
va'd alınıp, kendi bildiğinizden dönün.
Ertesi gün, hazret-i Alî ile Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldiler. Hâlbuki Resûlullah
hazretleri Hüseyni kucağına almış, hazret-i Hasenin elinden tutmuş,
hazret-i
Fâtıma ardınca yürürdü 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, bunlara, ben düâ
edeyim,
siz âmîn deyiniz, buyurdu. Nasâra kavminin reîsleri yanındaki
hıristiyanlara
dedi ki, yâ nasâra cemâ'ati. Ben muhakkak öyle yüzler görüyorum ki,
eğer
Allahü teâlâ hazretlerinden, bir dağı yerinden kaldırmasını isteseler,
Allahü teâlâ hazretleri, o dağı onlar hürmetine kaldırır. Sakın
mübâhele
etmeyiniz! Yoksa helâk olursunuz. Kıyâmete kadar yeryüzünde nasrânî
kalmaz.
Sonra reîsleri, Peygamberimize 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' dedi
ki, yâ Ebel Kâsım! Biz karâr verdik ki, seninle, mübâhele etmiyelim.
Senden
ayrılalım. Sen dînin üzerine sâbit ol. Biz de dînimiz üzerinde sâbit
olalım.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
(Mübâheleden
vaz geçdi iseniz müslimân olunuz. Size lâzım olan şey, müslimânlara
olur.)
Onlar müslimân olmak istemediler. (Kıtâle hâzır olun. Muhakkak sizinle
mukâtele ederiz) buyuruldu. Onlar dediler ki, biz seninle harb
edemeyiz.
Lâkin seninle sulh olalım ki, bizimle mukâtele etmiyesiniz. Bizi
korkutmıyasınız.
Dînimizden döndürmiyesiniz. Biz de sana her sene iki bin hulle verelim.
Bin hulle Saferde, bin hulle Recebde. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' bu kavl üzerine sulh etdi. Sonra buyurdular ki; (Nefsim
yed-i
kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Necran döndü. Eğer
mübâhele
etseler idi, maymûna ve hınzıra dönerlerdi. Bulundukları vâdi ateş ile
dolardı. Allahü teâlâ Necrânın ve halkının kökünü kazırdı. Ağaçlardaki
kuşlar bile canlı kalmaz, bir sene geçmeden hepsi helâk olurlardı.)
[(Se'âdet-i
Ebediyye) kitâbının 369.cu sahîfesine bakınız!]
Yedinci Menâkıb: Mîr Hüseyn Va'ız 'rahimehullahü teâlâ' (Mevâhib-i
aliyye) adlı tefsîrinde, sûre-i Bekarada 274.cü âyet-i kerîmenin
tefsîrinde,
beyân etmişdir. Bu âyet-i kerîmenin indiriliş sebebinde bildirilmişdir.
Hazret-i Aliyyül Mürtedânın 'kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ
anh'
dört dirhemi var idi. Onun birisini âşikâre [açıkdan] tasadduk eyledi
[sadaka
verdi]. Birisini gizli tasadduk etdi. Birisini kara gecede, birisini de
gündüz tasadduk eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu âyet-i
kerîmeyi inzâl buyurdu. (Mallarını Allah yolunda, gece-gündüz,
gizli-âşikâr
olarak dağıtanların, Allahü teâlâ indinde ecrleri çokdur ve hâzırdır.
Onlar
için gelecekde korku yokdur. Geçmiş için mahzûn olmaz, üzülmezler.)
[Bekara
sûresi 274.cü âyet-i kerîme meâli.] Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazret-i Alîden 'radıyallahü teâlâ anh' bu
çeşid
sadaka vermesine hangi şeyin sebeb olduğunu sordu. Cevâb verdi ki, bu
dört
şekl dışında sadaka verme yolu görmedim. Her şeklde sadaka verdim ki,
bunlardan
biri kabûl şerefi bulup, diğerleri de Allahü teâlânın rızâsına erer.
Sekizinci Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl)de sûre-i Secdede, meâl-i şerîfi,
(Îmân eden [inanan] kimse, fâsık [inanmıyan] gibi midir. Bunlar eşit
olmazlar)
olan, onaltıncı âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Muhyissünne 'rahimehullahü
teâlâ' beyân buyurmuşlar. Bu âyet-i kerîme, Alî bin Ebî Tâlib
'kerremallahü
vecheh' ve Velîd bin Ebî Mu'ayt hakkında nâzil olmuşdur. Velîd bin Ebî
Mu'ayt, Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin ana tarafından
akrabâsıdır.
Hazret-i Alî ile Velîd arasında çekişme ve münâkaşa oldu. Velîd
hazret-i
Alîye dedi ki; sen sus! Muhakkak sen çocuksun. Ben lisân cihetinde
senden
dahâ açığım. Mızrak [ok] atmakda senden mâhirim. Kalb cihetinden senden
cesâretliyim. Harblerde, haşmet cihetinden dahâ gösterişliyim. Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, sen sus! Muhakkak sen fâsıksın.
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi gönderdiler. (Onlar
müsâvî
değillerdir) buyurdular. (İkisi müsâvî değildir) buyurmadılar. Zîrâ bir
mü'min ve bir fâsık murâd etmediler. Belki bütün mü'minleri ve bütün
fâsıkları
irâde buyurdular.
Dokuzuncu Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl) tefsîrinde, imâm-ı Begavî
'rahimehullahü
teâlâ' hazretleri (Hel etâ) [insan] sûresinde, meâl-i şerîfi (Onlar
kendileri
arzû etdikleri [içleri çekdiği hâlde] yiyeceği, fakîrlere [yoksullara],
öksüze ve esîre yidirirler) olan sekizinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde
beyân buyurmuşdur ki, bu âyet-i kerîmenin nüzûl [iniş] sebebinde
ihtilâf
etmişlerdir. Mücâhid ve Atâ, İbni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
hazretlerinden,
hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' hakkında nâzil olduğunu rivâyet
etmişlerdir.
Kıssasını kısaltarak beyân etmişler. Lâkin diğer tefsîrlerde ve
menâkıbda
şu şeklde anlatılmışdır. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn 'radıyallahü
teâlâ anhümâ' hasta olmuşlardı. Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' Sahâbe-i kirâm 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'
hazretleri ile görmeğe vardılar. Hazret-i Alî ve hazret-i
Fâtıma-tüz-zehrâya 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hitâb edip, buyurdular
ki, (Bu ciğer gûşelerinize
bir nezr eyleyin [bir adak adayın]!) O iki Server ve Fıdda adlı
câriyeleri,
Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ikisine [ya'nî Hasen ve Hüseyn
'radıyallahü
anhümâ' hazretlerine] sıhhat verir ise, üçer gün oruc bize nezr olsun
dediler.
O iki Cennet râyihâları şifâ buldu. Ancak evlerinde yinilecek birşeyi
yok
idi. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' varıp, bir yehûdîden üç sa'
arpa
borç
aldı. Üçü de nezr etdikleri oruclara niyyet etdiler. O ölçek arpanın
bir
ölçeğini hazret-i Fâtıma 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin
câriyesi
üğütüp, beş adet ekmek pişirdi. Kendileri beş kişi idiler. İftâr vakti
oldu. O beş çöreğin birini hazret-i Alînin önüne ve birini hazret-i
Hasenin
önüne ve birini hazret-i Hüseynin önüne ve birini Fıdda câriyeye ve
birini
de [hazret-i Fâtıma] kendi önüne koydu. İftâr yapacaklardı. Bir miskîn
gelip, dedi ki: Yâ Ehl-i beyt-i Resûlallah! Miskîn müslimânlardan bir
miskînim.
Bana yiyecek verin. Allahü teâlâ hazretleri sizi Cennet ni'metleri ile
ta'âmlandırsın. Ellerindeki çörekleri ona sadaka verip, kendileri su
ile
iftâr etdiler. Ertesi gün yine oruc tutdular. Câriye bir ölçek arpa
dahâ
üğütüp, yine beş çörek pişirdi. İftâr vaktinde, önlerine alıp, iftâr
edecekleri
sırada, bir yetîm geldi. Beşi de çörekleri ona verip, o yetîmi
sevindirip,
kendileri su ile iftâr edip, uyudular. Ertesi günü yine oruc tutdular.
O kalan bir ölçek arpayı da, beş çörek yapıp, önlerine aldılar. İftâr
edecekleri
vakt, bir esîr gelip, dedi ki, üç gündür açım. Beni bağlayıp, yemek de
vermediler. Allahü teâlâ için bana acıyın, dedi. Beşi de çöreklerini
ona
verip, yine su ile iftâr etdiler. Ba'zı rivâyetde o esîr şirk ehlinden
idi. Bu rivâyet delîl olur ki, ehl-i şirkden de olsalar, esîrlere
yiyecek
verilirse, sevâb olacağı anlaşılmakdadır. (Meâlim-üt-tenzîl)de böyle
yazılıdır.
Rivâyet olunur ki, dördüncü gün sabâhladılar. Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ anh', hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin 'radıyallahü teâlâ
anhümâ'
ellerinden tutup, Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
huzûr-ı şerîflerine götürdüler. Hazret-i Habîb-i ekrem onları, açlıkdan
kuş yavrusu gibi titrerler şeklde gördüler. Alî 'kerremallahü vecheh'
hazretlerine
buyurdu ki, yâ Alî! Bizi üzüntüye gark etdin. Kalkıp bunları aldı.
Hazret-i
Fâtımanın 'radıyallahü teâlâ anhâ' yanına vardı. Fâtımayı mihrâbında
gördü
ki, karnı arkasına yapışmış ve mubârek gözleri çukura gitmiş. Üzüntüsü
dahâ da artdı. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil oldu ve dedi ki; Yâ
Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri mubârek etsin. Ehl-i beytin
hakkında âyet-i kerîme gönderdi. (Hel etâ) sûresini okudu. Rivâyet
olundu
ki, hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bunları bu
hâlde görünce buyurdular ki: (Yâ kızım Fâtıma! Baban üç gündür ta'âm
yimemişdir.)
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' Medîneden dışarı gitdi. Gördü
ki, bir arab kuyudan su çekip, davarına su verir. Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' araba dedi ki, yâ kişi, sana ücret ile su çekeyim mi. O da hoş
[iyi]
olur dedi. Her kovaya bir avuç hurmaya ücret ile pazarlık etdiler.
Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' su çekmeğe başladılar. Yeteri kadar çekip,
son kovayı çekdiklerinde, Allahü teâlânın hikmeti, kovanın ipi kopup,
kova
kuyuya düşdü. Arab, Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' mubârek yüzüne bir
tokat
vurdu. Getirip, hesâbınca hurma verdi. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
mubârek
elini, o derin kuyuya sokup, kovayı çıkardı. Arabın eline verdi. Sonra
da koyup, gitdi. Hazret-i Fâtımanın 'radıyallahü teâlâ anhâ' yanına
varıp,
hurmayı önlerine koydu. Hurmayı yir iken, hazret-i Fâtıma 'radıyallahü
teâlâ anhâ' bakdı. Mubârek yüzünde tokat eserini gördü. Dedi ki, yâ
Alî,
yüzünüzde bir iz vardır; bu nedir. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
gizleyip,
birşey yokdur, buyurdular. Bu tarafda ise hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh', kovayı kuyudan alıp, arabın eline verip gitmişdi. Arab da hayret
etmişdi. Düşündü ki, eğer bu kişinin dîni ki, Muhammed dînidir. Hak din
olmasa idi, bu derin kuyudan kovayı nasıl çıkarırdı. Kendi kendisine
dedi
ki, bir el ki böyle küstâhlık etmiş olsun, o el bana lâzım değildir
deyip,
hazret-i Alîye vuran elini kesip, eline aldı. Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretlerinin huzûrlarına gitmek üzere yola koyulup, geldi ve kapıyı
çaldı.
Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' kapıya çıkıp, gördüğü gibi, acele
ile
geri içeri girip, dedi ki; yâ Resûlallah! Bir arab gelmiş. Elinde
kendinin
bir kesik eli var. Kanı akar. Ağlar. Sizi görmek ister. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! O arab
edebsizlik
eden arabdır. Söyle içeri gelsin. Varıp, söyledi. Arab içeri girdikde,
hazret-i Habîbullah o arabı o hâl üzere görüp, üzüldü. Ona dedi ki,
niçin
böyle hatâya düşdün, hatâ işledin. Arab ağlıyarak, küstâhlığının özrünü
dileyerek îmâna geldi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
kesik
elini yerine koyup, mubârek ağzının suyunu sürüp, düâ buyurdu. Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile arabın eli sapasağlam oldu.
Onuncu Menâkıb: (Menkıbe-i Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhâ'.)
Rivâyet olunur ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri;
Aliyyül Mürtedâ hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve
teâlâyı sever misin!) Hazret-i Alî dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah.)
(Beni
sever misin.) Alî 'radıyallahü teâlâ anh' dedi, (Evet, yâ Resûlallah.)
Buyurdu ki, (Fâtımayı sever misin.) Dedi ki (Evet, yâ Resûlallah!).
Buyurdu
ki (Hasen ve Hüseyni sever misin.) Dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah!)
Hazret-i
Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Yâ Alî! Bu
kadar muhabbeti bir gönüle nasıl sığdırırsın!) Hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh', Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
mu'ciz süâl beyânlarına cevâb veremediğini beyân etdi. Hazret-i Fâtıma
'radıyallahü teâlâ anhâ' buyurdular ki; bunda üzülecek ne vardır.
Allahü
Sübhânehü ve teâlâyı sevmek, îmândan ve akldandır. Muhammed
aleyhisselâmı
sevmek îmândandır. Beni sevmek şehvetindendir. Hasen ve Hüseyni sevmek
tabî'atındandır, dedi. Hazret-i Alî 'radıyallahü anh' acele, Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûrlarına gelip, o
cevâbı söyledi. Resûlullah buyurdu ki, (Demek olur ki, bu yemiş
nübüvvet
ağacının yemişidir.) Ya'nî yâ Alî, bu cevâb senin değildir. Fâtımanın
cevâbıdır.
Bu cevâbda derin ilm vardır. Düşünmelidir.
Onbirinci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 250.ci sahîfesinde
buyuruluyor
ki: (Bahr-ül-Ulûm) adındaki tefsîrde bildirilen hadîs-i şerîflerde,
(Ümmetimin
en merhametlisi Ebû Bekrdir. Dinde en kuvvetli olan Ömerdir. Hayâsı en
çok olan, Osmândır. İslâmiyyetde her süâli cevâblandıran Alîdir. Halâl
ve harâm olanları en iyi bilen Mu'âzdır. Kur'ân-ı kerîmi en güzel
okuyan
Ebiyy bin Kâ'bdır. Münâfıkları tanıyan, Huzeyfetibni Yemândır. Îsâ
aleyhisselâmın
zühdünü görmek isteyen Ebû Zerin zühdüne baksın! Cennet, Selmân-ı
Fârisîye
âşıkdır. Hâlid bin Velîd, Allahın kılıcıdır. Hamza, Allahü teâlânın
arslanıdır.
Hasen ve Hüseyn Cennet gençlerinin en üstünüdür. Ca'fer bin Ebî Tâlib,
Cennetde meleklerle berâber uçar. Cennet kapısını ilk açacak olan
Bilâldir.
Benim Kevser havuzumdan ilk içecek olan Suheyb-i Rûmîdir. Kıyâmet günü
melekler ilk önce Ebüdderdâ ile müsâfeha eder. Her Peygamberin bir
arkadaşı
vardır. Benim arkadaşım Sa'd bin Mu'âzdır. Her Peygamberin Eshâbından
seçdikleri
vardır. Benim seçdiklerim, Talha ve Zübeyrdir. Her Peygamberin mahrem
işlerini
gören yardımcısı vardır. Benim yardımcım, Enes bin Mâlikdir. Her
ümmetde
hâkim vardır. Benim ümmetimde hikmeti çok söyliyen Ebû Hüreyredir.
Hassân
bin Sâbitin sözleri Allah tarafından te'sîrlidir. Ebû Talhanın harb
meydânındaki
sesi, bir fırka askerden dahâ kuvvetlidir) buyurdu. (Bahr-ül-ulûm)
kitâbını
yazan Alâüddîn Alî Semerkandî sekizyüzaltmış (860) senesinde, Anadoluda
Lârende şehrinde vefât etmişdir.]
Onikinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, sahîh hadîsler bâbında, Sa'd
bin Ebî Vakkâsdan 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet olunmuşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Alîye
'radıyallahü teâlâ
anh' buyurdular ki, (Senin ile ben, Hârûn ile Mûsâ 'aleyhimesselâm'
gibiyiz.
Benden sonra Peygamber yokdur.) Türpüştî 'rahimehullah' dedi ki,
Resûl-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Tebûk gazâsı için
yola çıkdıklarında, hazret-i Alîyi Medînede Ehl-i beyti üzerine halîfe
bırakdı. Emr etdi ki, onların işlerini görsün. Münâfıklar işitip,
birbirine
dediler ki, Alîyi halîfe bırakmakdan maksadı, onun yanında
bulunmasından
[sohbetinden] sıkıldığı için idi. [Münâfıklar böyle dediler.] Hazret-i
Alî münâfıkların bu sapık sözlerini işitdi. Silâhını kuşanıp, çıkdı.
Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' (Cürf) adlı menzilde
konaklamış idi. Huzûr-ı
şerîflerine varıp, dediler ki, yâ Resûlallah! Münâfıklar, bu kölenizi
halîfe
etmenizin sebebini, yanınızda götürünce sıkılacağınızdan ötürü olduğunu
söyliyorlar. Habîb-i Muhterem 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdular
ki: (Münâfıklar yalan söylüyorlar! Seni Medînede bırakdıklarıma halîfe
yapdım. Geri dön. Benim ehlime ve senin ehline halîfem ol. Yâ Alî!
Benim
ile; Mûsâ aleyhisselâm ile Hârûn aleyhisselâmın olduğu gibi olmak
istemez
misin! Nitekim Hak celle ve alâ buyurur; (A'râf 142.ci âyet) (Mûsâ,
kardeşi
Hârûna, kavmimde halîfem ol! dediğini haber vermişdir.)
Müslim şârihi 'rahimehullahü teâlâ' beyân edip, dediler ki, bu hadîs-i
şerîf o hadîs-i şerîflerdendir ki, râfizî ve diğer şi'â fırkaları bunu
sened olarak almışlardır. Bu hadîs-i şerîfe göre hilâfet, muhakkak
hazret-i
Alînin idi. Başkasının halîfe olmasına kendisi râzı olmuşdur. Bu
fırkalar
ihtilâf etdiler. Râfizîler Sahâbe-i güzîni hazret-i Alî üzerine
başkasını
üstün tutdukları için, tekfîr etdiler. Ba'zıları da çok taşkınlık edip,
hazret-i Alîyi de tekfîr etdiler ki, kendi kötü düşüncelerince hilâfet
kendinin hakkı idi. Niçin taleb etmeğe gayret etmedi. Bu tâife
mezheblerinin
çok aşırılığı cihetinden ve akllarının çok fesâdından, bunlar muhâtab
kabûl
edilmemiş ve sözlerine cevâb verilmemişdir.
Kâdî 'rahimehullah' buyurmuşdur ki, bu sözleri söyliyen kimsenin
küfründe
şübhe yokdur. Zîrâ bir kimse ki, bütün ümmeti tekfîr eder, ilk asrı
tekfîr
eder. Muhakkak ki, nakl edilen dîni bâtıl kılmış olur. İslâmı kötülemiş
olup, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, kâfir olur. Ammâ Gulât-ı râfizîden
başkası,
bunların yolundan gitmemişdir. İmâmiyye ve ba'zı mu'tezîle; Sahâbe
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i Alîden 'radıyallahü teâlâ anh' önce
diğerlerini
halîfe seçdikleri için hatâ etdiler, derler. Ancak tekfîr etmezler.
Hâlbuki
bu hadîs-i şerîfde bunların hiçbirine delîl yokdur. Belki bunda
hazret-i
Alînin 'radıyallahü anh' fazîletinin isbâtı için delîl vardır. Ammâ
gayriden
efdal olmasına ve gayri ile misilli olmasına kinâye yokdur.
[Başkalarından
üstünlüğü veyâ berâberliği anlaşılmamalıdır.] Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden sonra halîfe olacağına işâret yokdur.
Zîrâ bu sözü Tebûk gazâsına gitdikleri vakt Medîne-i münevverede kendi
yerine geçirmelerinde buyurdular. Yukarıda zikr olundu. Bu sözü
kuvvetlendiren
odur ki, hazret-i Hârûn aleyhisselâm hazret-i Alîye benzetilmişdir.
Hazret-i
Mûsâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra [Hârûn aleyhisselâm] halîfe
olmadı.
Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından meşhûr rivâyete göre kırk yıl sonra
vefât
etdi. Dediler ki, o vefât etdiğinde onu halîfe yapmadı. Rabbine münacât
etmeğe giderken onu yerine halîfe yapdı. [Hârûn aleyhisselâm ondan
sonra
halîfe olmadı.]
Onüçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, anlatılan menâkıbın meşhûr olan
hadîs-i şerîflerinde zikr olunmuşdur. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
buyurmuşdur ki, ekin dânesini bitiren ve insanı halk eden Allahü
teâlâya
yemîn ederim ki, ümmî olan Nebî 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
beni
kasd ederek; (Alîyi ancak mü'minler sever. Alîye ancak münâfıklar buğz
eder!) buyurmuşdur.
Müslim şârihi 'rahimehullahü teâlâ' buyurmuşlar ki, bu hadîs-i sahîhin
ma'nâsı şudur. Muhakkak ki bir kimse, hazret-i Alînin 'radıyallahü
teâlâ
anh' Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yakınlığını,
Resûlullahın
hazret-i Alîye sevgisini bilir ve hazret-i Alîden sâdır olan şeyleri
islâmın
yayılmasında ve islâmda hizmetlerini düşünerek, bu sebebler ile
hazret-i
Alîye muhabbet ederse, o kimsenin îmânın sıhhatine delîllerden olur.
Allahü
teâlânın râzı olduğu ve islâma hizmetleri ve yukarıdaki sebeblerin
aksine
Alîye 'radıyallahü teâlâ anh' buğz ederse, o muhabbet eden kimsenin
zıddı
olup, nifâkı şiddetli olur. Fesâdı çok olur. Allahü teâlâ muhâfaza
etsin.
Ondördüncü Menâkıb: Yukarıda bahs edilen hadîs-i şerîflerden sonra,
Sehl ibni Sa'd 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki:
(Hayber günü muhakkak ben bu bayrağı yarın bir şahsa veririm. Allahü
teâlâ
onun üzerinde feth müyesser eyler. O şahs Allahü teâlâ hazretlerini ve
Resûlünü sever. Allahü teâlâ hazretleri ve Resûlü de onu severler.) O
günün
sabâhında, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı
şerîflerine
sür'atle varanlardan her biri ümîd ederler ki, bayrak kendisine
verilsin.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Alî bin
Ebî Tâlib nerededir.). Dediler, yâ Resûlallah, hazret-i Alînin gözleri
ağrıyor. Buyurdular ki, (Adam gönderin, getirsinler). Vardılar,
getirdiler.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek tükrüğünü,
hazret-i
Alînin gözlerine sürdü. Ağrıdan kurtuldu. Sanki hiç ağrı görmemiş gibi
idi. Alemi [bayrağı] hazret-i Alîye verdi. Hazret-i Alî dedi ki, yâ
Resûlallah!
Kâfirler ile bizim gibi oluncaya kadar muhârebe edeceğim. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Rıfk ve sükûn üzere hareket
eyle.
Hattâ onların topraklarına gir. Sonra onları islâma da'vet et. Allahü
teâlânın
islâm dîninde onlar hakkında bildirdiklerini haber ver. Allahü tebâreke
ve teâlânın senin sebebin ile bir şahsa hidâyet vermesi, muhakkak
kırmızı
develerin olup, sadaka vermenden hayrlıdır.)
Onbeşinci Menâkıb: (Mesâbîh)in yine hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' ile alâkalı menâkıbın hadîs-i şerîfler kısmında, İmrân bin Hasîn
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Alî benden, ben de Ondanım. Alî bütün
mü'minlerin velîsidir.) Şârîh Tayyibî 'rahmetullahi teâlâ aleyh' beyân
etmişdir. Kâdî 'rahimehullahü teâlâ' buyurdular ki: Şî'a tâifesi
dediler
ki; tasarruf edici hazret-i Alîdir. Ve dediler ki, hadîs-i şerîfin
ma'nâsı
budur ki, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', tasarruf
etdiği
herşeyde hazret-i Alî tasarrufa müstehak olur. Mü'minlerin işlerini
görmek
de tasarrufa girer. Onun için hazret-i Alî mü'minlerin imâmıdır. Biz
onlara
deriz ki, mü'minlerin velîsi olmağı, halîfe (imâm) olmak ma'nâsına
anlamak
doğru olmaz. O zemân bütün mü'minlerin işlerini de üzerine almak îcâb
eder.
Zîrâ Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
hayâtlarında
mü'minlerin bütün işlerini kendileri görürdü. Ancak vâcib oldu ki,
vilâyeti
[velî olmağı], muhabbet ve buna benzer şeyler şekliyle anlamalıdır.
Onaltıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de bahs edilen menâkıbın
meşhûr
hadîs-i şerîfler kısmında, Abdüllah ibni Ömer 'radıyallahü teâlâ
anhümâ'
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri, Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'
hazretlerini birbiri arasında kardeş kıldı. Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' sonraya kaldı. Mubârek gözlerinden yaş akar [ya'nî ağlar idi].
Dedi
ki; Yâ Resûlallah! Sahâbe-i güzîni aralarında kardeş kıldın. Beni kimse
ile kardeş yapmadın. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdular
ki, (Sen benim dünyâda ve âhıretde kardeşimsin.) (Tirmizî) rivâyet
etmişdir.
Onyedinci Menâkıb: Yine yukarıdaki hadîs-i şerîfden sonra, Enes
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Enes 'radıyallahü teâlâ
anh'
buyurdular ki: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
yanında bir pişmiş kuş var idi. Buyurdular ki; (Allahım! Bana
mahlûklarından
en çok sevdiğini gönder!) Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' geldi.
Berâberce
yidiler. (Tirmizî) rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs-i şerîf hasen ve
garîbdir.
Şârih Türpüştî (Allahü teâlâ ona hayrlar versin) 'rahimehullah' bu
hadîs-i
şerîfin şerhinde, fesâhat ve belâgat ile geniş bir mukaddemeden sonra
buyurmuş
ki, bu bir hadîsdir ki, mübtedî'ler [yoldan çıkmışlar] bunun ile
oklarını
bileyip, bunu vesîle yapıp, hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh'
hilâfetine hücûm ederler. Hâlbuki o hazretin hilâfeti, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin intikâlinden [vefâtından] sonra,
bu ümmetde müslimânların icmâ'ı ile sâbit olan ahkâmın evvelidir. Dîni
ayakda durduran direklerin en sağlamıdır. Bu hadîs-i şerîf, hazret-i
Ebû
Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' birinci halîfe olmasını ve diğer
Sahâbeden
üstün olmasını îcâb etdiren sahîh hadîsler ve buna ilâve olarak
Sahâbe-i
kirâmın 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' icmâ'ı karşısında
mukâvemet
edemez. Zîrâ bu bahs edilen hadîs-i şerîf, nakl ehli için mekâle [bend]
vardır. Bu misilli hadîs icmâ'ın hilâfı üzerine olmak câiz olmaz.
Husûsan
o Sahâbe ya'nî Enes 'radıyallahü teâlâ anh' ki, bu hadîs-i şerîfi
rivâyet
etdi. Eshâb-ı kirâmın icmâ'ında [ya'nî hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü
teâlâ anh' halîfe seçiminde] hayâtda idi. Eshâb-ı kirâm bu hadîs-i
şerîfi
işitdikleri hâlde icmâ' etmişlerdir. Enes 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden
bu hadîs sâbit ise, ma'nâsı bozulmıyacak şeklde te'vîl edilebilir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin, en çok
sevdiğini, gönder
buyurması, en çok sevdiklerinden birini gönder ma'nâsınadır. Çünki,
Resûlullah
da Allahü teâlânın yaratdıkları içindedir. Allahü teâlânın en çok
sevdiği
Odur. Bu misilli kelâm arabîde çokdur. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' Resûlullahdan dahâ sevgili olması düşünülemez. Eğer denilirse ki,
dinde Allahü teâlânın en sevdiği kul odur. Biz de öyle deriz. Sahîh
nass
ve icmâ'ı ümmet ile bildirilmişdir. Muhakkak, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri amcası oğullarından kendisine sevgili
olanı
murâd etdiler. Zîrâ Resûlullah hazretlerinin ba'zan olur idi ki, inci
dökülen
kelâmları mutlak olurdu. Ba'zan şartlı olurdu. Ba'zan umûmî olurdu.
Ba'zan
husûsî olurdu. Fehm sâhibi olan bilirdi. Türpüştînin açıklaması sona
erdi.
Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin akabinde, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretleri buyurur ki, ne zemân ki Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerine süâl sorardım. Cevâb verirdi. Ben susunca o
başlardı.
Onsekizinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de bu hadîs-i şerîfden sonra,
hazret-i
Alîden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etdiler. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Hikmetin evi benim. Kapısı
Alîdir!)
Tirmizî rivâyet etmişdir ki, bu hadîs-i şerîf garîbdir. Muhyissünne
Begavî 'rahimehullahü teâlâ' (Mesâbîh)in yazarıdır. Buyurdular ki,
Şüreykden başka,
vesîka olan hiçbir kitâbda bildirilmemişdir, Onun isnâdı karârsızdır.
Şârih
Tayyibî 'rahimehullahü teâlâ' beyân etmiş ki, şî'a fırkası bu hadîs-i
şerîfi
delîl göstererek, derler ki, muhakkak; Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinden ilm ve hikmet almak Alîye 'radıyallahü teâlâ
anh' mahsûsdur. Gayrileri alamaz. İllâ Alî 'kerremallahü vecheh'
vâsıtası
ile alır. Zîrâ eve dâhil olunmak [eve girmek] kapısından olur. Allahü
teâlâ
hazretleri kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur ki; (... Evlerinize
kapılarından
girip çıkınız) [Bekara sûresi 189.cu âyet-i kerîme meâli.]. Hâlbuki
onlara
bu hadîs-i şerîfde hüccet [sened] yokdur. Cennet evi hikmet evinden
dahâ
geniş değildir. Cennet evinin ise sekiz kapısı vardır. Yine (Mesâbîh)de
bu hadîsin akabinde Câbir 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
rivâyet
edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri,
hazret-i Alîyi da'vet etdi. O gün Tâife gönderdi. Onunla gizli
söyleşdi.
İnsanlar söylediler ki, muhakkak amcasının oğlu ile gizli söylemesi
uzadı.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki,
(Onun
ile ben değil, Allahü teâlâ gizli konuşdu.) Şârih Tayyibî
'rahimehullahü
teâlâ' şöyle açıklamışdır. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana emr
eyledi ki, hazret-i Alî ile gizli konuşayım. Ben derim ki, o gizli
söyleşdikleri
kelâm, ilâhî sırlara âid sözler ve gayba âid sırlar idi. Yine
(Mesâbîh)i
şerîfde o menâkıbın sonunda, Ümm-i Atiyyeden 'radıyallahü anhâ' rivâyet
edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
gazâya bir bölük asker gönderdi. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh ve
kerremallahü vecheh' onların içinde idi. Ben, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden işitdim, mubârek ellerini kaldırıp,
buyurdu
ki, (Yâ Rabbî! Alîyi tekrâr görünceye kadar, bana ölüm verme!)
Ondokuzuncu Menâkıb: Bir gün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în', Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine
dediler
ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Alîyi bu kadar çok seversiniz. Hikmeti
nedir,
bize haber ver ki, biz de bilelim ve evvelki muhabbetimizden de çok
muhabbet
edelim. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdu
ki, (Varın Alîyi çağırın! Ondan haber alırsınız!) Eshâbdan biri
hazret-i
Alîyi çağırmağa gitdi. Alî 'radıyallahü teâlâ anh' gelmeden, Server-i
Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Ey benim
Eshâbım! Bir
kimseye iyilik etseniz, o kimse karşılığında size kötülük yapsa, ne
yaparsınız!)
Dediler ki, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa!) Dediler,
(yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa, ne yaparsınız!)
buyurdukda,
başlarını aşağıya salıp, cevâb vermediler. O sırada hazret-i Alî,
se'âdet
ile geldiler. Hazret-i Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdu ki, (Yâ Alî! Bir kimseye iyilik eylesen
ve
o sana mukâbelesinde kötülük yapsa, ne yapardın!), (Yâ Resûlallah!
İyilik
ederdim.) (Tekrâr kötülük yapsa!), (Yine iyilik ederdim.) Sultân-ı
kâinât 'aleyhi efdalüssalevât' hazretleri, birbiri ardınca yedi def'a
süâl buyurdular.
Yedisine de, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' (iyilik ederdim)
dedikden
sonra, dedi ki, (O kimseye ben iyilik etdikce, o karşılığında bana
kötülük
yapsa, yine ben ona iyilik ederdim,) deyince, cümle Eshâb-ı güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleri dediler ki; (Yâ Resûlallah! Hazret-i
Alîyi bu kadar riâyet edip, sevip, muhabbet etdiğiniz kadar var imiş.)
Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i Alîyi
kıskandıkları
için böyle süâl sormadılar. Maksadları hazret-i Alînin yüksek
mertebesine
ve derecesine vâkıf olmak için, süâl etmişlerdir.
Yirminci Menâkıb: (Resûl-i ekremin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
mu'cizesine işâret): Birgün, Sultân-ı Enbiyâ ve Resûl-i müctebânın
huzûrlarına
üç kimse geldi. Biri hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın kavminden, biri
hazret-i
Mûsâ aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Îsâ aleyhisselâmın
kavminden
idi. 'Salevâtullahi aleyhim ve alâ nebiyyinâ.' Hazret-i İbrâhîm
kavminden
olan kimse ileri gelip, dedi ki: Yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerin
büyüğü
ve efdali benim diyorsun. Nereden bilelim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinin makbûlüsün. Hazret-i İbrâhîme Allahü teâlâ halîlim
demişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki; Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri, hazret-i İbrâhîme halîlim dedi ise, bana habîbim
demişdir.
Kişinin dostumu yakındır, yoksa mahbûbu mu [sevgilisi mi]. O kimse
hayrân
olup, cevâba kâdir olamadı. Hemen Resûl-i ekremin mubârek cemâline
nazar
edip, kalbden (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ şerîkeleh. Ve
eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.) dedi. Ondan sonra hazret-i Mûsâ
kavminden
olan kimse ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerden
benim
mertebem yüksekdir. Hepsinin serveri ve sultânı benim, diyorsun.
Nereden
inanalım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin yanında senin merteben, diğer
Enbiyâdan
yüksekdir. İşitdik ki, Allahü teâlâ , hazret-i Mûsâya kelîmim demişdir.
Her zemân Tûr-i sînâya çıkarıp, kelâm söyler idi. Hazret-i Fahr-i âlem
ve seyyid-i veled-i Âdem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular
ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Mûsâya kelîmim dedi ise, bana
habîbim,
demişdir. Eğer hazret-i Mûsâyı Tûr-i sînâya çıkardı ise, bana, hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâmla, Cennet elbiseleri ile burakı donatıp, gökleri,
yerleri, arşı ile kürsîyi ve Cennet ve Cehennemi ve kevn-ü mekânı az
zemân
içinde seyr etdirdi. Kabe kavseyn ev ednâ rütbesine varınca, Allahü
teâlâ
bana o şeklde ihsânlar ve nihâyetsiz lutfler eylemişdir ki, hicâbı
aramızdan
kalkmışdır. Elhamdülillah ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ biz za'îf
kullarını
o sultânın ümmetinden eyledi. Allahü teâlâ hazretleri bana va'd eyledi
ki, benim ümmetimden her kim benim rûh-i pâkime günde yüz kerre
Salevât-i
şerîfe getirmeyi âdet hâline getirip, terk eylemese, bin kerre rahmet
eyler.
Ve Cennet içinde bin derece verir. Bin günâhı mahv olur. Bin altın
sadaka
vermişcesine sevâb verir. Hazret-i Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh'
ve hazret-i Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişlerdir
ki, o kimse de birşey söyliyemeyip, cevâba kâdir olmayıp, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürüp, bin
zevk ile parmak kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden
abdühü ve resûlüh) dedi. Ondan sonra, hazret-i Îsâ aleyhisselâm
kavminden
olan, ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerine
bütün
Peygamberlerden yakînim ve sevgiliyim. Seyyidil evvelin ve âhırîn
benim,
dersin. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın rûhullah olduğunu işitmedin mi.
Allahü
teâlânın emri ile ölüleri diriltirdi. Fahr-ül kevneyn ve Resûl-i
sekaleyn 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Varın, Alîyi
çağırın.)
Eshâbdan birisi gidip, hazret-i Alîyi çağırdı. Hazret-i Alî geldikden
sonra,
Resûl-i ekrem hazretleri, o kimseye buyurdu ki, (Bir eski mezâr ki,
ondan
eski mezâr olmasın. Var Alîye göster.) O kimse dedi, falan yerde bir
mezâr
vardır. Bin yıllık mezârdır. Hazret-i Habîb-i ekrem 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' buyurdu ki, (Yâ Alî! Var o mezârın üzerine üç kerre çağır.
Bekle
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ne zuhûr
edecekdir.)
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' o mezârın üzerine varıp, bir kerre
(yâ Ya'kûb!) diye çağırdı. Allahü tebâreke ve teâlânın emr-i şerîfi ile
mezâr orta yerinden yarıldı. Bir def'a (yâ Ya'kûb) diye çağırdı. Mezâr
açıldı. Bir def'a dahâ (yâ Ya'kûb) diye çağırdı. O sırada mezâr içinden
bir nûrânî pîr kalkdı. Saçları uzamış. Başından toprağı saça saça ayak
üzerine durup, yüksek sesle söyledi ki, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah
vahdehü
lâ şerîke leh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh.) Ondan
sonra
hazret-i Alî ile hazret-i Habîb-i ekremin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
huzûruna gitdiler. Bu açık mu'cizeyi görmekle çok kâfirler îmâna
geldiler.
Hazret-i Îsâ 'alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm' kavminden olan kimse
müslimân
oldu.
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alînin 'kerremallahü vecheh' bütün
menkıbeleri
yerine yalnız bu kifâyet eder. Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine, Allahü teâlâdan Medîne-i
münevvereye
hicret emr olundu. Sultân-ı kâinâtın döşeğine hazret-i Alî girsin
deyip,
Allahü teâlâ tarafından emr edildi. Mekke-i Mükerremede kalıp, gerek
se'âdethânelerinin
işleri olsun, gerek kendileri ile alâkalı emânetleri sâhiblerine
ulaşdırmak
olsun ve gerekse Mekke-i Mükerremede kalan Sahâbîyi gözetmek olsun,
cümle
hizmetleri, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri,
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine sipâriş buyurdular. O gece
kâfirler
Sultân-ı kâinâtın evinin etrâfını kuşatmışlar idi. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ kendi lütfundan bütün kâfirlere uyku verdi. Şeytân aleyhilla'ne
de
kâfirler ile berâber idi. O da uyudu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' ile
çıkıp,
se'âdet ile yürüyüverdiler. Allahü teâlâ azze şânühü azamet-i kibriyâsı
ile, hazret-i Mikâîle ve hazret-i İsrâfîle 'aleyhimesselâm' hoş hitâb
edip,
buyurdu ki, siz çok çabuk Alînin yanına yetişin. Kâfirler bir hatâ
ederler.
Göz açıp-kapayıncaya kadar, bu iki sultân yetişip, hazret-i Mikâîl
hazret-i
Alînin başı ucunda oturup, hazret-i İsrâfîl, mubârek ayakları tarafında
oturup, düâ ederler idi. Bir zemândan sonra şeytân aleyhilla'ne uykudan
uyanıp, yüksek ses ile çağırdı ki, vay Muhammed kaçdı. Mel'ûn, insan
sûretinde
kâfirlere görünürdü. Mel'ûna dediler ki, nereden bildin. Ben bilirim
ki,
ben uyku nedir bilmezdim. Bu gece uyudum. Muhammed bana sihr edip,
uyutdu;
dedi. Ondan sonra bütün kâfirler birden hücûm edip, içeri girdiler.
Hazret-i
Alîyi Resûl-i ekremin döşeğinde gördüler. Resûl-i ekremi sordular. O da
bilmem diye cevâb verdi. Acele ile dışarı çıkdılar. Hazret-i Alî
'radıyallahü
anh' ertesi gün o kadar kâfirlerin arasından çıkıp, Kâ'be-i şerîfde,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' se'âdetle oturdukları
bir makâm var
idi, o makâma varıp, devletle ve şevketle oturdu. Resûlullah
hazretlerinde
her kimin emâneti var ise, gelsin, benden alsın diye seslendi. Emâneti
olanlar gelip, emânetlerini aldı. Bir kimsenin emâneti kalmayıp,
cümlesini
sâhiblerine teslîm eyledi. Mekke-i Mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn,
hazret-i
Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' kanadı altına sığınıp, bir ferdin cânı
incinmedi.
Müşrikler hazret-i Alîden korkdukları için, müslimânların hiçbiri cefâ
görmediler. Mâdem ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
se'âdethâneleri Mekke-i Mükerremede idi. Hazret-i Alî de Mekke-i
Mükerremede
idi. Bir zemândan sonra, Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri emr eyledi ki, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
se'âdethânelerini
kaldırıp, Medîne-i Münevvereye alıp, götürsün. Hazret-i Şâh-ı Merdân ve
şîr-i yezdân se'âdet ile kalkıp, Kureyş kâfirlerinin cem'iyyetlerine
varıp,
dedi ki, inşâallahü teâlâ yarınki gün Medîne-i Münevvereye gideceğim.
Eğer
bir kimsenin bir sözü var ise ben burada iken söylesin. Cümlesi
başlarını
aşağı salıp, hiçbirisi cevâb vermedi. Hazret-i Mürtedâ 'radıyallahü
teâlâ
anh' gitdikden sonra, Ebû Cehl la'în dedi ki, yâ Kureyşin büyükleri.
Niçin
söylemezsiniz. Mâdem ki, hazret-i Muhammedin evi buradadır. Bizim ile
düşmanlık
etmez. Her birisi Ebû Cehlin yanınca şöyle böyle yaparız, dediler.
Sonra
hazret-i Abbâsa 'radıyallahü teâlâ anh' yalvardılar ki, var kardeşinin
oğluna nasîhat eyle ki, Muhammedin evini götürmesin. Yoksa fesâd olur
[aramız
açılır]. Hazret-i Abbâs kalkıp, imâm-ı Alînin huzûruna varıp, bu
konuşulanları
söyledikde, şâh-ı merdân [Alî 'radıyallahü anh'] buyurdular ki, yâ
amca,
inşâallah ben yarın, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
se'âdethânelerini götürürüm. Her kim yoluma gelirse ceng ederim.
Hazret-i
Abbâs 'radıyallahü teâlâ anh' Kureyş kâfirlerine bu haberleri verince,
huzûrsuz olup, şehrden çıkarmamak için söyleşdiler. Sonra sabâh oldu.
Hazret-i
Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin se'âdethânesini kaldırıp, yola revân oldu.
Kureyşden
dört beş kimse, atlarına binip, hazret-i Alînin yoluna geldiler. Dön
geri,
yoksa senin ile ceng ederiz; dediler. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
yükleri indirip, kendisi cenge mübâşeret eyledi. Allahü teâlâ, hazret-i
Alîye 'kerremallahü vecheh' fırsat verip, onlara gâlip geldi. Sonra
hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' yerden hâne-i se'âdetin yüklerini kaldırıp,
yola revân oldular. Hazret-i Mikdâd bin Esved yolda hazret-i Alînin
'kerremallahü
vecheh' üzerine gelip ceng eylediler. [Mikdâd henüz îmân etmemiş idi.]
Hazret-i Alî söyletmeyip, bir darbe ile atından yıkdıkdan sonra, göğsü
üzerine çıkıp, îmâna da'vet eyledi. O da hemen cân-ı gönülden kabûl
edip,
müslimân oldu. Hattâ bu sultânın bir oğlu Kerbelâda, hazret-i Hüseynin
'radıyallahü teâlâ anh' uğruna mubârek cânını fedâ edip, şehîd
olmuşdur.
Bu zât Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinin
büyüklerindendir ve behâdırlarındandır. Bu hikâyenin tafsîlini [dahâ
genişini]
isteyen (SİYER-İ NEBÎ)ye mürace'at etsin. Orada geniş anlatılmışdır.
Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ 'kerremallahü vecheh'
gâyet fakîr bir hâle geldi. Zîrâ Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretleri (Fakîrlik ile öğünürüm!) buyurdular. O büyük zât, bu
hadîs-i şerîfi Habîbullahdan işitdikden sonra, dünyâya aslâ iltifât
etmedi.
Meselâ, mubârek eline bin altın geçse, bir dânesi ertesi güne kalsın,
demezdi.
O gün hepsini fakîrlere dağıtırdı. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazret-i Alîye 'kerremallahü vecheh' (Sultân-ı
Eshiyâ)
[Cömerdlerin sultânı] buyururlar idi. Bir gün hazret-i Alî,
Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü anhâ' hazretlerine buyurdular ki, yâ
Hayrünnisâ! Yâ Resûlullahın
kızı! Hiç zevcin ve halâlin Alî için yiyecek bir nesne var mıdır? Zîrâ
çok acıkdım. Hazret-i Fâtıma 'radıyallahü teâlâ anhâ' buyurdular ki, yâ
Ebel-Hasen! O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah
yokdur. Şu ânda hiçbir şey yokdur. Lâkin mendil ucunda bağlı, altı akçe
vardır. O akçeleri alıp, pazara varın. Hem kendiniz için bir nesnecik
alın.
Hem Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' meyve istediler. Onlar
için
de bir mikdâr meyve alın. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' o altı
akçeyi
alıp, pazara gitdi. Yolda giderken, bir kimse gördü. Bir müslimânın
eteğine
yapışıp, durmayıp, çekip, gider. Der ki, artık seni bırakmam,
katlanmağa
dermânım kalmamışdır. Yâ hakkımı ver. Yâ gel senin ile mahkemeye
gidelim.
O dertli adam ise, durmadan yalvarır ki, bir kaç gün dahâ lutf edip,
bana
mühlet ver. O kimse de der ki, sabra mecâlim yokdur. Zîrâ benim de çok
sıkıntım, darlığım vardır. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
bunların
çekişmelerini görünce, yanlarına varıp, süâl buyurdular ki, da'vânız
kaç
akçedir. Dediler ki, altı akçedir. Hazret-i Alî kendi kendine dedi ki,
bu müslimânı bu elemden kurtarayım. Nihâyet, hazret-i Fâtımaya bir yol
ile cevâb veririm. O altı akçeyi verip, o müslimânı ızdırâbdan
kurtardı.
Ondan sonra hazret-i Alî bir zemân ne cevâb vereyim diye tefekküre
vardı.
Bir mikdâr zemân üzüldüler. Sonra yine düşündü ki, hazret-i Fâtıma
'radıyallahü
teâlâ anhâ' seyyidetün-nisâdır. Resûlullahın kızıdır. Ne diyecek, dedi.
Eli boş se'âdethânelerine gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Hasen ve
hazret-i
Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' koşarak gelip, zan etdiler ki
babaları
yemiş getirdi. Gördüler ki, boş geldi; bir nesne getirmedi. Ağlamağa
başladılar.
Sonra hazret-i Fâtımaya buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! O altı akçe ile
bir
müslimânı habsden kurtardım. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki, güzel yapdın,
yâ İmâm. Elhamdülillah ki, bir müslimânı bunun gibi elemden kurtardın.
Böyle buyurmakla berâber, mubârek hâtırları bir mikdâr mahzûn olur gibi
oldu. Bizim ihtiyâcımız çok idi. Niçin böyle yapdın diyecek iken, öyle
demeyip, hemen Allahü teâlâ hazretleri bize kâfîdir, dedi. Hazret-i Alî
'radıyallahü teâlâ anh' hazret-i Fâtımanın gamının olduğunu ve iki
şehzâdenin
ağladıklarını görünce; mubârek gönüllerine üzüntü gelip, bu elem ile
dışarı
çıkdı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
huzûrlarına
varıp, cemâl-i şerîflerini müşâhede ederek, bu gamdan kurtulayım
niyyeti
ile gitdi. Zîrâ bir kimsenin yüzbin gamı olsa, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek cemâline nazar eylese [baksa],
bütün gamı ve gussası gitdikden başka, kalbine birçok sürûrlar ve
safâlar
hâsıl olurdu. Onun için hazret-i Alî, Sultânı kâinât 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürmeğe gitdi.
Biraz
gitdikden sonra, yolda bir kişiye rast geldi. Elinde bir besili deve
tutar
idi. Hazret-i Alîye dedi ki, ey yiğit, bu deveyi satarım, alır mısın.
Hazret-i
Alî buyurdu ki, hâzır akçem yokdur. O şahs dedi ki, sana veresiye
veririm.
Hazret-i Alî dedi ki, ne kadara verirsin. Dedi ki, yüz akçeye veririm.
Hazret-i Alî dedi ki, makbûlümdür; alırım. O da râzı olup, öyle olsun
dedi.
Deveyi hazret-i Alîye teslîm eyledi. Hazret-i Alî, deveyi eline alıp,
biraz
gitdikden sonra bir başka şahsa dahâ rast geldi. Dedi ki, yâ Alî, bu
deveyi
satar mısın. Hazret-i Alî, evet satarım dedi. O şahs dedi ki, üç yüz
akçeye
bana verir misin. Hemen vereyim, dedi. Deveyi o şahsa teslîm eyledi. O
şahs da üçyüz akçeyi hazret-i Alîye temâmen verip, deveyi alıp-gitdi.
Hazret-i
Alî de sevinip, doğru pazara gitdi. Yiyecekler ve yemişler alıp,
se'âdethânelerine
vardı. Kapıyı açıp, içeri girdiğinde şehzâdeler sevinip, yemişi ve
ni'metleri
aldılar. Yemeğe başladılar. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü
teâlâ
anhâ', hazret-i Alîye bu akçeyi nereden aldın, diye sordular. Hazret-i
Alî 'kerremallahü vecheh' meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Ondan sonra
yemeği
yiyip, neş'elendiler. Sonra, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
hamd
ve senâ ve şükr etdiler. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu
ki,
yâ Hayrünnisâ! Şimdi ben, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
meclisine gideyim. Se'âdet ile kalkıp, devlethâneden dışarı çıkdı.
Biraz
gitdiği gibi, karşıdan Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
göründü. O sırada Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hazretleri
ile otururken buyurmuşdu ki, (Varayım, Alî ile Fâtımayı göreyim.)
Se'âdet
ile kalkıp, gelirken, hazret-i Alî ile karşılaşıp, tebessüm ederek,
buyurdular
ki, (Yâ Alî! Deveyi kimden satın aldın. Kime satdın.) Hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki, (Allahü teâlâ ve Resûlü bilir.) Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Yâ Alî! Sana deveyi satan Cebrâîl
aleyhisselâm idi. Satın alan İsrâfîl aleyhisselâm idi. O deve Cennet
develerinden
idi. Yâ Alî! Sen o müslimânın sıkıntısını giderdiğin için, Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri dünyâda yerine elli hasene verdi. Âhıretde
vereceğinin
hesâbını Allahü teâlâ hazretlerinden gayri kimse bilmez) 'radıyallahü
teâlâ
anh'.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' Mi'râc-ı şerîfe çıkdıkları zemânda, dördüncü gökde bir aslan
gördü. Diller ile anlatılamaz. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine sordular ki, (Yâ kardeşim
Cebrâîl! Bu aslan nedir.) Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm cevâb verdi,
(Yâ
Resûlallah! Yabancı değildir. Hazret-i Alînin 'kerremallahü vecheh'
rûhâniyyetleridir.
Yâ Habîballah! Mubârek parmağınızdan yüzüğünüzü çıkarıp, ağzına atın,
dedi.
Hazret-i Fâhr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yüzüğü aslanın
üzerine atdığı gibi, tevâzû' ve hürmet ile, yüzüğü ağzı ile aldı. Ondan
sonra Sultân-ı kevneyn Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
mi'râcdan indi. Ertesi gün Eshâb-ı güzîne, mi'râcdan haber verdi.
Dördüncü
gökde müşâhede buyurdukları aslanın vasfını şerh buyurdukları sırada,
hazret-i
Alî 'kerremallahü vecheh' mubârek ağzından yüzüğü çıkarıp, hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' efendimizin huzûr-ı
se'âdetlerine koydular.
Bütün Eshâb-ı güzîn, hazret-i Alînin bu mertebesini ve bu kerâmetini
görünce
hayrân oldular. Ne derece mertebesinin yüksek olduğunu bilip, meyl ve
muhabbetleri
çok fazla oldu 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'.
Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alînin 'radıyallahü anh' şân-ı
şerîflerinde
olan âyet-i kerîmeler beyânındadır.
1' Ba'zı âlimler derler ki, Emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'radıyallahü
anh' mescidde nemâza durmuşdu. Bir dilenci düâ etdi. Bir şey istedi.
Hazret-i
Alî rükû'a varmış idi. Parmağındaki yüzüğü işâret ile o dilenciye
verdi.
Bu iş [amel] Allahü teâlâ hazretlerine makbûl gelip, meâl-i şerîfi
(Ancak
Allahü teâlâ, Resûlü ve mü'minlerden îmân edenler, nemâzlarını
kılanlar,
rükû'da oldukları hâlde sadaka verenler, sizin velînizdir) olan âyet-i
kerîmeyi gönderdi. [Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîme.]
İşâret: (Kıymetsiz, değeri olmıyan birşey kıymetli bir kimsenin vermesi
ile değerli olur.) Kadr gecesi bütün geceler gibi bir gece olmasına
rağmen;
Allahü teâlâ kıymet verdiği için; bin aydan dahâ kıymetli olmuşdur.
Ümmetlerin
iyisi bu ümmetdir ki, onların bir tâ'atları yediyüz olur. O mert
hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh'dır ki, üç dört arpa ekmeği ve yarım
dinârlık
bir gümüş yüzük verdiği için, o mertebelere yükselmişdir.
2' Abbâs ve Talha 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri arasında bir
münâzara vâkı' oldu. Abbâs 'radıyallahü anh' buyurdu ki, hâcılara suyu
ben dağıtdığım için dahâ fazîletliyim. Talha 'radıyallahü anh' buyurdu
ki, Beyt-i şerîfin kilidini ben tutarım. İstersem gece orada kalırım.
Onun
için ben dahâ fazîletliyim. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' buyurdu
ki, siz ne dersiniz! Ben sizden on ay evvel yüzümü bu kıbleye dönmüşüm.
Siz o zemân yokdunuz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, meâl-i şerîfi
(Hâcılara
su vermeği ve Mescid-i harâmı binâ etmeği, îmân etmek ile ve Allah
yolunda
cihâd etmek ile bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir. Allah
zâlimlere
[Resûline düşmanlık edenlere, Allahü teâlâya şirk koşanlara, dalâletde
kalmakda ısrâr edenlere] hidâyet vermez. Derecesi Allah indinde en çok
olanlar, Allaha îmân edenler, hicret edenler ile mallarını ve
nefslerini
Allah yolunda vererek cihâd edenlerdir) olan âyet-i kerîmeleri
gönderdi.
[Tevbe sûresi 19-20.ci âyeti kerîmeleri.]
3' Emîr-ül mü'minîn Alî bin Ebî Tâlib ve Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn
'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hakkında, (Size islâmiyyeti
bildirdiğim
ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım
olanları seviniz!) [Şûrâ sûresi 23.cü âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu.
Katâde 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, (müşrikler bir
cem'iyyetde,
görelim bakalım, Muhammed getirdiği sözler üzerine bir karşılık
istiyecek
mi, dediler.) Bu sözler üzerine Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu
âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Sa'îd bin Cübeyr 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri İbni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' hazretlerinden rivâyet
etmişdir
ki, bu karâbetden [yakınlıkdan], Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri, hazret-i Alî, Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn
'radıyallahü
teâlâ anhüm' hazretlerini irâde etmişdir. Bir kimseye hiçbir hâlde
bunları
düşman tutmak lâyık olmaz.
4' Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Aliyyül mürtedâ 'kerremallahü
vecheh' hazretlerinin pâk dinli olmasını beyân edip, buyurdular ki,
[Hicr
sûresi 47-48.ci âyet-i kerîmelerinde meâlen] (Biz o ehl-i Cennetin
sadrlarından
[gönüllerinden] hıkdı ve hasedi çıkarırız. Onlar birbirlerine kardeş
olarak
serîrleri üzere, dâimâ birbirlerine mukâbildirler. Cennetde onlar,
eziyyet
ve meşakkat mes etmez. Onlar Cennetden hiç ihrâc olunmazlar.)
Âlimlerden
ba'zısı buyurmuşlar ki, bu âyet-i azîme; hazret-i Alî, hazret-i
Mu'âviye,
hazret-i Talha, hazret-i Zübeyr ve hazret-i Âişe-i Sıddîkanın
'radıyallahü
teâlâ anhüm ecma'în' üstünlüklerini bildirmek için nâzil olmuşdur.
5' Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; (Ey mü'minler!
Resûlullaha
münâcât etdiğiniz vaktde, önce sadaka veriniz! Bu sizin için hayrlıdır.
Nefslerinizi şübhe ve mal sevgisinden en iyi temizleyicidir. Eğer
sadaka
verecek birşey bulamazsanız, Allah gafûr ve rahîmdir.) [Mücâdele sûresi
12.ci âyet-i kerîme meâli.] (Münâcât; bir arzûyu gizli olarak
söylemekdir.)
Mücâhid buyurdular ki, hiçbir kimseye, bu âyet-i kerîme ile amel etmek,
ittifak düşmedi. Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib, bu fermân nâzil oldukdan
sonra
ne zemân Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile
münâcât etmek istese idi, bir sadaka verirdi. İbni Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anhümâ' hazretleri se'âdet ile buyurdular ki, Emîr-ül mü'minîn Alî
'kerremallahü
vecheh' hazretlerinde üç nesne var idi ki, onlardan biri bende olaydı,
bana kırmızı tüylü ve siyâh gözlü develerden sevgili olurdu. O
şeylerden
birincisi, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
kendi
kerîmeleri Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerini ona
verdi.
İkincisi, Hayber gününde feth için bayrağı ona verdi. Üçüncüsü, necvî
âyet-i
kerîmesi ile; [(Resûlüme bir şey söyliyeceğiniz zemân, önce sadaka
veriniz!)
âyet-i kerîmesi ile] o amel etdi. Derler ki, Alînin 'radıyallahü teâlâ
anh' bir dinâr altını vardı. Onu on dirheme ayırdı. On dirhemi tasadduk
etdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden on
mes'ele süâl etdi. Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine
nasıl ibâdet edeyim.) Buyurdular ki: (Sıdk ve safâ ile!) Dedi ki: (Yâ
Resûlallah!
Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden ne isteyeyim.) Buyurdular ki,
(Dünyâda
ve âhıretde âfiyet ve magfiret iste.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Benim
üzerime
ne lâzımdır.) Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddesin buyurduğunu
tutmak
ve Resûlünün buyurduğunu tutmak.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ne edeyim
ki,
benim kurtuluşum onda olsun.) Buyurdular ki: (Halâl yi ve doğru söyle!)
Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Râhat ne şeydedir.) Buyurdular ki: (Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin dîdârında.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Fesâd
nedir.)
Buyurdular ki: (Kâfir olmak. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine şirk
koşmak)
Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Vefâ nedir.) Buyurdular ki: (Eşhedü en lâ
ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!)
Nükte: Allahü teâlâ dilediğini azîz, dilediğini zelîl eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Mekkeliler arasında öyle
olmuş idi ki, her kime söz söylese o kimse yüz çevirirdi. [Böylece
Resûlullahı
küçük düşürmek isterler idi.] Kur'ân-ı azîm-üş-şânda [Fussilet sûresi
26.cı
âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Kâfirler, Kur'ân-ı kerîm için, onu
dinlemeyiniz!
Lagv ediniz! [Boş şeylerdir, diyerek bağırınız!]derlerdi) buyuruldu.
Sonra
mertebesini yükselterek (Onun sözünü işitebilmeniz için, önce sadaka
vermeniz
lâzımdır.) buyurdu. Dahâ sonra [Hücurât sûresi dördüncü âyet-i
kerîmesinde
meâlen]; (Ey mü'minler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden dahâ
yükseltmeyiniz!
Onunla konuşurken birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu.
Dahâ sonra Allahü teâlâ, Resûlullahın Mekkede durmasına engel olan
Mekkelilere
karşılık, Onu bir dereceye yükseltdi ki, Cebrâîl aleyhisselâm ve cümle
mukarreb melekler o dereceye ulaşamadı. Onu (Kabe kavseyn) mekâmı ile
şereflendirdi.
(İşâret): Yalan yere yemîn eden; Harem-i şerîfde avlanan, oruclarında
ve nemâzlarında kusûru olanlar, fakîrlere birşey vererek Allahü
teâlânın
rızâsını kazanmağa çalışmalıdır. Bu, fakîrler için ne büyük bir
makâmdır.
6' Allahü tebâreke ve teâlâ [Câsiye sûresi 21.ci âyet-i kerîmesinde
meâlen]: (Dünyâda kötü amel işleyenleri; îmânlı olanlar ve sâlih amel
yapanlar
gibi hayâtda ve öldükden sonra müsâvî kılacağımızı mı zan ediyorlar.
Buna
ne ile hükm ediyorlar!) buyurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Alînin
'kerremallahü
vecheh' şânının şerefi için nâzil olmuşdur ki, îmânı doğru idi. Bütün
işleri
lâyık ve beğenilmiş ve riyâsız, yakışır idi. Müşrikler ise ona derlerdi
ki, (Dedikleriniz doğru çıksa bile, Allahü teâlâ bizi, dünyâda olduğu
gibi
yine sizden üstün kılar.)
7' Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Ahzâb sûresi 33.cü âyet-i
kerîmesinde
meâlen; (Ey Habîbimin Ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhsız
olmanızı
istiyor.) buyurdu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
ehl-i beyti, ervâh-ı tâhirât ve yakınları ve aşîreti, Alî ve Fâtıma ve
Hasen ve Hüseyndir 'radıyallahü teâlâ anhüm'.
Yirmibeşinci Menâkıb: Alî 'radıyallahü anh' hazretlerinin üstünlükleri
hakkında söylenen haberler beyânındadır.
1' Sa'îd bin Cübeyr, Abdüllah ibni Abbâsdan 'radıyallahü teâlâ anhüm'
rivâyet eder. İbni Abbâs 'radıyallahü anh' der ki, meâli şerîfi, (Ey
Resûlüm!
Sen insanları korkutucusun! Her kavme doğru yolu gösterici birisi
vardır.)
olan, Ra'd sûresi yedinci âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Korkutucu benim. Alî yol
göstericidir.
Yâ Alî! Senin ile gidenler, doğru yolda gidenlerdir.)
2' Rebi'atebni Nâcid, Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden
rivâyet eder. Buyurdular ki, Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' beni çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Îsâ bin Meryem
aleyhisselâm'
gibisin. Yehûdî ona buğz etdi. Hattâ vâlidesi Meryem hazretlerine, hâşâ
sümme hâşâ bühtân etdiler. Nasârâ ona muhabbet etdiler. Hattâ onu bir
makâma
çıkardılar ki, onun makâmı değil idi.) Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdular
ki: Çok kimseler benim yüzümden helâk olurlar. Ba'zısı beni ifrâtla
severler.
Diğer Sahâbe-i güzîne buğz ederler. Ben onları sevmem. Ba'zısı bana
buğz
ederler. Diğer Sahâbeleri severler. Bu iki tâife de Cehennem ehlidir.
Ben
Nebî değilim. Bana vahy nâzil olmaz. Lâkin, kudretim olduğu kadar Kitâb
ile amel ederim. Allahü teâlânın tâ'atında ben ne emr edersem, size
vâcibdir.
İsteseniz de istemeseniz de yapmanız lâzımdır. Ma'siyyetde bana itâ'at
etmeyiniz. Zîrâ bana itâ'at iyilikdedir.
3' Kays bin Hâris rivâyet eder: Bir kişi Mu'âviye bin Ebî Süfyândan
'radıyallahü anhüm' bir mes'ele süâl etdi. Mu'âviye 'radıyallahü teâlâ
anh' dedi ki; Var [git] hazret-i Alîden süâl et ki, o benden iyi bilir.
O kişi dedi ki, ben bu mes'elede senin cevâbını isterim. Senin
vereceğin
cevâbı Alînin cevâbından çok severim. Mu'âviye 'radıyallahü teâlâ anh'
dedi ki: Sen yalan söyledin. Sen kötü kişisin. Muhakkak sen, Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin ilmde mu'azzez ve
mükerrem
tutduğu kimseden ikrâh etdin. Buyurdu ki: (Yâ Alî, Sen benim yanımda,
Hârûnun
Mûsâ 'aleyhimesselâm' yanında olduğu gibisin. Benden sonra Peygamber
gelmez.)
Çok gördüm ki, Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' onun ile meşveret ederdi.
Eğer
bir mes'elede müşkili olsa idi, Alî burada mıdır, der idi. Mu'âviye
'radıyallahü
anh' o kişiye dedi ki, kalk, Allahü tebâreke ve teâlâ ayaklarına kuvvet
vermesin. O kişinin adını kendi divânından sildi.
4' Sa'd bin Ebî Vakkâs 'radıyallahü anh' buyurdu ki, bir vakt Mu'âviye
'radıyallahü anh' bir hâcetinden dolayı benim yanıma gelmiş idi. Alîden
'radıyallahü anh' bahs etdi. Ben dedim, üç haslet Alî de vardır ki,
eğer
o üçden birisi bende olsaydı, bana dünyâdan ve içindekilerden sevgili
gelirdi.
İşitdim ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdu,
(Her kim ki ben onun velîsiyim. Alî de onun velîsidir.) [Beni seven
Alîyi
de sever.] Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
işitdim ki, Hayber günü buyurdu: (Yarın ben bayrağı bir kimseye vereyim
ki, Allahü teâlâ ve Resûlü onu severler. Ve o da Allahı ve Resûlünü
sever.)
Alemi [bayrağı, sancağı] Alîye verdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinden işitdim ki, buyurdu: (Yâ Alî! Sen benimle;
Hârûnun
Mûsâ 'aleyhimesselâm' ile olduğu gibisin.)
5' Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular ki:
(O beni mi'râca iletdikleri gece, göklerde hicâblardan geçdim.
Hicâbların
arasından bir nidâ edici nidâ etdi ki, (Yâ Muhammed! Senin baban
İbrâhîm
ne güzel babadır. Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir. Ona hayr ile
vasıyyet
eyle.) Hasen-i Basrî, Enes bin Mâlikden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
eyler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdu
ki: (Üç kimse vardır ki, Cennet onlara müştakdır. Alî bin Ebî Tâlib,
Ammâr
bin Yâser, Selmân-ı Fârisî 'radıyallahü teâlâ anhüm'.
6' Sa'd bin Ebî Vakkâs 'radıyallahü anh' buyurdu ki: Bir gün hazret-i
Mu'âviye bana dedi ki, Alîyi sever misin. Ben onu nice sevmiyeyim ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri hazret-i
Alîye buyurdu ki:
(Yâ Alî! Sen bana, Hârûnun Mûsâya 'aleyhimesselâm' yakınlığı gibisin!)
Bedr gününde onu gördüm. Muhârebeden dışarıya geldi. Karnından bir ses
gelir ve bir beyt okurdu. O cengden, kılıncı küffâr kanı ile
boyanmayınca
dönmedi.
7' Âmileyn Şerhabîl Şâbî der ki; Alî Mürtedâ 'kerremallahü vecheh'
hazretleri, Cemel vak'ası günü, Zeyd bin Serhânı gördü. Zeyd düşmüş,
kan
içinde yuvarlanır. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' başı yanında
durdu.
Buyurdu ki: Yâ Zeyd! Allahü teâlâ hazretleri sana rahmet etsin. Ben
seni
güvenilir [emânete sâhib çıkıcı] ve iyi işli bilirdim. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri sana Cennet ile müjde vermişdir.
Zeyd,
kan arasından elini kaldırıp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Sana da
müjde
olsun Cennet ile ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
müjde
vermişdir. Bu cengde senin ile bulunmadım ki, ceng edeyim ve safları
birbirine
vurayım ve hasmları helâk edeyim. Fekat bunları halka riyâ ve süm'adan
(riyâkârlık) ötürü veyâ dünyâ tamâ'ından ötürü yapmıyayım. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, buyurdu ki: (İmâm-ı Alî
iyilerdendir.
Bâgîleri [isyân edenleri] öldürür. Ona yardım eden iyi şeylere kavuşur.
Ona yardım etmiyen iyi şeylerden uzak kalır, mahrûm kalır.) Bunu
işitdim,
sevdim ki, gazâlarda senin ile olayım. Senin dostlarından [yârlarından]
olayım. Bunları dedi ve rûhunu teslîm etdi 'radıyallahü teâlâ anh'.
8' Amr bin el Cûmî rivâyet eder. Ben Resûlullahın 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' huzûrunda oturmuş idim. Buyurdu ki, (Yâ Amr!)
(Lebbeyk
yâ Resûlallah!) dedim. Buyurdu; (İster misin ki, Cennetin direğini sana
göstereyim.) Dedim, isterim yâ Resûlallah! O sırada Alî bin Ebî Tâlib
'radıyallahü
teâlâ anh' oradan geçdi. Buyurdu: (Bu kişi ve bunun ehli Cennetin
direğidirler.)
Yine Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü anhümâ' hazretlerinin rivâyeti ile
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
(Alî
bedende baş menzilesindedir.)
9' Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki: (Beni mi'râca
iletdikleri
o gecede, Cebrâîl aleyhisselâm benim elimi tutdu. Beni Cennet
derecelerinden
bir müzeyyen derecede oturtdu. Orada bir ayva benim önüme koydu. Ben
aldım,
kokladım. Elimde döndürürken, iki bölük oldu. Bir hûrî ondan dışarı
geldi
ki, ondan güzel hûrî görmedim.) Dedi ki: (Esselâmü aleyke yâ Muhammed!)
Ben cevâb verdim ve dedim, (Sen kimsin). Benim ismim (Râdiyye-i
Merdıyye)dir.
Allahü teâlâ hazretleri, beni üç şeyden yaratmışdır. Yukarı kısmımı
anberden,
orta kısmımı kâfurdan, aşağı kısmımı miskden. Beni âb-ı hayât ile
yoğurdu.
Ondan sonra, Hüdâvend-i Cebbâr ve Hâlık-i perverdigâr bana (Ol!) dedi;
oldum. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri beni, kardeşin hazret-i Alî
ibni Ebî Tâlib için 'radıyallahü anh' yaratmışdır. Ebû Zer-i Gıfârî
'radıyallahü
teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdu ki: (Her kim benden ayrıldı. Allahü teâlâdan
ayrıldı.
Yâ Alî! Her kim senden ayrıldı. Benden ayrıldı.) Hazret-i Enes bin
Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Server-i kâinât 'aleyhi
efdalüs salevât'
hazretleri buyurdular ki: (Alî bin Ebî Tâlibi zikr etmek [anmak]
ibâdetdir.)
Hazret-i Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', ([Allahü teâlâ] Cennet kapısı
üzerine,
(Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah Aliyyün Nâsır-ü Resûlillah)
yazmışdır!)
buyurmuşdur. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri gökleri ve yerleri
halk
etmeden ikibin sene önce yazmışdır.
10' Abdüllah bin Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurur:
Habîb-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
huzûrunda
idim. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' hakkında süâl olundukda,
(Hikmeti
on cüze taksîm etdiler. Dokuz cüzünü Alî bin Ebî Tâlibe verdiler. Bir
cüzünü
sâir (diğer) insanlara verdiler!) buyurdular.
11' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri
bildiriyor.
Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bir gün
dışarı
çıkdı. Alînin elini kendi mubârek eli ile tutduğu hâlde, buyurdu ki:
(Âgâh
olun [uyanık olun]. Her kim, buna buğz eder. Muhakkak Allahü teâlâ
hazretlerine
ve Resûlüne buğz etmiş olur. Her kim buna muhabbet eder. Muhakkak
Allahü
teâlâ hazretlerine ve Resûlüne muhabbet etmiş olur.)
12' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
(Her kim hilmde
İbrâhîm aleyhisselâma, hikmetde Nûh aleyhissalâtü vesselâma, çekdiği
sıkıntılarda
Yûsüf aleyhisselâma bakmak isterse; Alî bin Ebî Tâlibe baksın.) Enes
bin
Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde oturmuş
idik.
O sırada hazret-i Alî 'kerremallahü teâlâ vecheh' geldi. Meclisin
ardında
oturdu. Resûlullah hazretleri onu çağırdı. Hattâ önüne oturdu. Buyurdu
ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seni dört haslet ile
benim
üzerime mükerrem ve müfeddâl [sâirlerinden ziyâde meziyyetli] kıldı.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hemen dizleri üzerine gelip, başını toprağa
koyup,
dedi ki, babam, anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Kölenin efendi
üzerine
fadlı olur mu? Buyurdular ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
bir kula ikrâm etmek isterse, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği
ve bir beşerin hâtırına gelmiyen şeyi verir!) Enes 'radıyallahü teâlâ
anh'
dedi ki, biz dedik, yâ Resûlallah! Bize onu beyân buyur, bilelim.
Buyurdular
ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, ona Fâtıma gibi bir zevce
nasîb
etdi. Ben nasîb olunmadım. Hasen ve Hüseyn gibi oğullar nasîb etdi. Ben
nasîb olunmadım. Bir kayın ata ona nasîb olundu. Bana olunmadı.)
13' Sa'îd bin Cübeyr, Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhüm'
hazretlerinin elini tutup, gidiyordu. Zemzem kuyusuna geldiler. Orada
ise
bir kavm oturmuşdu. Hazret-i Alîye 'kerremallahü vecheh' şetm
ederlerdi.
[Ya'nî onu kötülüyorlardı.] İbni Abbâs hazretleri buyurdu ki, beni
dönderin.
Onlardan yana geri döndürdüler. [Onların yanına vardılar.] Varıp, orada
durdu ve buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve Resûlüne
yaramaz sözler söyliyen kimdir. Dediler ki: Bizim aramızda kimse Allahü
teâlâ hazretlerine yaramaz söylemez. Ve bizim aramızda hazret-i Resûle
hiç kimse yaramaz söylemez. Buyurdu ki, Alî bin Ebî Tâlibe yaramaz
söyleyen
ve şetm eden, var mıdır. Dediler, evet vardır. Buyurdu ki: İşitin, ben
şehâdet ederim ki, bu kulağım ile işitdim; Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden, buyurdu ki: (Her kim Alîye seb' eder,
muhakkak bana seb' ederler. Her kim bana seb' eder, muhakkak Allahü
teâlâ
ve tekaddes hazretlerine seb' eder. Her kim Allahü teâlâ hazretlerine
seb'
eder, Allahü teâlâ ve tekaddes anı yüz üzerine Cehenneme atar.)
14' Atıyye-tül Ufî der ki: Câbir bin Abdüllahın 'radıyallahü teâlâ
anh' huzûruna geldik. Pîr olmuş [ihtiyârlamış] ve kaşları gözlerini
örtmüş
idi. Ona, Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin muhabbetinden
sorduk.
Başını kaldırıp, şöyle söyledi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin zemân-ı şerîflerinde bir kimsenin münâfık
olduğunu
Alîye buğz etmesi ve düşman tutması ile anlardık.
15' Şa'bî 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' Alî 'kerremallahü vecheh' hazretlerini gördü ve buyurdu ki:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûrunda,
makâm cihetinden en üstününe ve yakınlık cihetinden en yakınına ve
kana'at
cihetiyle agniyâsına [zenginine] bakarak mesrûr olmak isteyen, Alî bin
Ebî Tâlib hazretlerine 'radıyallahü teâlâ anh' baksın.
16' Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' buyurdular ki, yâ
Resûlallah!
Senden sonra halkın hayrlısı kimdir, dedim. Buyurdular ki: (Ebû Bekr-i
Sıddîkdır.) Dedim, ondan sonra, buyurdular ki: (Ömerdir). Ondan sonra
kimdir.
Buyurdular ki: (Osmândır.)
Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhâ' dedi ki, (Yâ Resûlallah!
Alî hakkında hiçbir nesne söylemediniz.) Buyurdular ki: (Yâ cânım
kızım!
Alî benim nefsim demekdir. Hiç kimse gördün mü ki, kendini beğensin
veyâ
kendi hakkında bir şey söylesin!)
17' Zeynel'âbidîn Alî bin Hüseyn, ceddi Alî bin Ebî Tâlibden rivâyet
eder. Alî 'kerremallahü vecheh' hazretleri buyurdu ki, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bana, ilmden bin bâb ta'lîm etdi.
Her
bâbdan da bin şeklini ta'lîm etdi [öğretdi].
18' Abdüllah el-Kindî rivâyet eder. Mu'âviye bin Ebî Süfyân hac yapdı
ve geldi. Cemâ'at ortasında oturdu. Abdüllah bin Abbâs ve Abdüllah bin
Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinin huzûrlarında Mu'âviye
'radıyallahü
teâlâ anh' elini, Abdüllah bin Abbâsın 'radıyallahü teâlâ anhümâ' dizi
üzerine koyup, dedi ki, ben Senin amca oğlundan hilâfete dahâ lâyıkım.
Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri buyurdu;
niçin.
Dedi ki, ondan dolayı ki, ben o halîfenin amcazâdesiyim ki, onu zulm
ile
katl etdiler. Ya'nî o Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleridir.
Abdüllah dedi ki: O hilâfete senden şu sebeb ile dahâ lâyıkdır ki, Alî
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin yakınlığı senin amcazâden
yakınlığından
ileridir. Hazret-i Mu'âviye bunu işitdi ve susdu. Yüzünü Sa'd bin Ebî
Vakkâs 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine döndürdü. Dedi ki: yâ Sa'd!
Sen hakkı
bâtıldan ayırmaz mısın! Bizim lehimize veyâ aleyhimize olur musun. Sa'd
dedi ki: Zulmet yeri kapladığı vakt, sabr edemem. Tâ âlem rûşen olsun,
gideyim. Hazret-i Mu'âviye dedi, vallahi ben Kur'ân-ı azîm-üş-şânı
okudum.
Onda bir şey bulmadım. Sa'd dedi: Sen bu sözü kabûl eder misin. Ben
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden işitdim,
Alî bin Ebî
Tâlibe buyurdu ki: (Yâ Alî Sen hak ilesin. Hak senin iledir.) Hazret-i
Mu'âviye dedi ki: Bir kimse getir ki, bunu senin ile işitmiş olsun.
Sa'd
dedi ki: Ümmü Seleme işitmişdir. Râvî der ki; hazret-i Mu'âviye ve o
cemâ'at
cümlesi kalkıp, Ümmü Selemenin 'radıyallahü teâlâ anhâ' huzûrlarına
vardılar.
Dediler ki: Yâ Ümmül mü'minîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinden sizin rivâyetiniz ile Sa'd bir hadîs-i şerîf söyler.
Ümmü
Seleme dedi, ne söyler. Der ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri Alîye (Sen hak ilesin, hak senin iledir,)
buyurmuşdur.
Ümm-ü Seleme hazretleri, doğru söyler. Ben kendi evimde, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden işitdim buyurdu. Hazret-i
Mu'âviye
yüzünü döndürüp, hazret-i Sa'd ve sâir Eshâb-ı güzîn hazretlerine
bakıp,
onlardan özr dileyip, eğer ben bu hadîs-i şerîfi önceden işitmiş
olaydım,
dâimâ, Alî bin Ebî Tâlibin hâdimi olurdum, buyurdu.
19' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet etdi. Habîb-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki:
(Ben
ilmin terâzîsiyim. Alî o terâzînin kefeleridir. Hazret-i Hasen ve
Hüseyn
ipleridir. Fâtıma alâkasıdır [kefelerin asıldığı demiridir] ve benden
sonra
imâmlar o terâzinin amûdîdir [düşey demiridir]. O terâzî ile bizim
dostlarımızın
amelini tartarlar.) Hazret-i Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh'
rivâyet
eder. Hazret-i Habîb-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
efendimiz
buyurdular ki: (Ben ilmin şehriyim. Alî o şehrin kapısıdır. O kapının
halkası
Mu'âviyedir.)
20' Hazret-i Mu'âz bin Cebel 'radıyallahü anh' rivâyet etmişdir.
Habîb-i
Hudâ Resûl-i Müctebâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bir kavmi günâhlarından pâk eder, saçları
temâmen dökülen kimseler gibi ki, bu kavmin evveli Alî bin Ebî
Tâlibdir.)
21' Hazret-i Aliyyül Mürtedâ 'kerremallahü vecheh' rivâyet eder.
Hazret-i
Habîb-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem' efendimiz buyurdular ki:
Hazret-i
Mûsâ bin İmrân 'salavâtullahi aleyhi ve alâ nebiyyinâ' Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinden istedi ve dedi, yâ Rabbî! Benim kardeşim Hârûn
vefât etdi. Sen onu afv et. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri vahy
etdi
ki, yâ Mûsâ! Eğer, önce ve sonra gelenlerin afvını benden isteseydin
kabûl
ederdim. Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibin kâtilini, ya'nî Onu şehîd edeni
afv etmiyeceğim.
Yine hazret-i Alî 'kerremallahü teâlâ vecheh' rivâyet eder. Habîb-i
ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: Mûsâ bin
İmrân 'aleyhisselâm' Rabbinden istedi ki, Hüseyn bin Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerinin rûhunu ziyâret etsin Onun ziyâretine yetmişbin melek
ile geldi. Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder.
Resûl-i kâinât, aleyhi efdalüssalevât hazretleri buyurdular ki: (Hak
teâlâ
hazretleri benî İsrâîlden nebîlerine sûi'zânları ve buğzları sebebi ile
yağmuru men' buyurdu. Bu ümmetden Alî bin Ebî Tâlibe adâvet etdikleri
için
de yağmuru men' eder.)
22' Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Habîb-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki: (Alî
bin
Ebî Tâlibin bu ümmet üzerine hakkı, babanın oğlu üzerine hakkı
gibidir.)
23' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Hazret-i
Alî ibni Ebî Tâlibin muhabbeti, günâhları yir, mahv eder. Nasıl ki ateş
odunu yiyip mahv etdiği gibi.)
24' Mu'az bin Cebel 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki: (Alî bin Ebî
Tâlibin sevgisi, bir hasenedir ki, ya'nî bir tâ'atdır ki, hiç bir
seyyie,
ya'nî hiçbir ma'siyyet onunla zarar veremez. Buğz ve adâveti bir
seyyiedir
ki, hiçbir hasene onunla fâide veremez.) Selmân-ı Fârisî 'radıyallahü
teâlâ
anh' rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Benim sırrımın sâhibi Alî bin Ebî Tâlibdir 'radıyallahü
teâlâ anh'.)
25' Abdüllah bin Ca'fer 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Benim, Alî
aslımdır. Ve Ca'fer fer'imdir. Yâhud Ca'fer aslımdır; Alî fer'imdir)
'radıyallahü
teâlâ anhümâ'.
26' Ümm-i Seleme 'radıyallahü anhâ' rivâyet eder. Habîb-i ekrem
'aleyhissalâtü
vesselâm' buyurdular ki, (Alî ve onun gürûhu [fırkası] kıyâmet gününde
necât buluculardır [kurtulanlardır].)
27' Ebû Zer-i Gıfârî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder.
Peygamberimiz 'aleyhissalâtü vesselâm' hazretleri buyurdu ki: (Alî
benim ilmimin kapısıdır.
Âşikâre edicidir, bildirmem lâzım gelen şeyleri ümmetime açıklayıcıdır.
Benden sonra, onu sevmek îmândandır. Ona buğz etmek nifâkdandır. Ona
nazar
etmek [bakmak] rahmetdendir. Onun muhabbeti ibâdetdir.)
28' Ümm-ü Seleme 'radıyallahü teâlâ anhâ' rivâyet eder. Habîb-i ekrem
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki, (Kur'ân-ı
azîm-üş-şân Alî iledir. Alî Kur'ân-ı azîm-üş-şân iledir.) Ya'nî
hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' her zemân Kur'ân-ı azîm-üş-şânın hükmü ve
emri
iledir. Kur'ân-ı kerîm de onun imâmı ve yol göstericisidir.
29' Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Patlıcan yiyiniz ki,
o bir ağaçdır. Ben onu Cennet-ül Me'vâda gördüm. Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretlerinin vahdâniyyetine ve Benim Peygamberliğime ve Alînin
velîliğine
şehâdet etdi. Her kim patlıcanı, zarar niyyeti ile yirse, zarar olur.
Eğer
şifâ niyyeti ile yirse, şifâ olur.)
30' Huzeyfe tebni Yemân 'radıyallahü anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: Eğer
halk,
Alîye emîr-ül mü'minin ismi ne zemân verildiğini bilseler idi, Alînin
fazîletini
inkâr etmezlerdi. Hâlbuki Âdem aleyhissalâtü vesselâm rûh ile beden
arasında
idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: Ben sizin
Rabbinizim,
Muhammed Nebînizdir. O zemân Alîye 'radıyallahü teâlâ anh' emîr-ül
mü'minîn
denildi.
31' Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Eğer
gökleri
ve yerleri terâzînin bir kefesine koysalar, Alînin îmânını diğer
kefesine
koysalar, Alînin îmânı ağır gelir.)
32' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Eğer cümle
halk Alî bin Ebî Tâlibin muhabbeti üzerine birleşseler idi, Allahü
teâlâ
ve tekaddes Cehennemi yaratmazdı.)
33' (Eğer Alî yaratılmasa idi, dünyâda Fâtımaya münâsib kimse bulunmaz
idi) buyuruldu.
34' Mu'âviye bin Hîdet 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Kalbinde
Alî bin Ebî Tâlibin buğzu olduğu hâlde ölen kimse, ister yehûdî olsun,
ister nasârâ olsun, fark etmez.)
35' Mu'âz bin Cebel 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Alînin 'radıyallahü
anh' yüzüne nazar etmek [bakmak] ibâdetdir.)
36' Ebû Berze-tel Eslemî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Allahü tebâreke
ve teâlâ bana husûsî bir ahd verdi. Bana nice kerre buyurdu ki, bu
husûsî
ahdimi kabûl etdin mi. Ben dedim, evet yâ Rabbî bu ahdi kabûl etdim.)
Ebû
Berze-i Eslemî der ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu
ki, (Dedim, yâ Rabbil'âlemîn! Bu ahdini ki benim ile etdin. Ve ben o
ahdi
senden kabûl etdim. Bana söyle o ahd nedir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ
bana
vâsıtasız olarak buyurdu ki, o ahd odur ki, sen bilesin, benden cümle
halka
diyesin ki, Alî hidâyeti göstericidir, doğru yolun işâretidir.
Mutî'lerin
ve muvahhidlerin gözlerinin nûrudur. Müslimân ve mü'minlerin
serverleridir.
Ben bütün kullarıma benim birliğimi ve tevhîdimi lâzım kılmışım. Bütün
ümmetine senin risâletini tasdîk etmelerini lâzım kılmışım. Bütün
mü'minlere
Alînin muhabbetini ve meveddetini [sevmeği] lâzım kılmışım. Her kim
Alîyi
dost tutar, Allahü teâlâyı [beni] ve Muhammedi [seni] dost tutmuş olur.
Muhakkak ki o kimse hakîkî dost olur. Alîyi sevmiyen de hakîkî düşmân
olur.)
(İşâret): Zühd ve vefâ ehli Alîdir. Sıdk ve safâ ehli Alîdir. Cömert
ve sehâ ehli Alîdir. Rıfk ve rızâ ehli Alîdir. Mahrem-i ravda-i asfiyâ
Alîdir. Mefhâr-ı fadl-ı a'lâ Alîdir. Mahrem-i fadl-ı nu'mâ Alîdir.
Kendi
zemân-ı şerîfinde Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin mahlûkunun
kıdvesidir.
Semere-i şecere-i dîn-i Hudâ-i teâlâ Alîdir. Müstevci'bu fedâil ve
tefâdul
ve meâsir Alîdir. Alî Mürtedâ 'kerremallahü teâlâ vecheh' hazretinin
mubârek
gönlü, kâfirler ve mülhidler ve hâricîler üzerine, Cehennem Mâlikinin
Cehennem
ehli üzerine gönlünden şiddetli katı idi. Mubârek gönlü, dervişler ve
yetîmler
ve Cennet ehli üzerine, Cennet Rıdvânının gönlünden dahâ yumuşak idi.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri behâdırlıkda, aslancasına
mertlikde,
kâfirlere ve mülhidlere çok şiddetli zehrden acı idi. Civânmertlikde,
dervişlere
bal ve şekerden tatlı idi. Her vakt ki, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' hâmiyyet (iyilik severlik) ve siyâsete gideydi, Cehennemin sam
yeli
ve zakkûmu pişer ve ölürdü. Her vakt ki şefkat ve kerâmetde gideydi,
Cennetin
Na'îm nesimi pişer ve ölürdü. Her vakt ki Alî 'kerremallahü teâlâ
vecheh'
Zülfikârı elinde tutar idi, kâfirlerin ve mülhidlerin ve ehl-i
hevâların
cânları tenlerinde muzdarib olurdu. Her vakt ki akçe keselerini eline
alıp,
açdığı zemân, fakîrlerin ve yetîmlerin cânları tenlerinde sâkin olurdu.
Yirmialtıncı Menâkıb: Rüknül-islâm Ahmed Cürcânî 'rahimehullahü teâlâ'
rivâyet eder. Yüzden fazla Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'
hazretlerinin rivâyeti ile işitdim ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' buyurdular: (Alînin bir kerre Amr bin Abdûdün karşısına
çıkması,
ümmetimin kıyâmete dek ibâdetinden hayrlıdır.) Amr bin Abdûd arabî idi,
Kureyşî idi. Mudar bin Nizâr evlâdından idi. Fekat Âd kavminin
kuvvetinde
idi. Ömründe hiçbir cengden yenilerek dönmemiş idi. Yalnız Bedr
cenginde
yaralanıp düşmüş idi. Yarası iyi oldu. Tekrâr Hendek cengine geldi.
Onun
gelmesinden müslimânlara korku hâsıl oldu. O vâkı'ada yirmibir gün ok
ve
kılınç ile ve mızrak ile ve taş ile ceng oldu. Yirmiikinci gününde ceng
ve cidâl iyice şiddetlendi. Amr bin Abdûd, Hendek kenârına gelip,
meydâna
er istedi. Müslimânlardan karşılık veren olmadı. Bir dahâ istedi. Kimse
varmadı. Yedi kerre da'vet etdi. Yedincide, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' efendimiz hazretleri, Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerini
çağırdı ve huzûrlarına oturtdu. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim atıma bin.
Zülfikârı
al. Amr bin Abdûdün önüne mertçe var. Onun uzun boylu oluşundan ve
heybetinden
üzülüp, endîşe etme ki, ben Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes
hazretlerinden,
düâ ederim ki, sana nusret edip ve senin elin ile müslimânlardan şerîri
def' eder.) Alî 'radıyallahü teâlâ anh' düldüle binip, Zülfikârı
kuşandı.
O aslan ki, avını gözleyip, gider gibi, Amr bin Abdûdün önüne vardı.
Birbirini
gördüler. Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: Yâ Amr,
işitdim
ki, sen Kâ'be karşısında ahd etmişsin ki, Kureyşden bir kimse senden
iki
hâcet istedikde, o isteklerden birini yerine getirecekmişsin. Evet yâ
Alî.
Ben bu ahdi etdim. Hazret-i Alî buyurdu: Yâ Amr! Şimdi sen bilirsin ki,
ben Kureyşdenim. Senden iki hâcet isterim. Eğer ikisini de kabûl etmez
isen, bâri birisini kabûl et! Evvelâ senden isterim ki bu sâatde Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretlerinin vahdâniyyetini ve Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin risâletini ikrâr edesin. Dedi ki;
Bunu kabûl etmem. Başka ne istersin. Buyurdu ki: Onu isterim ki, bu
sâatde
bu iki kuvveti birbirine koyasın, sen Mekke-i Mükerremeye dönesin. Bunu
kabûl etdim. Ammâ, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmânın başlarını keserim.
Hazret-i
Alî 'radıyallahü anh' buyurdu ki, Ey sefîh! Benim başımı kesmeyince
onların
başını nasıl kesersin. Ey Alî, sen gençsin. Henüz dünyâyı görmemişsin.
İstemem ki, senin başını keseyim. Hazret-i Murtedâ buyurdu ki: Ben
isterim
ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin tevfîki ile, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin düâsı ile senin başını keseyim.
Bu
sözden Amr harâretlendi. Hemen atından inip, atını bırakdı. Hazret-i
Alîye
doğru yürüdü. Hazret-i Alî de 'kerremallahü vecheh' atından inip, yaya
oldu. Birbirine hamle edip, dolaşdılar. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
fırsatı bulup ceng arasında Zülfikârı ile bir darbe vurup, uyluğunu
dibinden
ayırıp, düşürdü. Hazret-i Alî, Amrın bacağını teninden ayırıp, yüzünü
ondan
döndürüp, uzaklaşırken, Amr, kendi kesilmiş bacağını eline alıp,
hazret-i
Alînin ardınca atdı. Öyle bir atdı ki, eğer hazret-i Alî, onun önünden
sapmasa idi, o ayak parçası ile helâk olurdu. Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ anh' tekrâr dönüp, Amr bin Abdüdün başını kesdi. O sırada
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' efendimiz hazretleri
tekbîr alıp, buyurdu
ki; (Alînin Amr bin Abdûd ile bir kerre karşılaşması, ümmetimin
kıyâmete
kadar olan ibâdetlerinden hayrlıdır.)
Yirmiyedinci Menâkıb: Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin, hazret-i Alîye 'radıyallahü
teâlâ
anh' vasıyyetleri beyânındadır.
1' Alî bin Ebî Tâlib 'kerremallahü vecheh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî!
Sana beş yüz koyun vermemi mi, yoksa dînin ve dünyân kurtuluşuna sebeb
olacak beş kelime ta'lîm etmemi mi sevgili tutarsın!) Ben dedim;
kelimeleri
isterim. Bir düâ öğretdiler. (Allahım! Benim günâhımı afv eyle! Hulkumü
geniş eyle! Kesbimi [kazancımı] temiz kıl. Bana nasîb etdiğin şey'e
kana'at
edici eyle. Beğenmediğin şeye nefsimi meyl etdirme.) Sonra Resûlullah
buyurdu
ki: (Yâ Alî! Sonu üzüntü ve ağlamak olmıyan hiçbir sevinç ve neş'e
yokdur.)
2' Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eyler ki, Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular: (Yâ Alî! Sen
Kâ'be menzilesindesin! Bütün herkes Kâ'beye varır. Kâ'be hiçbir yere
varmaz.
Eğer bir kavm sana gelip, bu hilâfet emrini sana teslîm ederlerse,
onlardan
kabûl eyle! Eğer gelmezler ise, sen onlara varma.)
3' Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eyledi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
(Yâ Alî! Sen
ehl-i Cennetsin. Yakın zemânda bir kavm gelir ki, onların lakabları
olur.
Onlara râfizî derler. Eğer sen onlara yetişirsen onları öldür ki,
müşriklerdir.
Ne Cum'a bilirler, ne cemâ'at bilirler! Ebû Bekr ve Ömeri seb' ederler
[kötülerler].)
4' Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
(Yâ
Alî! Süâl etdim Allahü teâlâ hazretlerinden ki, seni hilâfetde öne
alsın.
Üç kerre istedim. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl etmedi. Ebû Bekri öne
aldı.)
5' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri rivâyet
eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu
ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Fâtımayı sana tezvîc
etdi.
Ve ona yeri sıdâk [yeryüzünü mehr] kıldı. Her kim yeryüzünde sana buğz
edici olduğu hâlde yürürse, bu yürümesi harâmdır.)
6' Ammâr bin Yâser 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü teâlâ
hazretleri
seni bir zînet ile zînetlendirdi ki, dünyâyı terk etmek olan ve
kendisine
sevgili olan zühd ile zînetledi. Öyle takdîr etdi ki dünyâdan birşeye
nâil
olmıyasın!)
7' Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalnız Rabbinden ümîd
edici
ol! Günâhından başka birşeyden korkma! Birşey sorduklarında bilmez
isen,
Allahü teâlâ bilir demekden ar etme.)
8' Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî!
Cimri ve bahîl olma. Yüzünü güler tuta [güleryüzlü ola]sın. Kerîm ve
ikrâm
edici olasın ki, mü'min yumuşak yüzlü ve cömert olur. Münâfık kaba ve
cimri
olur. Benim ümmetimin cömertlerinin günâhları, güneşde buzun eridiği
gibi
erir.)
9' Ebû Mûsâ 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Ben kendim
için
râzı olduğum şeylere, senin için de râzı olurum. Kendim için kerîh
gördüğüm
nesneyi, senin için de kerîh görürüm. Kur'ân-ı azîm-üş-şânı cünüb
olduğun
hâlde okuma. Rükû' ve secdede Kur'ân-ı kerîmi okumıyasın. Saçlarını
başın
üstünde topladığın hâlde nemâz kılmıyasın.)
10' Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Gayretli ol
ki, Allahü teâlâ gayretli olanı sever. Sahî [cömert] ol ki, Allahü
teâlâ
sahî [cömert] olanı sever. Cesâretli ol ki, Allahü teâlâ ve tekaddes
şecâ'ati
sever. Eğer bir kimse senden bir hâcet istese, onun hâcetini bitir.
Eğer
o kimse o hâcete lâyık değil ise, sen hâcet bitirmeğe lâyıksın!)
11' Alî 'kerremallahü teâlâ vecheh' hazretleri rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî!
İnsanlar, Allahü teâlâ hazretlerine yaklaşıyoruz diye
çalışıp-kazandıkları
zemân, sen akl kesb eyle, tâ onlara sebkat edesin [onlardan ileri
geçesin.]
Allahü teâlâya dünyâda ve âhıretde yaklaşmak derece ve kıymetinin
onlardan
önde olması için gayret edesin.)
12' Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Baş ağrısı
seni
râhatsız edecek kadar olursa, iki elini başın üzerine koyup, sûre-i
Haşrın
âhırini [sonunu] oku. 'Lev enzelnâ' âyet-i kerîmesinden sonuna kadar
oku.)
13' Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûl-i ekrem
ve Nebiyyi muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Yâ Alî! Yalan söylemekden sakın. Eğer zan edersen ki, o yalan seni
kurtarır, yalan söyleme. Sana doğru söylemek lâzım olsun. O doğru seni
helâk edecek bile olsa, doğru söyle.)
14' Hazret-i Alî 'kerremallahü teâlâ vecheh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî!
Beş kelime ki, Cebrâîl bana ta'lîm etmişdir. Onları sana ta'lîm etmemi
mi seversin. Yoksa emr edeyim sana beş keçi versinler, bunu mu
seversin!)
Hazret-i Alî dedi, (Yâ Resûlallah! Ben o beş kelimeyi severim.)
Buyurdular
ki: (Ey mahlûklara rızk veren! Ey fakîrlere rahmet eden! Ey zor durumda
olanları kabûl eden! Ey mü'minlerin Velîsi! Ey rahmet edenlerin en
rahîmi!
Bana rahmet et, acı.)
15' Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Yâ Alî! Perşembe gününde
bıyığını
kırk ve tırnağını kes. Koltuğunu yol, kasığını traş eyle. Cum'a günü
temiz
elbise giy! Güzel koku isti'mâl eyle [sürün, kullan].)
16' Nizâmüddîn Abdül'vâhid ibni el Fadl el-Fermâdî, ceddi Ebûl Kâsım
Gürgânîden isnâd ile, o da Mûsâ Kâzım bin Ca'fer Sâdık bin Muhammed
Bâkır
bin Alî Zeynel'âbidîn bin Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibden 'radıyallahü
teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî!
Mercimek yemeğine devâm et ki, yetmiş Nebî mercimek yidiler ve ona
bereket
ile düâ etdiler. Sonuncuları Îsâ bin Meryemdir 'alâ Nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü
vesselâm'.)
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
şânlarını anlatan haberler hakkındadır.
1' Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Beni
mi'râca
çıkardıkları o gece gördüm. Arşın ayağında yazılmış, ben birim, benden
başka ilâh yokdur. Adn Cennetini ben yaratdım. Yaratdıklarımdan Resûlüm
Muhammedi seçdim. Onu Alî ile kuvvetlendirip, yardım etdim.)
2' Selmân-ı Fârisî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Kıyâmet
günü olunca; Arşın sağında benim için kırmızı yâkutdan bir kubbe
kurarlar.
Arşın solunda İbrâhîm halîlullah için yâkutdan bir kubbe kurarlar. Bir
kubbe de Alî için benim ile İbrâhîm arasında beyâz inciden kurarlar.
Siz
iki Halîlin arasında olan Habîbi ne zan ediyorsunuz.)
3' Bilâl-i Habeşî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', mubârek yüzü bedr olan aydan nûrlu
olduğu hâlde bizim üzerimize çıkageldi. Abdürrahmân bin Avf
'radıyallahü
teâlâ anh' karşılayıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun; yâ
Resûlallah,
bu ne nûrdur. Buyurdular ki: (Rabbimden azze ve celle müjde geldi,
kardeşim
ve amcamoğlu ve kızımın zevci Alî 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hakkında
ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ o vakt ki, Fâtımayı Alîye tezvîc eyledi.
Cennet
hâzini Rıdvâna emr eyledi ki, Tûbâ ağacını sallaya. Rıdvân da salladı.
Tûbâ ağacından, bizim dostlarımızın adedince hüccetler saçıldı. Allahü
teâlâ ve tekaddes nûrdan melekler yaratdı. Her meleğe o hüccetlerden
bir
hüccet verdi. O hüccetlerde yazılmışdır ki, Mustafânın ve ehl-i
beytinin
muhib ve muhlîsleri Cehennemden azâd olmuşdur.)
' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular ki,
(Kıyâmet günü olunca, bütün Peygamberleri 'alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü
vesselâm' bir yere toplarlar. Bir nidâ edici arş altından nidâ eder, yâ
Enbiyâ cemâ'ati. Sizi sevenleriniz ile iftihâr edin. Ben Cihâr-ı yârim
ile iftihâr ederim.)
5' (O kimseler ki, îmân getirdiler ve sâlih amel işlediler. Yakın
zemânda
Allahü rahmân onlara kendi dostluğunu, muhabbetini verir.) âyet-i
kerîmesinin
tefsîrinde, Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' buyurdu ki; ya'nî
Allahü teâlâ onları dost tutar ve onları dost kılar ki, onları yer ve
gök
ehline sevdirir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu
ki, (Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulunu severse, Cebrâîl
aleyhisselâma
buyurur ki, filân kimseyi dost tutdum. Siz de dost tutun. Cebrâîl ve
melekler
de dost tutarlar.) Onlardan yine bir nidâ edici gökden nidâ eder ki,
Allahü
tebâreke ve teâlâ filân kimseyi dost tutdu. Siz de ey yer ehli onu dost
tutunuz. Hepsi dost tutup, severler. Onun muhabbetini yer halkının da
kalbine
salar. Bütün yer ehli de muhabbet ederler. Abdüllah ibni Abbâs
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' buyurur ki, âyet-i kerîmede, (vüdd) lafzından murâd, Alî
bin Ebî Tâlibin 'radıyallahü teâlâ anh' muhabbetidir ki, onu
mü'minlerin
kalbinde tatlı etmişdir.
6' Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' haber vermişdir. Resûlullahın
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîfinde oturmuşduk.
Ensârdan,
Ebû Ukayl demekle ma'rûf bir kişi kalkıp, dedi ki: Yâ Resûlallah!
Senden
sonra nâsın hayrlısı kimdir. Buyurdu ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır). Ondan
sonra kimdir. Buyurdu ki: (Ömer-ül Fârûkdur). Ondan sonra kimdir, dedi.
Buyurdu ki: (Osmân bin Affândır). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki:
(Alî bin Ebî Tâlibdir). O dedi ki: neden amcan oğlu Alîyi sonraya
bırakdın,
dördüncü etdin. Hâlbuki o senin kardeşindir. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular: (Vay sana yâ Ebâ Ukayl. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri yüzyirmidörtbin (den ziyâde) Nebîyi halk
etdi.
İnsanlara gönderdi. Beni cümlesinin sonu kıldığını bilmiyor musun!) Ebû
Ukayl dedi ki: (Evet yâ Resûlallah!). Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' buyurdu ki: (Benim Peygamberlerin sonuncusu olmamın ne
zararı
oldu ki, halîfelerin dördüncüsü olmasının Alîye de zararı olsun! Yâ Ebâ
Ukayl! Muhakkak Allahü teâlâ ve tekaddes bana; Âdem aleyhisselâmın
yaratıldığı
vaktden kıyâmete dek îmân getiren kimselerin sevâbını bağışladı. Ebû
Bekre
de benim bâis olduğum vaktden [Peygamberliğim bildirildiği vaktden]
kıyâmete
kadar gelen ve Ebû Bekri seven mü'minlerin sevâblarını bağışladı. Alî
bin
Ebî Tâlibe de, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine Şarkdan garba
ibâdet
edenlerin sevâbını bağışladı.)
7' Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Biz
kıyâmetde
dört atlı [süvâri] oluruz ve halk aç ve susuz ve çıplak olurlar. Ben
kendi
bineğim [atım] Burak üzerinde olurum. Sâlih Nebî 'aleyhisselâm'
Nâkatullah
[devesi] üzerine biner. Fâtıma benim asbâ adlı devem üzerine biner. Alî
bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' Cennet develerinden bir deve
üzerine
biner ki, bâtını Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin havfından ve
zâhiri
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rahmetinden olur. Başı üzerine
tâc
koyarlar ki, sekiz rüknü olur. Onun rûşenliği sekiz Cennetden olur. O
kıyâmetde
benim önümde nidâ eder ki, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah).
Melekler önünden geçerken, bu bir mukarreb melekdir, derler. Allahü
teâlâ
ve tekaddes hazretlerinin cenâbından bir nidâ gelir ki: Yâ Ehl-e
mevkıf.
[Ey mahşer halkı.] Bu mukarreb melek veyâ Peygamber değil, Alî bin Ebî
Tâlibdir.) Arş önüne gelir ve der ki: Yâ Rabbî; her kim beni sever,
muhabbet
eder, senin zâtına muhabbet eder, sever. Sonra mahşer meydânında bir
nidâ
edici der ki, Ebû Bekr ve Ömerin sevenleri, sonra Alîye tâbi' olanlar
nerededir.
Bunlar Râbi'a ve Mudar kabîleleri adedincedir.
8' Hazret-i Hasen bin Alî 'radıyallahü teâlâ anhümâ' haber verir ki,
babam mescidden döndü [çıkdı]. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
yüzüne bakdı. Ebû Bekr de babamın yüzüne bakdı. Dedi ki: Yâ Ebâ Bekr!
Ne
olmuş bana ki, sen bana böyle uzun nazar edersin. O buyurdu ki, evet
ondan
dolayı nazar ederim [bakarım] ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerinden işitdim, buyurdu ki, (Kıyâmet günü, sırat
üzerinden,
Alî bin Ebî Tâlibin, eline buyruk vermediği kimseler geçemez!) Sonra
babam
da dedi ki: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana müjde verdin. Ben de sana müjde
vereyim
mi.) (Evet ver) dedi. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri bana kavminden gizlide [tenhâda] vasıyyet
buyurdular
ki, (Yâ Alî! Kıyâmet günü sırat üzerinde, Ebû Bekri ve Ömeri ve Osmân
hazretlerini
sâdık olarak sevmiyenlerin eline sıratı geçmeleri için ruhsat verme.
'radıyallahü
teâlâ anhüm'.) Yâ Rabbî! Bizi bu dört halîfeyi sevenler ile haşr et!
9' Câbir 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' Arafatda idi. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
karşılarında
idi. Buyurdu: (Yâ Alî! Bana yakın ol. Tenini benim tenime değdir ki,
beni
ve seni halk etdiler bir ağaçdan ki, ben o ağacın aslıyım. Sen
fer'isin.
Hasen ve Hüseyn o ağacın budaklarıdır [dallarıdır]. Her kim o ağaçdan
bir
dala yapışırsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseyi Cennete dâhil kılar.
Yâ Alî! Eğer benim ümmetim sana buğz ederler ise, Allahü teâlâ ve
tekaddes,
azâb meleklerine buyurur: Tâ onları burunları ve yüzleri üstüne çeke
çeke
Cehenneme iletirler.)
10' Berâ' bin Âzib 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile berâber idik. Vedâ
haccına
geldik. Gadîr-i Hum dedikleri menzile konduk. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri bana buyurdular ki, (Nidâ et ve söyle,
Essalâh!
Essalâh!) Eshâb-ı güzînin 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hepsi
toplandılar.
Buyurdular: (Ben her mü'mine kendi nefsinden evlâ değil miyim.) Dediler
ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Buyurdular ki, (Benim ezvâcım [hanımlarım]
mü'minlerin
annesi değil midir.) Dediler ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Sonra Alî
hazretlerinin
elini tutup, buyurdular ki, (Bu mevlâsıdır o kimsenin ki, ben onun
mevlâsıyım.
Allahım, dost tut o kimseyi ki, bunu dost tutar. [Bunu seveni sen de
sev.]
Düşman tut o kimseyi ki, bunu düşman tutar [Bunu sevmiyeni sevme].)
11' Resûl aleyhisselâm buyurdular ki, (Kıyâmet günü ben gelirim. Alî
benim ile olur. Livâ-i hamdi elinde tutar. Onun üzerinde iki parça
olur.
Biri sündüsden ve biri istebrakdan. Bir arâbî, huzûr-ı şerîflerinde
ayak
üzerine kalkıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah!
Hazret-i Alî kâdir olur mu [gücü yeter mi] Livâ-i hamdi götürmeğe.
Buyurdular
ki, (Niçin kâdir olmasın ki, ona üstün hasletler verilmişdir. Onun
sabrı
benim gibidir. Hüsnü [güzelliği] hazret-i Yûsüf aleyhisselâmın hüsnü
gibidir.
Kuvveti hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın kuvveti gibidir. Livâ-i hamd
elinde
olur. Bütün mahlûklar kıyâmet günü benim livâm altında olur.)
12' Hayber gazâsından döndüler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Eğer insanlar yanlış
anlıyarak
Îsâ aleyhisselâma söyledikleri gibi söylemiyeceklerini bilseydim, senin
hakkında çok sözler söylerdim. O zemân insanlar ayağının tozunu
bereketlenmek
için alırlardı. Abdest aldığın su ile istişfâ ederlerdi. Lâkin sana
kifâyet
eder ki, sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma yakınlığı
gibisin.
Fekat bu kadar var ki, benden sonra Peygamber gelmez. Seni, benim
sünnetim
üzerine şehîd ederler. Sen âhıretde bendensin. Benim havzım üzerine
halîfem
olursun. O Cennet libâsı ile libâslanan olursun. Benim ümmetimden evvel
Cennete girersin. Seni sevenler nûrdan minber üzerinde olurlar. Ve
yüzleri
beyâz ve nûrlu olur. Onlara şefâ'at ederim. Yarın benim komşum olurlar.
Senin cemâ'atin benim cemâ'atimdir. Senin sulhün benim sulhümdür. Senin
sırrın benim sırrımdır. Senin âşikârın benim âşikârımdır. Evlâdın benim
evlâdımdır.) Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' şükr secdesi edip, dedi
ki, Allahü teâlâ hazretlerine hamd olsun ki, beni islâm ni'meti ile
ni'metlendirdi.
Bana Kur'ân-ı azîm-üş-şânı ta'lîm eyledi. Beni, mahlûkların en üstünü
ve
Peygamberlerin sonuncusu ve efendisine, fadlı ile, keremi ile sevdirdi.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdu
ki: Ben, Ömer bin Hattâb ve Osmân-ı Zinnûreyn, hazret-i Âişenin
'radıyallahü
teâlâ anhâ' evine Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ba'zı
müşkillerimizi süâl edelim diye geldik. Hücre-i şerîfenin kapısına
erişdik.
O sırada, kapının önünde, bir ejderhâ durur idi. O zemâna kadar öyle
yaratılmış
bir ejderhâ görmemiş idik. Korkduk, geri döndük. Ben dedim ki, buna Alî
ibni Tâlibden başkası mukâvemet edemez. Zîrâ o heybetli, mertdir. Hemen
hazret-i Ömer geriye bakıp, dedi ki: yâ Ebâ Bekr; işte Alî bin Ebî
Tâlib,
geliyor. Ben dedim, yâ Alî! Bu ejderhâyı görür müsün. Bizi hışmından
geri
döndürdü. Hazret-i Alî ejderhâyı gördü. Yenini açdı. İşâret etdi ki,
gel
yenime gir. Ejderhâ da tevâzu' ile başını yere koyup, gelip, yenine
girdi.
Alî de yenini kapatdı. Resûl-i kâinât aleyhi efdal-i salevât
hazretlerinin
huzûr-i şerîflerine vardık. Buyurdular: (Yâ Ebâ Bekr. Alî ne yapdı). O
sırada hazret-i Alî geldi. Yâ Ebel Hasen [Hasenin babası]. Nedir,
yenindeki)
buyurdu. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bir ejderhâdır ki, Ebû Bekr, Ömer ve
Osmâna
karşı gelmiş. Resûl-i kâinât efdalüt-tehıyyât hazretleri, tebessüm
edip,
buyurdular. (Yâ Ebel Hasen! O ejderhâ değildir. O bir melekdir ki,
Allahü
teâlâ hazretlerine bir sehvi sebebi ile ejderhâ sûretine değişdirildi.
Kapıda, seni görüp, şefâ'at istemek için durmuş idi. Ben Allahü teâlâ
ve
tekaddes hazretlerinden şefâ'at dileyeyim ki, o meleği evvelki
mertebesine
getirsin. Ne zemân ki, ben şefâ'at etdim. Allahü teâlâ ve tekaddes
benim
şefâ'atimi kabûl etdi. Şimdi, yenin ağzını aç. Hazret-i Aliyyül Mürtedâ
'radıyallahü teâlâ anh' yeninin ağzını açdığı gibi, gördük, bir yeşil
kuş
çıkıp, uçdu. Sadaka Muhammed, sadaka Muhammed, diye söylerdi.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib 'kerremallahü vecheh'
buyurdu ki, Resûl-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât hazretlerinin huzûr-u
şerîflerine vardım. Mubârek ve münevver yüzlerini neş'eli buldum. Selâm
verdim, oturdum. Dedim; yâ Resûlallah! Sizi şâd-ü hurrem [neş'eli]
gördüm.
Eğer Allahü teâlâ hazretlerinden sevindirici bir buyruk nâzil olmuş ise
haber veriniz de, sizinle berâber sevinelim. Buyurdular ki: (Yâ Alî!
Cebrâîl
aleyhisselâm bana haber verdi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
Cennet-i
Adnı yaratdı. O Cennete kendi yed-i ile kırmızı yâkutdan bir ağaç
dikdi.
Ona kökünü yere geçir, dallarını dışarı çıkar diye emr etdi. O ağaç da
köklerini yere geçirip, dışarı yediyüzbin dal çıkardı. Her budak [dal]
üzerinde yediyüzbin kırmızı yâkutdan kasr [köşk], her kasrda yediyüzbin
oda, her odada bir kapu, her kapuda bir taht, her taht üzerinde bin
döşek
ve döşeğin kalınlığı bin arşın, her taht üzerinde bir hûrî, onun
karşısında
kırkbin kul [hizmetci] ve kırk bin câriye ve her oda ta'âmdan ve
şerâbdan
ve elvândan, o şeyleri yaratdı ki, ne gözler görmüş ve ne kulaklar
işitmiş
ve ne bir beşerin hâtırına gelmiş olsun.) Sonra Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Bunlar sana
ve seni ve evlâdını sevenleredir. Her kim sana buğz ederse, muhakkak
bana
buğz etmişdir. Her kim bana buğz ederse, benim şefâ'atime kavuşamaz.)
Otuzbirinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' rivâyet
etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem',
Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü anhâ' hazretlerini, Aliyyül Mürtedâ
'radıyallahü anh' hazretlerine
nikâh etdi. Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Beni tezvîc etdin
bir fakîr kimseye ki, hiçbir nesnesi yokdur. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Yâ Fâtıma! Sen râzı olmaz mısın ki,
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri yer ehlinden iki kimseyi seçdi. Biri
babandır,
biri zevcindir.)
Otuzikinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
buyurdular ki, bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
bizim ile ikindi nemâzını kıldı. Sonra, mubârek arkasını mihrâba dönüp,
buyurdu: (Ey insanlar! Ey muhâcir ve ensâr! Size Alî bin Ebî Tâlibin
fazîletlerinden
haber vereyim mi?) Biz evet, analarımızı ve babalarımızı fedâ ederiz,
dedik.
Buyurdu ki: (Benim habîbim Cebrâîl aleyhisselâm beni mi'râca iletdiği
gece,
dördüncü gökde bir şahsı gördüm. Bir taht üzerinde oturmuş. Alî bin Ebî
Tâlibin şahsı gibi. Ben durdum ona bakdım. Cebrâîl aleyhisselâm bana ne
şey seni durdurdu, dedi. Dedim ki: Yâ habîbim Cebrâîl! Bu Alî bin Ebî
Tâlibdir
ki, benden önce gelip, bu mekâna oturmuşdur. Cebrâîl dedi ki: Bu
hazret-i
Alî değildir. Velâkin, semâvâtın melekleri hazret-i Alînin dîdârına ve
ziyâretine meşgûl ve müştak oldukları için, Allahü teâlâ hazret-i Alî
sûretinde
bir melek halk etdi. Bu göklerin melekleri bu melek önüne gelip, bunu
ziyâret
ederler. Alî bin Ebî Tâlib 'kerremallahü vecheh' hazretlerine
iştiyâklarından
dolayı, bu melek üzerine selâm verirler. Var ona yakın ol. Üzerine
selâm
ver. Ben de yanına vardım. Onu kucakladım. O da beni kucakladı. Ondan
Alî
bin Ebî Tâlibin 'radıyallahü teâlâ anh' kokusunu duydum.)
Otuzüçüncü Menâkıb: Hazret-i Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ
anh' bildirmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden,
Alî bin Ebî Tâlibin doğumundan soruldu. Buyurdu ki: Doğan evlâdın
iyiliğinden
süâl ediniz. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Alî 'kerremallahü
vecheh'
ile beni aynı nûrdan halk etdi. Her ikimiz bir nûrdanız. Gökleri ref'
etmeden
evvel ve yerleri bast etmezden evvel, bizi halk etdi. Biz, Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda tesbîh ederdik. Yok olmadan bir
neslden
bir nesle intikâl etdik. Tâ Abdülmuttalibe erişdik. Sonra ben,
Abdüllaha
intikâlden sonra, Âminede vedî'a olundum. Hazret-i Alî, Ebû Tâlibe
intikâlden
sonra, Fâtıma binti Esed katına vedi'a olundu. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ
hazretleri bizi pâk ve tâhir vücûda getirdi. Sonra hazret-i Alî Fâtıma
binti Esedde karâr tutdu. Melekler müjde verdiler. O zemân bir adam
rü'yâsında
gördü. Süâl etdi, bu doğan kimdir. Dediler, o Alîdir. O vücûda geldiği
vakt, Mekke-i Mükerremede zelzele oldu. Putların hepsi yüz üstü düşüp,
ehl-i Mekkenin cümlesi korkup, dediler ki, bu gece bir yeni hâdise
zuhûr
etdi. Onlar bu hâlde iken bir nidâ edici nidâ etdi. Hâlbuki hiç kimseyi
görmediler. Hazret-i Alî anası Fâtıma binti Esedden doğdu. Gök onun
nûru
ile ışıklandı. Yıldızlar ziyâde oldu. Kureyşliler bundan bir acâiblik,
hayret edicilik gördüler. Nidâ olundu. (Müjdeler olsun size ki, bu
gece,
müşrikleri kahr edici, münâfıklara gadab edici, âbidlerin süsü, Resûl-i
Rabbil'âlemînin mührü, imâm-ül Hüdâ, göklerin yıldızı, karanlıkların
lâmbası
zuhûra geldi [bu gece doğdu]).
Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ 'kerremallahü vecheh
ve radıyallahü anh' buyurdular ki: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinin huzûrlarında oturmuşdum. Elimi tutdu. Medîne-i
Münevverenin sokaklarında berâber dolaşdık. Bir bostâna geldik. Dedim,
yâ Resûlallah! Ne iyi bostândır. Buyurdu ki: Yâ Alî! Senin için
Cennetde
bundan iyi bostân vardır. Bir bostâna dahâ geldik. Yine dedim; yâ
Resûlallah!
Ne güzel bostândır. Buyurdu ki: Senin için Cennetde bundan iyi bostân
vardır.
Böylece yedi bostândan geçdik. Hepsinde ben dedim, ne iyi bostândır. O
'sallallahü aleyhi ve sellem', senin için Cennetde bundan iyi bostân
vardır,
buyurdu. Yol tenhâlaşdı. Beni kucakladı. Kendi ağlamağa başladı. Beni
de
ağlatdı. Ben dedim, yâ Resûlallah! Ne şey sizi ağlatdı. Buyurdu ki:
(Bir
tâifenin kalblerinde bulunan ve sana âşikar etmedikleri düşmanlıkları
için
ağlarım.) Ben dedim ki; yâ Resûlallah! Ben dînimde selâmetde olur
muyum.
Buyurdu ki; (Evet, dîninde selâmetde olursun!)
Otuzbeşinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Leylâdan 'radıyallahü teâlâ anh'
rivâyet olunmuşdur. Alî 'kerremallahü vecheh' hazretleri ile giderdik.
Gördük ki, yaz libâsını kışın, kış libâsını yazın giyerdi. Bu durumdan
süâl etsin diye babama söyledim. Babam da süâl etdi. Buyurdu ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Hayber günü haber
göndererek, beni
çağırdı. Hâlbuki gözlerim ağrıyordu. Gitdim, dedim, yâ Resûlallah!
Benim
gözlerim ağrıyor. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
ağzının suyunu benim gözlerime sürüp, buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Soğuk
ve
sıcağın te'sîrini ondan gider!) O günden beri ne göz ağrısı gördüm. Ve
ne soğuk, ne sıcak te'sîri gördüm.
Otuzaltıncı Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
efendimiz hazretleri (Yarın sancağı bir kimseye vereceğim. Allahü teâlâ
onu sever. O da Allahü teâlâyı sever) buyurdu. Bayrağı hazret-i Alîye
verdiler.
Ve Hayberi feth etdi. Bu bâbda ihtilâf vardır. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem', evvelâ Hayber hisârını feth etmesi için bayrağı Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine verdi. Hazret-i Ebû
Bekr Hayberi feth edemedi. Din âlimleri bu konuda çeşidli açıklamalarda
bulundular. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' gitdiği zemân
müslimânlar
az idi. Kâfirler çok idi. Az müslimânlara çok kâfirler ile muhârebe
etmek
vâcib değildi. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' gitdiği zemân,
müslimânlar
çok idi. Kâfirler az idi. Çok olan müslimânlara kâfirler ile muhârebe
etmek
vâcib idi.
Süâl: Hayberin fethi Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri elinde olmadı.
Hazret-i
Aliyyül Mürtedâ elinde oldu.
Cevâb: Ma'lûmdur ki, Resûl-i kibriyâ Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri islâmın sultânı idi. Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri vezîri idi. Her feth sultân askeri ile olur.
Sultânın
askerinin fethi de sultânın kalbinin kuvveti ile olur. Sultânın askeri
ile fethin olmaması, sultânın kalbinin za'îfliğindendir. Sultânın
vezîri
sultânın önünde hâzır olmalı ki, sultânın kalbi kuvvetli olsun.
Sultânın
vezîri yanında olmazsa, sultânın kalbi za'îf olur. Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' bayrağı alıp, gitdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin mubârek kalbleri muzdarib olup, za'îf oldu.
Mubârek
kalblerinin za'îf olması sebebi ile Hayberin fethi müyesser olmadı. Ebû
Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri Resûlullahın yanında hâzır
olup,
bayrağı bırakdı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
mubârek kalbleri mutma'în olup, kuvvetli oldu. Mubârek kalblerinin
kuvveti
vâsıtası ile Hayberin fethi müyesser oldu. O feth ki, Aliyyül
Mürtedânın 'radıyallahü teâlâ anh' mubârek eli ile müyesser oldu.
Hazret-i Server-i
kâinâtın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kalb-i şerîflerinin
kuvveti
ile hâsıl oldu. Mubârek kalblerinin kuvveti ise, Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretlerinin
huzûrları ile hâsıl oldu.
İkinci cevâb: Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinde
bulunan bir çok hasletler Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinde
yok idi. Allahü teâlâ, kulluk etmek ve vera' ve haşyet, sıdk ve rahmet
sıfatları ile Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerini süsledi. Fesâhat ve
belâgat
ve mehâbet ve mertlik ve şecâ'at ve muhâberât sıfatı ile Aliyyül
mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini süsledi [zînetledi].
Böylece ta'n
edenlerin ta'nı ve buğz edenlerin buğzu ve hîle yapıp aldatanların
hîlesi
ortadan kalksın. Emîr-ül mü'minîn Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ
anh' Hayberi feth etdi. Hayberin kapısı dört bin batman idi. Ağacı ve
demiri
ve çivileri ile berâber; ba'zıları dediler onbeşbin batman idi.
Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' Hayberi feth edince bu ağır kapıyı kopardı.
Sağ eline Zülfikârı alıp, bir vuruşla kapıyı dağıtdı. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bu hâli gördü, mu'ciz beyânları ile
Şâh-ı merdânı medh edip, (Alîden başka genç ve Zülfikârdan başka kılınç
yokdur!) buyurdu.
Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri, Mekke-i Mükerremeyi feth etdiler. Mekkede yüzkırk put
vardı.
Yüzaltmış put da Beyt-i şerîfin çevresinde vardı. Temâmı yüz üzerine
düşdüler.
[Parçalandılar.] Beyt-i şerîfin içinde büyük bir put var idi ki, taştan
yapılmışdı. O kaldı. O putun ağırlığı Hayber kapısının ağırlığından çok
idi. O putu zincirler ve çiviler ile tavana ve dıvâra bağlamışlar idi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Kâ'be-i
şerîfe
geldi. Hazret-i Alîyi çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim omuzum
üzerine
çık. Bu putun bendlerini yerinden kopar.) Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
dedi
ki, (Yâ Resûlallah! Ben kim olayım ki, ayağımı mubârek omuzunun üzerine
koyayım. İşte benim vücûdum ve başım; yüzüm ve gözüm. Siz benim omuzum
üzerine basınız. Bu işi nasıl arzû ederseniz, öyle yapınız. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen
benim gayret ve hamiyyet, nübüvvet ve risâlet yükümü çekecek kuvvet ve
tâkati bulamazsın. Eğer ben gayret ve hamiyyet ile ayağımı yedinci göke
koysam, yedi kat gök ve yedi kat yeri ayağımın altında mahv ederim.
Nükte: Ey müslimânlar! Hadîs-i şerîfler ile sâbit olmuşdur ki, Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri hicret gecesinde
[mağarada]
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini bir mikdâr
kendi omuzunda götürmüşdür. Râfizîler Ebû Bekre 'radıyallahü teâlâ anh'
buğz ederler. Bu söz, ateşde mumun eridiği gibi, onların buğzlarını
eritir.
Sonra, emr-i şerîfleri ile, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek
omuzuna basıp,
bir eli ile o putu bütün zincirleri ile, çivileri ve bentleri ile o
yerden
ayırıp, atdı. Resûlullah hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! O işi ki emr
etdik,
mertce yapdın.) Alî 'radıyallahü anh' dedi ki, yâ Resûlallah! Ben öyle
bir yerdeyim ki, eğer emr ederseniz felek [gök] içinden ayı ve güneşi
çekerim.
Otuzsekizinci Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri mi'râc gecesi Arş mekâmında bir zemân oturup, buyurmuşlar
ki,
istedim ki na'lını ayağımdan çıkarayım. Allahü teâlâ buyurdu ki, Benim
Habîbim ma'dem ki Arşı alâda na'lın ile durmuş. Sen arş makâmında öyle
dur ki, Arş-ı mecîd senin na'lının ile şereflensin. Pâdişâh-ı lem yezel
ve lâ yezâl [ya'nî Allahü teâlâ] Arş-ı azîmi Muhammed Mustafâ
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek na'lınları ile
zînetlesin.
O serverin akrabâsı olan hazret-i Alîye, bir hâricînin kalbinde buğz
var
ise, mumun ateş üzerinde yok olduğu gibi o hâricî mahv olmuşdur.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâyı 'radıyallahü teâlâ
anhâ' hazret-i Alîye 'radıyallahü teâlâ anh' tezvîc etdiklerinde
buyurdukları
vasıyyetleri beyânındadır.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: Yâ Alî! Gelini kendi evine
götürdüğün
zemân, çorabını ayağından çıkar. Ayağını yıka. O suyu evin bütün
köşelerine
saç. Böyle yapınca, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin evinden
yetmiş
dürlü fakîrliği dışarı çıkarır. Yetmiş dürlü bereketi evine dâhil eder.
Yetmiş rahmeti sana nâzil kılar. O gelin ile ve onun bereketi evin
köşelerine
erişir. O gelin, delilikden ve diğer hastalıklardan emîn olur. Yâ Alî!
Gelini ilk hafta, yoğurt yimekden, ayran yimekden, sirke ve ekşi
yimekden
men' et! Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh', 'Yâ Resûlallah! neden
ötürü
bu şeyleri vermemem gerekdir', diye sordu. Buyurdu ki: (Ondan dolayı
ki,
turşu ve yoğurt ve ayran, rahmde evlâd olmasına mâni' olur. Evde bir
hasır
olması, doğurmayan kadından iyidir.) Hazret-i Alî, dedi ki: Yâ
Resûlallah!
Sirkenin illeti nedir. Buyurdu ki: (Sirke yiyen kadının hayzı zahmetli
olur ve temizliği uzar. Keşenç yimek, hayzı karında habs eder. Eğer Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir evlâd verirse, doğumu zor olur. Ammâ
ekşi elmâ yimek, hayz kanını keser. Onun ardından başka hastalık zuhûr
eder.) Sonra Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdu ki: (Yâ Alî, ayın evvelinde, ortasında ve sonunda ehline yakın
olma ki, o hanımda ve o evlâdda cüzzam ve dîvânelik [delilik] ve pislik
olmasından korkulur. Yâ Alî! Ehline asr [ikindi] nemâzından sonra yakın
olma. Eğer Allahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd nasîb ederse ahvel [şaşı]
olur ve şeytân şaşı evlâda sevinir. Yâ Alî! Ehline yakınlık etdiğin
vakt
çok konuşma ki, eğer bir evlâd olursa, yiyici olur. Avret yerine bakma.
Sohbet esnâsında gözünü yumma. Evlâda körlük getirir. Yâ Alî! Kendi
ehline
bir başka kadının şehveti ile yakın olma ki, eğer bir evlâd olur ise
muhannes
olur. Kadınlara benzemeye çalışır. Yâ Alî! Cünüb olduğun zemân kat'i
olarak
Kur'ân-ı azîm-üş-şânı okumayasın ki, korkulur ki, gökden bir ateş inip,
seni yakar. Cünüb hâlde sohbet etme. Senin bir su kabın, ehlinin bir su
kabı olsun. Ayrı ayrı su kapları ile temizleniniz. Eğer bir su kabından
ikiniz yıkansanız, şehvet şehvet üzerine düşer. Aranıza düşmanlık
düşer.
Korkulur ki, talâk ve iftirâka müncer olur. Yâ Alî! ikiniz de ayakda
iken
sohbet etmeyiniz [yaklaşmayınız], eşekler böyle yapar. Eğer çocuk olur
ise, döşeğe bevl eder. Yâ Alî! Ehlinle bayram geceleri buluşma! Eğer
çocuk
olur ise altı parmağı veyâ dört parmağı olur. Yâ Alî! Ehlinle meyve
ağacı
altında buluşma ki, eğer çocuk olur ise kâtil olur, kan dökücü olur.
Halka
zulm eder. Yâ Alî! Ay ışığında ehline yakın olma. Meğer bir yerde
örtünülmüş
olasın. Eğer bir çocuk olursa, fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz [emîn
olmaz].
Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında ehline yakın olma ki, eğer bir
çocuğunuz
olur ise, kan dökmeğe hevesli olur. Yâ Alî! Hanımın hâmile olduğu zemân
abdestsiz ona yakın olma. Eğer çocuk olursa kör gönüllü ve bahîl elli
olur.
Yâ Alî! Şa'bânın ortasında, Berât gecesi ehline yakın olma, eğer
aranızda
bir çocuk olursa, derisinde, tüylerinde ve yüzünde kötü nişânlar olur.
Yâ Alî! Hanımına bacısının [baldızının] şehvetiyle yakınlık etme ki,
eğer
bir çocuk olursa, hırsız olur ve halkın felâketi onun eli ile olur. Yâ
Alî! Ehline etrâfında dıvâr olmıyan damda yakın olma ki, eğer aranızda
bir çocuk olursa, münâfık ve mürâi, mübtedî' [bid'at sâhibi] ve
kumarbâz
olur. Yâ Alî! Sefere çıkacağın gece ehline yakın olma ki, eğer bir
çocuk
olursa, malını harâm yerlere harc edici olur. Sonra meâl-i şerîfi
(Malını
saçıp dağıtanlar, şeytânın kardeşleridir) âyet-i kerîmesini okudular.
[İsrâ
sûresi 27.ci âyet-i kerîmesi.]
Yâ Alî! Üç günlük seferden geldiğin gecesi ehline yakınlık etme. Bir
çocuk olursa zâlim olur. Yâ Alî! Pazartesi gecesi ehline yakınlık
edersen,
aranızda bir çocuk olursa, hâfız-ı Kur'ân olur. Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretlerinin kısmetine râzı olur. Yâ Alî! Salı gecesi ehline yakınlık
edersen, çocuk hâsıl olursa, mü'min olur ve iyi huylu olur. Rahîm
gönüllü
[yumuşak kalbli], cömert elli, yalandan, bühtândan ve gıybetden
temizlenmiş
dilli olur. Yâ Alî! Perşembe gecesi ehline yakınlık et ki, eğer çocuk
olur
ise, hikmeti çok hakîm olur. Ve ilmi çok âlim olur ki, ilmi ile âmil
olur.
Perşembe günü öğleden evvel ehline yaklaşsan, eğer aranızda bir çocuk
olursa,
aslâ şeytân ona ölene kadar yaklaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde
olur.
Eğer Cum'a gecesi ehline yakınlık edersen, bir çocuk olur ise, Kâri-i
Kur'ân
olur. Veyâ hatib olur. Veyâ Vâiz olur. Eğer Cum'a günü hanımına
yakınlık
edersen, bir çocuk olursa, âlim olur. Dindârlığı ile ma'rûf ve meşhûr
olur.
Eğer Cum'a gecesi îşâ [yatsı] nemâzından bir sâat sonra ehline yakınlık
edersen, eğer bir çocuk olursa, ebdallar [velîler] cümlesinden olur. Yâ
Alî! Ehline gecenin evvel sâatinde yakınlık etme ki, eğer bir çocuk
olursa
câdı ve kâhin olur. Dünyâyı âhıret üzerine tercîh eder. Yâ Alî! Benim
vasıyyetlerimi
ezberle ki, Allahü teâlânın izni ile sana fâide versin.
Kırkıncı Menâkıb: Diğer vasıyyetleri açıklamakdadır. Emîr-ül mü'minîn
Alî bin Ebî Tâlib 'kerremallahü vecheh' rivâyet buyurmuşlardır.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' beni huzûr-u şerîflerine
çağırdı. Buyurdular
ki: Yâ Alî! Sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma olduğu
gibisin.
Fekat benden sonra Resûl gelmez. Sana vasıyyet ederim, dinleyip,
ezberlersen,
şükr edenlerden olursun ve şehîd olursun. Allahü teâlâ hazretleri seni
kıyâmet gününde fakîh ve âlim olarak diriltir.
Yâ Alî! Bil ki mü'minin üç alâmeti olur. Nemâz kılmak, oruc tutmak
ve sadaka vermek. Münâfıkın da üç alâmeti olur. Başkalarının yanında
nemâzın
rükû'unu ve sücûdunu [secdesini] tam yapar. Tenhâda hiçbir rüknü yerine
getirmez. Medh etdikleri zemân seve seve yapar. Allahü teâlâ
hazretlerini
açıkda çok zikr eder. Yalnız kalınca Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerini
unutur.
Yâ Alî! Zâlimde de üç alâmet olur: Kendinden aşağı olana kahr eder
[baskı yapar]. Kâdir olduğu [gücü yetdiği zemân] halkın malını zor ile
alır. Nereden yiyip, giyindiğini hiç incelemez.
Yâ Alî! Kıskançlarda da üç alâmet olur: Herkesin huzûrunda,
karşısındakine
yaltaklanır. Gıyâbında onu gıybet eder. Her kime musîbet erişirse,
sevinir.
Yâ Alî! Münâfıkda da üç alâmet olur: Söz söylese yalan söyler. Bir şey
va'd etse, va'dinde durmaz. Yanına emânet koysalar, hıyânet eyler. Yâ
Alî!
Tenbeller içinde üç alâmet olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
tâ'atinde tenbellik eder. Kusûrlu amel eder. Ameli zâyi' olur [boşa
gider].
Nemâzı te'hîr eder. Hattâ vaktini de geçirir.
Yâ Alî! Tevbe eden kimsede üç alâmet olur: Harâmlardan perhîz eder
[kaçınır]. İlm öğrenmekde gayretli olur. Nasıl ki, göğüsden [memeden]
çıkan
sütün geri girme ihtimâli olmadığı gibi, günâha bir dahâ geri dönmez.
Yâ
Alî! Akllı kimsede üç alâmet olur. Dünyâyı hor, zelîl tutar. Cefâlar
çeker.
Kıtlık vaktinde sabr eder.
Yâ Alî! Sabr edende de üç alâmet olur: Kendini ziyâret etmiyenleri
kendisi ziyâret eder. Onu mahrûm edenlere bağışda bulunur. Kendine zulm
edenlere karşı durmaz; karşı koymaz.
Yâ Alî! Ahmak olanın üç nişânı vardır: Allahü teâlâ hazretlerinin
farzlarında
tenbellik eder. Abes sözleri çok söyler. Allahü teâlâ hazretlerinin
mahlûklarına
eziyyet eder.
Yâ Alî! İyi bahtlı olanın üç nişânı vardır: Halâl yir. Kendi şehrindeki
ilm meclisinde hâzır olur. Beş vakt nemâzı imâm ile kılar.
Yâ Alî! Bedbaht olanda üç nişân vardır: Harâm yir. Ulemâdan uzak olur.
Nemâzını özrsüz yalnız kılar.
Yâ Alî! İyi işleri olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâya tâatde
acele eder. Harâm etdiklerinden sakınır. Kendine kötülük eden kimseye
iyilik
eder.
Yâ Alî! Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin emrlerini yapmakda tenbellik eder [gevşek davranır].
Herkese
ziyânı dokunur. Kendisine iyilik edene, kötülük eder.
Yâ Alî! Sâlih olan kulun üç alâmeti vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri ile iyi amel işlemek için sulh eder. Kendi dînini ilmi ile
kuvvetlendirir.
Kendisine ne beğenir ise, halka da onu beğenir.
Yâ Alî! Perhîzkâr olanın [sakınan, müttekî olanın] üç nişânı vardır:
Kötüler ile berâber olmakdan kaçınır [sakınır]. Harâma düşmek
korkusundan
halâlden sakınır ve yalandan kaçınır.
Yâ Alî! Günâhkârların da üç alâmeti vardır: İşlerinde yanılır ve hatâ
eder. Lehv ve la'b ile [oyun ve çalgı ile] meşgûl olur. Unutkan olur.
Yâ
Alî! Kara gönüllü olan kimsenin üç nişânı olur: Za'îflere acımaz. Az
nesneye
kanâ'at etmez. Va'z ve nasîhat ona fâide vermez.
Yâ Alî! Sâdık olanın üç nişânı vardır: İbâdet etmesini gizler. Mübtelâ
olduğu musîbeti gizler.
Yâ Alî! Fâsıkda üç nişân vardır: Fitne ve fesâdı sever. Halka hastalık
ve musîbet ister. İyi amelden kaçar.
Yâ Alî! Süflî olanın üç nişânı vardır: Akrabâsını azarlar. Komşularına
eziyyet eder. Günâh işlemeyi sever. Yâ Alî! Allahü teâlânın red etdiği
kimsenin üç alâmeti vardır: Yalanı çok söyler. Yalan yere çok yemîn
eder.
Halka sıkıntı verir, hâcetini halk üzerine yükler.
Yâ Alî! Âbid olanın üç nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin
ta'zîminden kendi nefsini zelîl tutar, Şehvetlerini terk eder. Allahü
teâlâ
ve tekaddes hazretlerinin rızâsı için huzûrunda çok durmağı âdet eder.
Yâ Alî! Muhlis olanın üç nişânı vardır: Kâdir olursa [gücü yeterse]
afv eder. Malının zekâtını verir. Sadaka vermeği sever.
Yâ Alî! Bahîlde üç nişân vardır: Açlıkdan korkar. Birşey isteyenden
korkar. Kendine iyilik eden kimseye, içindekinin hilâfına [aksine] dili
ile hayr söyler.
Yâ Alî! Yüreksiz olanın üç nişânı vardır: Korkak olur. Gönlü [kalbi]
katı olur. Havf edici olur. Yâ Alî! Sâbir [sabr edici] olanın üç nişânı
vardır: Tâat etmeğe sabr eder. Mâ'siyyeti terk etmeğe sabr eder. Allahü
teâlâ hazretlerinin ahkâmına sabr eder.
Yâ Alî! Senin dostun olanın üç alâmeti vardır: Malını sana fedâ eder.
Nefsini sana fedâ eder. Senin sırrını gizli tutar.
Yâ Alî! Fâcir olanın üç nişânı vardır: Yemîn etmekle öğünür. Hanımları
aldatır. Çok bühtân eder.
Yâ Alî! Kâfirin üç nişânı vardır: Allahü teâlânın dîninde şek [şübhe]
eder. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dostlarını düşman tutar.
Rabbine tâat ve ibâdetden gâfil olur.
Yâ Alî! Rahmetden uzak kılınmış kulların üç nişânı vardır: Allahü
tebâreke
ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinin mekrinden emîn olur. Rahmetinden
ümîdsiz
olur. Allahü teâlânın Resûlüne muhâlefeti kendine âdet eder.
Yâ Alî! Afv edilmiş kulun üç nişânı vardır: Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinin azâbından korkucu olur. Mekrinden çekinir. Sırf Allah
için
yapılmıyan va'z ve nasîhatden çekinir.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhında halkın iyisi odur ki,
herkese
menfa'ati olur. Halkın kötüsü odur ki, gönlü [kalbi] kinli olur. Gammaz
ve kötü amelli olur.
Yâ Alî! Halkın en iyisi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde
o kimsedir ki, ömrü uzun olur ve ameli iyi olur.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin indinde en kötü ve Onun
buğz etdiği kimse o kimsedir ki, halk onu hayrlı zan eder. Onda hiç
hayr
olmaz. Zâhiri salâh ile süslü, bâtını günâh ile doludur. Bundan dahâ
kötüsü
o kimsedir ki, ondan sakınmak için kendine ikrâm olunur. Bundan dahâ
kötüsü
zenginlere ikrâm eder. Fakîrleri hor ve zelîl tutar. Zenginlere
çeşidli,
renkli ni'metler ile cömertlik eder. Fakîrlere bir parça ekmek vermez.
Bundan dahâ beteri o kimsedir ki, yalnız başına yiyip, bir kimseye, bir
nesne vermez. Bundan da beteri o kimsedir ki, bir müslimân kardeşine
dostluk
izhâr eder. Sonra onu helâk eder.
Yâ Alî! Kerâmet, günâhlardan geçmekdir [günâhları terk etmekdir].
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden korkmanın aslı, Allahü
teâlânın harâm etdiği herşeyden sakınmakdır.
Yâ Alî! Doğru söyleyici kimsenin alâmeti, doğru söylemek âdeti olur.
Kızgınlık ânında ve rızâ vaktinde ve hâcet vaktinde [ihtiyâc ânında] de
doğru söyler.
Yâ Alî! Beş şey gönlü öldürür. Çok yimek. Çok uyumak. Çok konuşmak.
Çok gülmek. Rızk için çok endîşe etmek. Harâm yimek îmânı za'îfletir,
kalbi
karartır.
Yâ Alî! Beş şey kalbi katı eder, karartır: Kalb çok kararırsa, Allahü
teâlâ korusun, kâfir olur. Bunlar günâhı bilmez, günâh işler. Tok
olduğu
hâlde yemek yimek. Zulm ile mal toplamak. Nemâzı te'hîr etmek. Sol eli
ile yimek ve içmek.
Yâ Alî! Beş şey unutkanlık hâsıl eder: Fâre artığı yimek. Kıbleye karşı
bevl etmek. Durur hâldeki suya bevl etmek. Kül üzerine bevl etmek.
Harâm
ile geçinmek.
Yâ Alî! Beş nesne [şey] gönlü [kalbi] parlatır, münevver eder: Sûre-i
ihlâsı çok okumak. Az yimek. İlm meclisine hâzır olmak. Az pişmiş ekmek
yimek. Gece nemâzı kılmak.
Yâ Alî! Beş şey gönlü rûşen eder, aydınlatır, karanlığını giderir:
İlm meclisinde oturmak. Elini yetîm başına sürmek. Seher vaktinde çok
istigfâr
etmek. Çok yimeği terk etmek. Çok oruc tutmak.
Yâ Alî! Beş nesne gözün nûrunu artdırır: Kâ'be-i mu'azzamaya bakmak.
Mushaf-ı şerîfe bakmak. Anne-babasının yüzüne bakmak. Âlimin yüzüne
bakmak.
Akar suya bakmak.
Yâ Alî! Beş nesne kişiyi kocaltır [çökdürür]. Borcu çok olmak. Çok
gamı olmak. Kadının nefesi erkeğe erişmek. Çok koku sürünmek. Çok
balgam
gelmek.
Yâ Alî! Cennet kapısında gördüm; yazılmış. Her kim hevâsına muhâlefet
ederse, Cennet onun yeri olur. Cehennem der ki: Yâ Rabbî! Beni neden
dolayı
yaratdın. Allahü teâlâ celle şânühü buyurdu: (Her bahîl ve mütekebbir
için)
[Cimri ve kibrli için]. Cehennem dedi, ben onlar içinim.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rızâsı anne ve babanın
rızâsındadır. Gadabı onların gadabındadır. Yâ Alî! Kâfir de olsa,
komşuna
ikrâm eyle. Kâfir de olsa müsâfire ikrâm eyle. Anaya-babaya kâfir de
olsalar
ikrâm eyle. Dilenciyi kâfir de olsa red etme.
Yâ Alî! Her kim şübheliden yir, dîni örtülü olur. Gönlü siyâh olur.
Her kim harâm yir ise gönlü [kalbi] ölür ve dîni köhne olur. Yakîni
za'îf
olur. Düâsı perdelenir. İbâdeti az olur.
Yâ Alî! Mücrim olan kul düâ etse, Allahü teâlâ celle şânühü onun
helâkını
istediği şeyde verir ve meleklere emr eder ki, verin istediği nesneyi
ki,
onun helâkı ondadır. Sesini kesin.
Yâ Alî! Allahü teâlâ kullarından bir kula gadab edecek ise, ona harâm
mal nasîb eder. Gadabı çok olunca, bir şeytânı onun üzerine musallat
eder
ki, onu dünyâda meşgûl eder. Dünyâ işleri kolaylaşır. Dinden uzaklaşır.
Sonra o kul der ki, Allahü teâlâ gafûrürrahîmdir.
Yâ Alî! Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulu sever, o kulun düâsını
gecikdirir
[te'hîr eder]. Melekler derler, yâ Rabbî bu mü'min kulun düâsını kabûl
eyle. Allahü teâlâ ve tekaddes buyurur ki, (Bırakın benim kulumu. Siz
onun
üzerine benden dahâ çok mu acıyorsunuz. Ben onun düâsını tedarruan
severim.
Ve ben alîm ve habîrim.)
Yâ Alî! Bir kişinin ölüm ânında, a'zâları birbirine selâm verir. Der,
esselâmü aleyke. Ben öldüm. Sen de ölsen gerek. Böylece ak tüy kara
tüyüne
der; ben öldüm; ya'nî ağardım. Sen de ölürsün.
Yâ Alî! Şâd olup, kahkaha ile gülme ki, Allahü teâlâ ve tekaddes böyle
olanları sevmez. Dâimâ hüznlü ol ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
hüznlü olan kimseleri sever.
Yâ Alî Her yeni gün olunca, o yeni gün, ey insan oğlu ben senin yeni
gününüm. Ben senin üzerine şâhidim. Bak, ne istersin. Her gece olunca,
gece de böyle söyler. Gündüz ile ve gece ile sohbeti iyi yap.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin fadlından halâli taleb
et ki, halâl taleb etmek mü'minler üzerine farzdır.
Yâ Alî! Abdest aldıkdan sonra İnnâenzelnâ [Kadr] sûresini okumakdan
geri kalmıyasın. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri herbir abdestde
sana
ellibin senelik abdest sevâbı verir.
Yâ Alî! Her kim ayaklarını yıkadıkdan sonra, bana salevât verse, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, onun bütün üzüntülerini giderir,
ferâhlandırır,
düâları müstecâb olur.
Yâ Alî! Tehâretlenince, yeniden su al ve önüne sür ve sonra, (Sübhâneke
Allahümme ve bi hamdike eşhedü en lâ ilâhe illâ ente vahdeke lâ şerîke
leke estagfiruke ve etübü ileyke.) oku. Sonra yüzünü bir tarafına çevir
ve şöyle söyle: (Ve eşhedü enne Muhammeden abdüke ve Resûlüke). Her kim
böyle yaparsa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun günâhlarını az
veyâ çok olsun, afv eder.
Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini fecr tulû'
etmezden
evvel ve gün doğmazdan evvel zikr ederse, Allahü teâlâ, onun Cehennemde
azâb olunmasına râzı olmaz. Onun günâhları yedi kat gökdeki yıldızlar
adedince
olur ise de azâb etmezler. Yâ Alî! Sabâh nemâzını cemâ'at ile kılasın.
Güneş doğup, yükselinceye kadar yerinde otur. Sonra iki rek'at nemâz
kıl
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sana bir hac ve ömre sevâbı
verir.
Köle azâd etmek sevâbı ve bin dinâr fîsebîlillah sadaka etmişce sevâb
verir.
Yâ Alî! Hazarda ve seferde Duhâ nemâzına devâm et ki, kıyâmet günü
olduğu zemân, bir nidâ edici Cennetin şerefeleri üzerinden nidâ eder
ki,
nerededir o kimseler ki, duhâ nemâzını kılarlar idi. Duhâ kapısından
varıp,
selâmetle ve emân ile Cennete girsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri
Duhâ nemâzını emr etmediği hiçbir Peygamber göndermedi [ya'nî her
Peygambere
emr etmişdir].
Yâ Alî! Her kim Cum'a günü gusl ederse, Allahü tebâreke ve teâlâ onun
günâhlarını afv eder. Bu Cum'adan gelecek Cum'aya kadar pürnûr olur.
Kabrde
ve mîzânda ağırlık olur. Yâ Alî! Kulların sevgilisi, Allahü teâlâ
hazretlerine
o kuldur ki, secdede (Yâ Rabbî! Ben nefsime zulm etdim. Beni afv et!
Zîrâ
günâhları ancak sen afv edersin.) der. Yâ Alî! Şerâb içen ile dostluk
etme.
O mel'ûndur. Zekât vermiyen kimse ile arkadaşlık etme. O Allahü
teâlânın
düşmanıdır. Fâiz yiyen ile arkadaşlık etme ki, o Allahü teâlâ
hazretleri
ile muhârebe eder. Kur'ân-ı kerîmde bu bildirilmişdir. [Bekara sûresi
279.cu
âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Eğer fâizi terk etmezseniz, Allaha ve
Peygambere
karşı harbe girmiş olursunuz...) buyurulmuşdur.
Yâ Alî! Düâ ederken veyâ Kur'ân-ı azîm-üş-şân tilâvet ederken sesini
çok yükseltme. Çünki, nemâz kılanların nemâzlarını fesâda verirsin. Yâ
Alî! Nemâz vakti gelince nemâzını kıl. Çünki şeytân seni meşgûl eder.
Bir
hayrlı işe niyyet etdiğin zemân, hemen o işi yap. Çünki, şeytân seni o
hayrlı işden men' eder.
Yâ Alî! Her kim ücret ile bir işçi tutar; ücretini temâm vermezse,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun tâatlarını mahv eder. Ben onun
kıyâmet gününde hasmı olurum.
Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm, âdem oğlu olup da, yedi iş işleseydim,
diye temennî etmişdir. Beş vakt nemâzı cemâ'at ile kılsaydım. Âlimler
ile
otursaydım. Hastaları sorsaydım. Cenâze nemâzını kılsaydım. Su
dağıtsaydım.
Dargın olan iki kimseyi barıştırsaydım. Yetîmlere şefkat etseydim. Yâ
Alî!
Sen de bunun üzerine hırslı ol.
Yâ Alî! Yetîm ağladığı zemân Arş-ı mecid titrer. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri buyurur ki, yâ Cebrâîl, bu yetîmi ağlatanın yerini
Cehennemde
bul! Ben de onu ağlatayım. Her kim ki onu sevindirir ve güldürür. Onun
Cennetde yerini geniş et ki, ben onu sevindireyim ve güldüreyim.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Âdem oğlunun bedeninde
dilden iyi birşey halk etmemişdir. Onun ile Cennete girer. Ve onun ile
Cehenneme girer. Onu zindâna koy ki, yırtıcı hayvân gibidir.
Yâ Alî! Eyyâm-ı beyd orucuna devâm et ki, ayın onüçüncü, ondördüncü,
onbeşinci günleridir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bu günlerde
oruc
tutanların yüzlerini beyâz eder. O sene temâmen oruc tutmuş gibi olur.
Yâ Alî! Her kim ilmsiz ibâdet ederse, zararı fâidesinden çok olur.
Onun misâli o a'mâ gibi olur ki, bir sahrâya delîlsiz gider. O kadar
dolaşır
ki, kendini dikenlik arasında bulur.
Yâ Alî! Her kim her gün yirmibeş kerre (Estagfirullahe lî ve li
vâlideyye
veli-cemî'il mü'minîne vel mü'minât vel müslimîne vel müslimâti innehû
mu'cîbüt de'avât) derse, Allahü tebâreke ve teâlâ o kimseyi kendi
dostlarından
yazar.
Yâ Alî! Her kim her gün on kerre (Lâ ilâhe illallahü kable külli ehadin
ve lâ ilâhe illallahü ba'de külli ehadin ve lâ ilâhe illallahü yebka
rabbünâ
ve yefnâ ve yemûtü küllü ehadin) derse, göklerde hiçbir melek kalmaz;
illâ
ona bin kerre istigfâr ederler.
Yâ Alî! Her kim hergün yirmibir kerre (Allahümme bârik lî fîl-mevti
ve fî mâ ba'det mevti) derse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
ona
dünyâda verdiği ni'metleri hesâbsızdır.
Yâ Alî! Her gün on kerre (Elhamdülillah kable külli ehadin ve
elhamdülillahi
be'de külli ehadin velhamdülillah yebka rabbünâ yefnâ küllü ehadin
velhamdülillahi
alâ külli hâlin) derse, Allahü teâlâ ve azze ve celle o kimseyi büyük
günâhı
olsa da afv eder.
Yâ Alî! Her kim benim üzerime her bir gün ve her bir gecede yüz kerre
salevât getirse, ona şefâ'at etmek, büyük günâhı olsa da, bana vâcib
olur.
Bu cümlede bütün müslimânlara nasîhat vardır.
Yâ Alî! Gece nemâzı kıl! Bir koyun sağacak mikdârı zemân kadar da olsa,
gecede iki rek'at nemâz gündüzleri bin rek'at nemâzdan fazîletlidir.
Geceleri
nemâz kılanların yüzleri, gündüzün bütün insanların yüzlerinden güzel
olur.
Yâ Alî! Hiçbir müslimâna la'net etme. Hiçbir hayvana la'net etme.
La'net
sana geri döner. Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
ni'metlerine şükr ederse, belâlarına sabr ederse, günâhlarına istigfâr
ederse, hangi kapıdan isterse Cennete girer.
Yâ Alî! Çok uyumak gönlü öldürür. Pişmânlığı, unutkanlığı artdırır.
Çok gülmek gönlü [kalbi] öldürür. Vakârı giderir. Çok günâh işlemek
kalbi,
gönlü siyâhlaşdırır. Pişmânlık verir.
Yâ Alî! Her kim dünyâyı ihtiyâcı kadar taleb ederse, Sırat üzerinden
şimşek gibi geçer. Allahü teâlâ ve tekaddes ondan râzı olur. Her kim
dünyâyı
isteyip ve harâmlardan çok mal toplarsa, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine
mülâki olduğunda, Allahü teâlâ hazretlerini gadablı bulur.
Yâ Alî! Her kim bir müslimâna, temiz düşünce ve hulûs-i kalb ile
yiyecek
verirse, Allahü teâlâ o kimseye bin hasene [sevâb] verir, bin günâhını
afv eder.
Yâ Alî! Mazlûmun inkisârından [kalbinin kırılmasından] sakın ki, Allahü
teâlâ onun beddüâsını, kâfir de olsa kabûl eder.
Yâ Alî! Borcu az et, râhat olursun. Borç din harâblığıdır. Gündüz
zelîl,
hakîrdir. Gece gam ve gussalıdır.
Yâ Alî! Her kim Cum'a gecesi Sûre-i Bekarayı okur ise, o kimse yedinci
gökden, yedinci yere kadar pürnûr olur. Her kim sûre-i Duhânı okur ise,
işlediği ve işliyeceği günâhları afv eder. Yâ Alî! Her kim Vessemâ'i
vet
Târik sûresini yatdığı vaktde okur ise, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri
ona, gökde olan yıldızlar adedince hasene [sevâb] verir.
Yâ Alî! Uyumak istediğin zemân istigfâr söyle. (Sübhânallahi
velhamdülillahi
ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billahil
aliyyil azîm.) oku ve (Kul hüvallahü ehad) sûresini çok oku ki, o
Kur'ân-ı
azîmin ışığıdır. Senin üzerine okumak vazîfe olsun Âyet-el kürsîyi ki,
bir harfinde bin bereket ve bin rahmet vardır. Her kim Sûre-i Mülkü
yatacağı
vakt okuyup, (Allahümme a'sımnî bil islâmi kâimen ve a'sımnî bil
islâmi,
râkıden ve lâ tüşemmitnî adüvven ve lâ hâsiden, Allahümme innî e'ûzü
bike
min şerri nefsî ve min şerri külli dâbbetin ente âhızün binâsiyetiha ve
es'elüke minel hayri küllihî.) der ise, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
cin ve ins şerrinden ve her yaratılmışın şerrinden onu muhâfaza eder.
Yâ
Alî! Sûre-i Haşrı oku. Dünyâ ve âhıret şerrinden muhâfaza eder.
Yâ Alî! Zeytin yağını yi ve kendini onunla yağla. Sana bir üzüntü
erişir
ise, (Sübhâneke rabbî lâ ilâhe illâ ente aleyke tevekkeltü ve ente
rabbül
arşil azîm) oku. O düâyı oku ki, Cebrâîl aleyhisselâm bana ta'lîm
etmişdir:
(Allahümme innî es'elüke afve vel âfiyete fiddîni veddünyâ vel
âhırete).
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini, gam ve gussa vaktinde
zikr et ve (Yâ hayyü yâ kayyümü yâ lâ ilâhe illâ ente rahmetike
estegîsü
fağfirli ve eslihlî şe'nî ve ferric hemmî) söyle.
Yâ Alî! Yemeğe tuz ile başla. Sonunda da tuz ile bitir. Tuz, ölüm
hâric,
yetmiş derde devâdır. Yemeklere çörek otu koy. O da ölüm hâric her
derde
devâdır.
Yâ Alî! Yeni ayı görünce tehlîl ve tekbîr getir ve (Lâ ilâhe illallahü
vallahü ekber ve a'zîm ve ekdar ve e'ûzü mimmâ ehâfü ve ühâzirû) oku.
Yâ Alî! Bir kimseden bir hâcet isteyeceğin zemân Âyet-el kürsî oku;
sağ ayağını ileri koy. Yâ Alî! Yedi kimse benim ümmetimden Cennete
girerler:
1' Tevbe eden yiğit [genç]. 2' Sadakayı gizli veren kimse. 3' Harâmı
terk
eden ve Duhâ nemâzını kılan kimse. 4' Malının gitmesine râzı olup, imâm
ile bir vakt nemâzının gitmesine râzı olmayan kimse. 5' Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin havfından [korkusundan] gözleri yaş ile dolan
kimse.
6' Ulemâ-ilhak ile oturan kimse. 7' Bir mü'mine muhabbet eden ve Allahü
teâlâ için ikrâm eden kimse.
Yâ Alî! Bir kimsenin üzerinden, ülemâ meclisinde oturmadan kırk gün
geçse, onun gönlü [kalbi] kararır. Büyük günâh işler. Zîrâ ilm gönlü
diri
tutar. İlmsiz ibâdet olmaz.
Yâ Alî! Her kimin vera'ı olmasa, günâh işlemekden men' olmaz. Ona yerin
altı yerin üzerinden iyidir. Ya'nî îmânın yeri belli olmadığından,
kabrde
durması dahâ iyidir.
Yâ Alî! Bir nesneyi pişirmek istersen, iyi pişir. Yediğin vakt çok
çiğne. Yağmur yağarken düâ et. Kâfirler ile ceng olduğu vakt, Kur'ân-ı
azîm-üş-şân kırâ'at olunduğu vakt ve farz nemâzından sonra düâ et.
Yâ Alî! Cehennemde demirden bir değirmen vardır. O, Kur'ân-ı kerîmi
okudukları ve âlim oldukları hâlde mücrim olanların başını öğütür. Yâ
Alî!
Hak ile hükm et ki, her cevr edici hâkim için, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin huzûrunda azâbdan bir zincir olur ki, uzunluğu yetmiş
arşındır.
Eğer ondan bir arşınını, bir yüksek dağın başına koysalar, temâmı
yanıp,
kül olur.
Yâ Alî! Yakın zemânda benim ümmetimden râfizîler [alevîler] çıkar.
Her kim benim Eshâbıma çirkin söylerse, seb' ederse [kötüler ise] onun
boynunu vur ki, bu ümmetin yehûdîsidir.
Yâ Alî! Her kim bir a'mânın elini tutarsa, Allahü teâlâ onun yüzbin
günâhını afv eder. Sol elini sağ elin ile tut.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ bir kimseye bir sâlihâ ve mutî'a hanım
verip, onun gönlünü hoş tutması ve imâm ile nemâz kılması ve komşuları
kendinden râzı olması, Allahü teâlânın ona ikrâmındandır. Yâ Alî!
Melekler
istigfâr ederler o kimseye ki, onun evinde bal olur, zeytin olur ve
çörek
otu olur. İçinde sûret [canlı resmi] olan, şerâb olan, köpek olan,
ana-babaya
âsî olunan ve hiç müsâfir gelmiyen eve [rahmet] melekleri hiç
girmezler.
Sefere veyâ cenge giderken Sûre-i Yasîni oku. On kerre innâ enzelnâ
[Kadr]
sûresini oku, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri düşmanların şerrinden
emîn eder.
Yâ Alî! Bir zâlimden korkar isen, (Yâ ilâhe, Cebrâîle ve İsrâfîle ve
Mikâîle ve Azrâîle ve yâ ilâhe İbrâhîme ve İsmâîle ve İshaka ve
münzelit
Tevrâti vel İncîli vez Zebûri vel Fürkân, Kün lî, câren min fülanibni
Fülân,
min kezâ ve kezâ) söyle. Sefer edeceğin zemân, (Yâ erda Âmentü birabbî
ve rabbiki Allahüllezî lâ ilâhe illâhüvellezî halakanî ve halekaki
e'ûzü
billâhi min şerri ki ve min şerri mâ yedübbü aleyki. Ve min şerri külli
üsûdin ve esedin. Ve min şerri vâlidin ve mâ veledin.)söyle.
Yâ Alî! Sana bir katılık erişdiği zemân, (Allahümme innî es'elüke bi
hakkı Muhammedin ve âli Muhammedin illâ necîtenî) söyle.
Hazret-i Âlî 'kerremallahü vecheh' dedi ki, yâ Resûlallah! Senin âlin
kimdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki, her takî ve nakî [harâmlardan sakınan temiz müslimânlar] benim
âlimdir.
Bir köye şunu demeyince de girme: (Allahümme innî es'elüke hayreha ve
hayra
men bihâ ve e'ûzü bike min şerrihâ ve şerri men bihâ).
Ta'âmı üç parmağın ile yi ki, şeytân iki parmağı ile yir. Hiç kimsenin
yüzüne tokat vurma. Hayvanın dahî yüzüne vurma. Rü'yânı meğer dostun da
olsa, söyleme.
Yâ Alî! Benim vasıyyetimi hıfz et. Nasıl ki ben Cebrâîl
aleyhisselâmdan,
O Rabbül âlemînden sübhânehü ve teâlâ hıfz etdi. Yâ Alî! Sana bu
vasıyyetde
evvelin ve âhırin ilmini verdim. Her kim ki bunun ile amel eylerse,
dünyâda
ve âhıretde selâmet üzere olur.
Kırkbirinci Menâkıb: Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin
fazîletleri
hakkında bildirilen menkıbedir. Gazâlardan birinde alınan ganîmeti,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Sahâbe-i
güzîn 'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleri arasında taksim edip, herbir gâziye
bir
pay verdiler. Alî 'kerremallahü vecheh' hazretlerine iki pay verdiler.
İslâm askeri arasında, kendi dâmâdı ve amcaoğluna meyl edip, iki pay
verdi
diye konuşmalar oldu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
onların bu sözlerini işitip, minbere çıkdı. Hamd ve salevâtdan sonra,
buyurdular
ki, yâ islâm askeri. Hiç bildiniz mi ki, bu küffâr askerini kim
susdurdu.
Kim vurdu ki, düşman behâdırlarının yürekleri titredi. O nâranın
heybetinden,
canları bedenlerinde kurudu. O kim idi. Dediler ki, yâ Resûlallah!
Gördük
bir merd ki, yeşil sarık başında. Ablak ata binmiş ve yüzünü sarmış.
Her
nâra vuruşunda, dağ titredi. Hamle ederdi; yer debrenirdi. Kılınç
çekerdi,
havada şimşek çakardı. Darbe vurduğunda, havayı buhâr kaplardı. Kılınç
vuranı görmez idik. Ammâ düşmanın baş, el ve ayağını görürdük. Hazret-i
Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (O
Cebrâîl
aleyhisselâm idi ki, bu cengi yapdı ve kâfirleri yerle bir etdi ve geri
döndü ve dedi ki: Yâ Muhammed! Benim hissemi Alî bin Ebî Tâlibe ver.)
İki
hissenin birisi kendi nasîbidir. Ve birisi Cebrâîlindir. Ta'n etmeyiniz
ki, bir kimseye iki hisse vermem ve kimseye meyl etmem.)
Kırkikinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' buyurdular ki, (Yâ Alî! Müjde olsun ki, sana kıyâmet gününde,
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ Cennet hazînedârına emr eyler. Her kim Cennete
girerse,
yâ Alî, senden sened almayınca, hazret-i Rıdvân Cennete koymaz. Yâ Alî,
sen de kimden râzı isen, sened verirsin, Cennete girer. Kimden ki râzı
değil isen, sened vermezsin, Cennete giremez.)
Hattâ bir gün yolda giderken, hazret-i Alî, hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' ile buluşdular. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alîye latîfe
yolu ile buyurdular ki: Yâ Alî! Senden sened olmayınca Cennete
girilmez.
O zemânda bana sened verir misin. Hazret-i Alî buyurdular ki, gerçek
buyurursun.
Lâkin, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden
işitdim;
yâ Sıddîk! Hazretinize danışmayınca bir ferde sened vermem. O takdîrce,
cenâbınız bizim üzerimize nâzır gibi olursunuz. Bizim senedimize ne
ihtiyâcınız
olur. Belki biz size mürâce'at ederiz, deyip, birbiriyle latîfe
eyleyip,
muhabbet ile, herbiri yollarına müteveccih oldular.
Kırküçüncü Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin gazâlarından bir gazâda kâfirler ile karşılaşıldı. Kâfir
askerlerinden bir kâfir, meydâna at sürüp, er diledi. Her kim karşısına
vardı ise, şehîd etdi. Mü'minlerden meydâna çıkanı şehîd etdiği için,
artık
meydâna kimse çıkmadı. O kâfir de, kimse meydâna çıkmadığı için, mağrûr
olup, ileri at sürüp, islâm askerine karşı, yüksek ses ile bağırıp,
dedi
ki: Yâ Muhammed! Bana er gönder, döğüşelim, ne durursun, senin yanında
bu denli cihângir behâdırlar vardır. Niçin göndermezsin. Çünki onlar
meydâna
gelmeğe korkarlar. (Hâşâ, Eshâb-ı güzîn ondan korkmazlardı. Lâkin
hikmeti
ne idi.) Dedi, bârî amcan oğlu Alîyi gönder. Gelsin, erlik nice olur,
göstereyim.
Hemen şâh-ı merdân, şîr-i yezdân Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ
anh'
kâfirin sesini işitdi. Durduğu yerde arslanlar gibi kükredi. Eshâbdan
birisini
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-u
şerîflerine
gönderdi. O kâfirin bulunduğu meydâna girmeğe izn taleb etdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki,
(Var Alîyi benim
yanıma getir.) O Eshâb da varıp, hazret-i Alîyi getirdi. Huzûr-u
şerîflerine
geldikde buyurdu ki: (Yâ Alî! O kâfirle ceng etmek ister misin!)
Hazret-i
Alî dedi ki: Yâ Habîb-i rabbil'âlemîn! Senin dînin uğruna cânım
fedâdır.
Ümmîd ederim ki, icâzet verip, himmet buyurasınız ki, varıp, o kâfirin
şerrini müslimânların üzerinden def' edeyim. Hazret-i Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem', hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' eline
yapışıp, buyurdu ki; (Yâ Alî! Seni, yerleri ve gökleri yaratan Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerine ısmarladım.) Bunu işiten Alî 'radıyallahü anh',
yaydan
ok çıkar gibi, o kâfire karşı at sürüp, yüksek sesle nâra atıp,
haykırdı
ki, kıyâmet kopdu sandılar. Kâfirler sonbehâr yaprağı gibi titreyip,
yere
düşdülür. Nice nice kâfirlerin ödü patlayıp, cânı Cehenneme gitdi. O
kâfir
de meydân ortasında, kurulup dururken, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' yetişip, karşısına geldikde, dedi ki, yâ mel'ûn! Îmâna gel! Yoksa
sen bilirsin. O kâfir de ceng istedi. Aralarında birkaç hamle geçdikden
sonra, yine islâma da'vet eyledi. Gördü ki, kâbiliyyet yokdur. Bir
darbe
ile atından yere düşürüp ve göğsünün üzerine çıkıp, kılıncını boğazı
üzerine
koydu. Yine dîne da'vet eyledi. O kâfir gördü ki, hiç kurtuluş yokdur.
Ağız dolusu pis tükrüğünü Alînin 'radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü
vecheh' mubârek yüzlerine boşaltdı. Tükrük yüzüne gelince üzerinden
kalkıp,
kılıncını kınına koydu. O kâfir de ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Alî!
Evvelden
sen beni ve ben seni bilmez iken, bana emân vermeyip, beni helâk etmek
ister iken, ben cânımın acısından böyle iş işledim. Dahâ çok gadab
edip,
beni helâk etmen lâzım ve vâcib iken, üzerimden kalkıp, kılıncı kınına
koymakdan maksadın nedir, bana bildir, dedi. Şâh-ı merdân Aliyyül
mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, sana o mühleti vermeyip,
helâk etmek
istemem dîn-i islâm gayretine ve Allahü teâlâ ve tekaddes aşkına idi.
Sonra
sen böyle edince, nefsime güç geldi. Korkdum ki, seni katl edersem,
nefsimin
arzûsu ile etmiş olurum. O sebeble seni elimden bırakdım. O kâfir dedi
ki, bu hâlis niyyet ve bu fütüvvet sizde vardır. Dîniniz hak dindir.
Bana
îmânı telkîn eyle. Îmâna geleyim. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
ona kelime-i şehâdet telkîn edip, müslimân oldu. O gün o pehlivânın
îmâna
gelmesi ile yetmiş behâdır pehlivân îmâna geldi. O pehlivân hazret-i
Alînin
mubârek ayaklarına baş koyup, hizmet-i şerîflerinden ayrılmadı.
Kırkdördüncü Menâkıb: Bir gün sabâh nemâzı vaktinde, hazret-i Alî
'kerremallahü
vecheh' mescide giderken, yolda bir ihtiyâra rast geldi. İhtiyârın ak
sakalına
hurmet edip, önüne geçmeyip, âheste âheste ardınca giderdi. Mescid
kapısına
vardıkda ihtiyâr içeri girmeyip, gitdi. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' anladı ki hıristiyân imiş. Mescidde Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerini rükû'da buldu. Güneşin doğma zemânı yaklaşmış
idi.
Cemâ'ate uyup, nemâzı kıldılar. Nemâzdan sonra, Sahâbe-i kirâm
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleri, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinden sordular ki: Yâ Resûlallah! Birinci rükû'da
âdet-i
şerîfinizden ziyâde durdunuz. O kadar ki, güneşin doğması yaklaşdı.
Lutf
edip, sebebini beyân ediniz. O Server-i Enbiyâ hazretleri buyurdular
ki,
(Âdet mikdârı rükû' tesbîhini edâ etdikden sonra, Semi'allahülimen
hamideh
deyip, kıyâma kalkmak istediğimde, Cebrâîl aleyhisselâm sidret-ül
müntehâdan
sür'atle gelip, kanadı ile arkamı basıp, başı ile başımı tutup,
kalkmama
engel oldu. Bundan başka, hikmetinin ne olduğunu ben de bilmiyorum)
buyurdular.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü hazretleri hazret-i Cebrâile emr
eyledi ki, var Habîbime, sebebini bildir. Eshâbına bu sırrı açıklasın.
O sâat hazret-i Cebrâil aleyhisselâm Habîbullahın huzûruna gelip, haber
verdi ve dedi ki: yâ Resûlallah! Mubârek başınızı rükû'dan kaldırmak
istediğiniz
zemân, Allahü teâlâ bana emr etdi ki, var Habîbimin arkasını tut;
rükû'dan
kalkmasın ki, benim kulum Alî, yolda, bir ak sakallı ihtiyârın,
sakalına
hurmet edip, âheste yürümekle, cemâ'at sevâbından mahrûm kalıyor.
Kalmasın,
Habîbime erişsin. İftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olsun. Ben de
geldim,
Sultânımı rükû'da tutdum ve Alî geldi. Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri
beni sizi rükû'da tutmağa gönderdiği zemân kardeşim İsrâfîli de güneşi
tutmağa gönderdi ki, çabuk doğmasın ve hazret-i Alî size erişinceye
kadar
eğlesin. İşte hikmeti budur. Sonra, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri bu haberi Eshâb-ı kirâm hazretlerine nakl
buyurdular.
Hepsi vâkıf oldular ki, hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh'
Rabbil'âlemîn
dergâhında hürmeti ve izzeti ne mertebe imiş ve yaşlılara hürmet etmek
fazîletine de bundan hissedâr oldular. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hakkında,
şî'î ve râfizî ve Ca'ferî ve İsmâîlî gibi fırak-ı dâllenin bildirdiği
pek-çok
uydurma menkıbeler de vardır. [(Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-ı
Kirâm)
kitâblarını okuyunuz!]
Kırkbeşinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' gazâya
gitmişdi.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, feth müyesser edip, çeşidli
ganîmetler
ile, yüz akı ile, sağ ve sâlim döndü. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri ile buluşdukda, huzûr-ı şerîflerine gazâ malından
bir kese altın getirdi. Server-i âlem o altınları, taksîm etdi.
Hazret-i
Alîye ancak, o altınlardan üç dâne verdi. İnsanlık îcâbı, hazret-i
Alînin
hâtırlarına, Sultân-ı kâinât benim ne mertebe ihtiyâcım olduğunu bilir,
diye biraz üzüntü hâsıl oldu. O hüzün ile se'âdethânelerine geldi. Gece
rü'yâda gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün herkesi arasat meydânında hesâb
için habs etmişler. Hazret-i Alîye 'kerremallahü vecheh', yâ Alî! Sen
de
üç altının hesâbını ver, dediler. Öyle bir harâret ve ızdırâb kapladı
ki,
beyni kaynardı. Bu ızdırâbdan sıkılıp, birkaç adım döşeğinden dışarı
atladı.
Suçunu bilip, tevbe ve istigfâra mecbûr oldu. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin âsitâne-i se'âdetlerine [evlerine]
varıp,
ayaklarına yüz sürdükde, Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri, Aliyyül mürtedâ 'kerremallahü vecheh' hazretlerini bu hâl
ile
gördükde, tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! Üç altının hesâbını
vermekde,
bu şeklde zahmet çekdin. Dahâ ziyâde olsa idi, hâlin nice olurdu.
Hazret-i
Aliyyül mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh', elbette bu menkıbede
anlatılandan
dahâ yüksekdir.
Kırkaltıncı Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden önce, Arabistâna bir pehlivân
gelmişdi.
Anter adlı bir dilâver, gürbüz pehlivân idi. Fahr-i âlemin 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' zemân-ı şerîflerine gelinceye kadar böyle bir
pehlivân
gelmemişdi. İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Bedi'üzzemân,
Kâsım,
âlemşâh gibi oğulları vardı. Bu kıssayı hazret-i Hamza 'radıyallahü
anh'
hazretlerine isnâd ederler. Ya'nî bunlar hazret-i Hamzanın oğullarıdır,
derler. Nihâyet Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurmuşdur
ki, (Medh edecekseniz, benim amcam Hamzayı medh ediniz!). Kıssa
kitâblarını
te'lîf edenler, bu hadîs-i şerîfi sened olarak alıp, Antere, hazret-i
Hamzadır 'radıyallahü teâlâ anh', dediler. Gâyet kuvvetli, behâdır
pehlivân idi.
Zemân-ı şerîflerinde, hazret-i Hamzanın karşısına çıkacak bir pehlivân
yok idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir al at vermişdi. Adına
Eşkâr derlerdi. O asrda ondan güzel at yok idi. O, zemânın sâhib kırânı
idi. Hazret-i Hamza hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzerine idi.
Hazret-i
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' efendimizin amcası idi.
Gâyet riâyet edip, severdi. Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri de hazret-i Hamzayı severdi. Vahy nâzil oldukda, dîn-i islâm
ile müşerref oldular. Dâimâ Eşkâr adındaki atına binerdi. Mubârek
arkasını
[sırtını] kimse yere getirememiş idi. Hattâ ilk önce Muhammed Mustafâ
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin emr-i şerîfi ile kan döken
hazret-i
Hamza olmuşdur. Uhud gazâsında şehîd olmuşdur. Server-i kâinât aleyhi
ekmelüttehiyyât,
Ona (Reîs-üş şühedâ) diye zikr etmişdir. Menkıbelerinin nihâyeti
yokdur.
Sözümüze dönelim: Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin huzûrlarında Anterin erliğini ve dilâverliğini,
boyunu-posunu
ve yapdığı gazâları anlatdılar. Emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' orada hâzır idi. Anterin evsâfını, kulağı ile işitince,
Antere
âşık oldu. Kalbinden geçirdi ki, ne olaydı Anteri, silâhı ve atı ile
görüp,
konuşaydım. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri, nübüvvet nûru ile, kalbinden geçeni bilip,
buyurdular
ki, (Yâ Alî! Anteri görmek istersen, falan dereye var. Yâ Anter, bana
gel
diye, çağır!) Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' o dereye varıp,
seslendi,
yâ Anter, beri gel. O dereden ve etrâfında olan dağlardan ve
düzlüklerden,
birçok, hesâbsız sesler geldi ki, lebbeyk, lebbeyk [buyur] yâ Alî,
hangimizi
istersin, diyorlardı. Şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Gaybdan bir ses
geldi ki, yâ Alî! Birçok Anter dünyâya gelip, toprak içinde yatarlar.
Onu
anası ve babası ismi ile çağır. Tekrâr hazret-i Alî 'kerremallahü
vecheh'
filan oğlu Anter deyip, çağırdıkda, Anter bütün silâhlarını kuşanmış
olarak,
Allahü teâlâ hazretlerinin emri ile, hazret-i Alînin huzûr-ı
şerîflerine
gelip, selâm verdi. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' esedullah iken,
erlikde ve behâdırlakda eşi ve benzeri yok iken, Anterin boy, pos,
heybet
ve selâbetini müşâhede etdikde, kalb-i şerîflerine bir korku geldi.
Kâdir-i
mutlak olan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs, tekbîr ve tesbîh etdi.
Kırkyedinci Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurdular ki, (Ben ilmin şehriyim. Alî kapısıdır.)
Hâricîler
bu hadîs-i şerîf için, Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine hased
etdiler.
Hattâ hâricîlerin büyüklerinden on kimse, dediler, biz hazret-i Alîden
'kerremallahü vecheh' hepimiz birer mes'ele soralım. Eğer herbirimize
ayrı
ayrı cevâb verirse, biliriz, âlimdir, ve fâdıldır. O on kişi hazret-i
Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' huzûr-u şerîflerine varıp, birisi sordu:
Yâ Alî!
İlm mi efdaldir, mal mı efdaldir. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
se'âdetle buyurdular ki, ilm efdaldir. Bunlar dediler ki: Ne delîl ile
söylersin. Hazret-i Alî buyurdu ki, ilm Enbiyâdan mîrâsdır. Mal
Kârûndan
ve Fir'avndan ve Hâmândan mîrâsdır. Bir başkası [ikincisi] süâl etdi
ki;
ilm mi efdaldir, mal mı. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: İlm maldan
efdaldir.
Zîrâ ilm, sâhibini saklar. Malı, sâhibi saklar. Biri de [üçüncüsü],
onlar
gibi sordu: Hazret-i Alî cevâb verdi ki, ilm efdaldir. Zîrâ, mal
sâhibinin
düşmanı çokdur. İlm sâhibinin dostu çokdur. Biri de [dördüncü] aynı
şeklde
süâl etdi. Hazret-i Alî cevâb verdi. İlm efdaldir. Zîrâ malı tasarruf
etseler
eksilir. İlmi tasarruf etseler artar [ziyâde olur]. Birisi [beşinci]de
aynı şeklde süâl etdi. Alî 'radıyallahü anh' cevâb buyurdu ki,mal
sâhibi
cimri diye çağrılır. İlm sâhibi büyük ismler ile çağrılır. Biri
[altıncısı]
da, aynı şeklde sordu. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' cevâb
buyurdu
ki: Mal harâmîden hıfz olunur. İlm harâmîden hıfz olunmaz. Biri de
[yedincisi]
aynı şeklde sordu. Hazret-i Alî se'âdetle cevâb buyurdu ki: Mal çok
durmakla
zâyi' olur. İlm her ne kadar durur ise de zâyi' olmaz. Biri de
[sekizinci]
aynı şeklde süâl etdi. Cevâb buyurdular ki: Mal kalbe kasâvet verir.
İlm
kalbi nûrlandırır. Biri de [dokuzuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında
buyurdular ki: Mal sâhibi, mal sebebi ile tanrılık da'vâsında bulunur.
İlm sâhibi böyle etmez. Biri dahî [onuncu] aynı şeklde süâl etdi.
Cevâbında
se'âdetle buyurdu ki: Mal, sebeb-i kasâvetdir [kalbi katılaşdırır].
İlm,
sebeb-i rahmetdir. Bundan sonra, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdu
ki, eğer bunlar benden, devâmlı süâl etseler, ben bunlara hayâtda
olduğum
müddetçe devâmlı cevâb verirdim. O on hâricî gelip, hazret-i Alîye
'radıyallahü
teâlâ anh' mutî' oldular. (Mişkât-ül envâr)dan alınmışdır.
Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu
ki, hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' beni Yemene
kâdî olarak gönderdi. Halk arasında dînin hükmleri ile hükm edecekdim.
Dedim: Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim. Kazâ ahkâmını bilmem. Mubârek
elini
göğsüme koyup, buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Kalbine hidâyet, diline doğruluk
ver!) Ondan sonra bana, iki kişi arasında hükm vermekde şübhe hâsıl
olmadı.
Hattâ hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurmuşdur ki: Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bana buyurdu ki: Yâ Alî! Benim
deveme
binip, Yemene git. Falan tepeye vardığında, ki o tepe Yemene yakındır.
Tepe üzerine çıkdığın vakt, görürsün ki, halk seni, karşılamağa
gelirler.
O zemân: (Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selâm ediyor, diye
söyle) buyurdu. Hazret-i Alî oraya varıp, selâmı teblîg etdiğinde,
yeryüzünde
bir hoş galgale [uğultu, gürültü] meydâna geldi ki, (essalâtü vesselâmü
alâ Resûlillah!) diye ağaçlar ve taşlar cevâb verdi. Halk bunu
işitdiler
ve cümlesi îmân getirdiler.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zimâhşerî, (Rebî'ul ebrâr) adlı kitâbında Ümm-i
Ma'bedin kız kardeşi oğlu Henûdun Ümm-i Ma'bedden rivâyet etdiğini
bildiriyor.
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bir gece
benim
çadırımda istirâhat edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi. Mubârek
ellerini
yıkadı ve mazmaza eyledi. O suyu, çadırın bir tarafında bulunan bir
diken
dibine dökdü. Sabâh oldu. Gördük ki, o yerden bir ağaç yetişmiş. Büyük,
büyük yemişler vermişdi. Kokusu anber kokusu gibi, tadı şeker gibi idi.
Aç kimse yise doyar, susuz kimse yise kanardı. Hasta yise sıhhat
bulurdu.
Gamlı kimse yise, mesrûr olurdu. Yaprağını yiyen her koyun ve deve bol
mikdârda süt verirdi. Biz o ağacın adına (Şecere-i Mubâreke) koymuşduk.
Etrâfdan hastalara şifâ için, meyvesinden almaya gelirlerdi.
Bir gün seher vaktinde gördüm ki meyveleri dökülmüş, yaprakları küçük
olmuş. Çok üzüldüm. Feryâd etdim. O sırada Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin vefât haberi geldi. O vak'adan otuz
sene
geçdi. Bir gün yine sabâh vaktinde dışarı çıkdım. Bakdım ki, o ağaç
kökünden
dallarına kadar her tarafı diken olup, yemişleri de dökülmüş. Sonra
Aliyyül
mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin şehâdeti ve bu dünyâdan
öbür
âleme göçüşü haberi geldi. Artık yemiş [meyve] vermedi. Ammâ
yapraklarından
fâidelenirdik. Bir gün yine gördüm. Özünden hâsıl olan kan akar,
yaprakları
da solmuş. Üzüntülü ve gamlı olup, oturduk. Sonra imâm-ı Hüseyn
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin şehâdet haberini getirdiler. Ondan sonra o
ağaç,
dibinden kuruyup, belirsiz oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Ellinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' rivâyet
buyurmuşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Hudeybiye
gününde
Mekke-i Mükerremeye doğru yola çıkdılar. Müslimânlar susadılar ve
hiçbir
yerde su bulunmadı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
Cuhfede
konakladı. Buyurdu ki; (Müslimânlardan bir cemâ'at ile falan kuyuya
varıp,
su kaplarını [tulumları] o kuyudan doldurup, bize getiren kimseye,
Allahü
teâlânın onu Cennetine koyması için kefîl olacağım.) Bir kişi kalkdı,
dedi
ki: Yâ Resûlallah! Ben giderim. Onu sakalardan [suculardan] bir cemâ'at
ile gönderdi. Seleme-tebni Ekvâ 'radıyallahü teâlâ anh' der ki: Ben de
onlar ile berâber idim. O kuyuya yakın geldik. O yerde ağaçlar var idi.
O ağaçlardan ses işitdik. Hareketler gördük. Ateşsiz dumânlar meydâna
geldi.
Bizim üzerimize çok korku verdi. O ağaçlardan öteye geçmeğe kâdir
olamadık.
Geri dönüp, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûruna
geldik.
Durumu arz eyledik. Buyurdular ki, (Onlar cinnîlerden bir cemâ'at idi.
Sizi korkutdular. Eğer siz, korkmadan [emr edilen gibi] gitseydiniz,
hiç
zararları erişmezdi.) Bir kişi dahî onu işitdi. Yerinden kalkdı. Ben
gideyim
yâ Resûlallah, dedi. O da sucular ile gitdi. Bunlara da o hâl vâki'
oldu.
Dönüp, Resûlullahın huzûruna geldiler. Yine buyurdular ki: (Eğer siz
emr
eylediğim gibi gitseydiniz, hiçbir zarar size erişmez idi.) Bu esnâda
gece
oldu. Eshâb-ı kirâm çok susadılar. Resûlullah hazretleri, Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini çağırtdı ve buyurdu ki: (Yâ Alî! Bu sakalar
[sucular]
cemâ'ati ile, sen var, o kuyudan su al, getir.) Seleme-tebni Ekvâ
'radıyallahü
teâlâ anh' der ki, dışarıya çıkdık. Tulumları arkamıza aldık.
Kılınçlarımızı
ellerimize aldık. Hazret-i Alî önümüzce yürürdü. O mekâna varınca, ki o
sesler ve o hareketler açığa çıkdı. Biz de korkduk. Kendi kendimize
dedik
ki, hazret-i Alî de o iki kişi gibi geri dönse gerekdir. Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' yüzünü bizden yana dönüp, buyurdu ki, benim ardımca
yürüyünüz.
Gördüklerinizden korkmayınız, onlardan ziyân erişmez. Sonra o ağaçların
ortasına girdik. Hiç ateş yok iken, büyük ateşler çıkmağa başladı.
Kesilmiş
başlar ortaya çıkdı. Korkulu sesler çıkarırlar ki, aklları durduracak
şeklde
idi. Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' o başlar üzerinden
yürüdü
ve bize dedi ki, ardımca geliniz. Sağa ve sola bakmayınız. Hiç
korkmayınız.
Biz de onun ardınca vardık. Kuyuya erişdik. Bir kovamız vardı. Berâ'
bin
Mâlik bir iki kova su çekdi. Kovanın ipi kopdu. Kova suya düşdü.
Kuyunun
dibinden gülme ve kahkahâ sesi geldi. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdu
ki: Kim askerlerden bir kova getirecek. Hepsi dediler, hiç kimsenin
tâkati
yokdur ki, o ağaçlardan geçebilsin. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
beline bir ip bağlayıp, kuyuya indi. Gülme ve kahkahâ sesleri dahâ çok
artdı. Sonra kuyunun ortasına vardı. Mubârek ayağı kaydı ve düşdü.
Kuyudan
galgala sesleri geldi. Boğazlanan bir kimsenin bağırdığı şeklde sesler
geldi. Sonra emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü anh' seslendi: Allahü
ekber,
Allahü ekber, ben Allahın kulu ve Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' kardeşiyim. Tulumları aşağı salınız. O tulumların temâmını
doldurdu.
Ağızlarını bağladı. Bir-bir yukarı çıkardı. Ondan sonra kendisi iki
tulum,
biz birer tulum götürdük. Sonra ağaçların yanına geldik. Önceki
gördüğümüz
nesnelerin hiçbiri yok idi. O ağaçlardan geçmeğe az kaldıkda, hâtıfdan
bir heybetli ses işitdik: Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
ve hazret-i Alînin menkıbelerinden söyler idi. Resûlullahın huzûr-ı
şerîflerine
geldik. Alî 'radıyallahü teâlâ anh' kıssayı temâmen anlatdı. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (O
duyduğunuz
ses Abdüllah adındaki cinnînin sesi idi. Safâ dağında sanem [put]ların
şeytânı olan Mes'ırı öldürdü.) (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Ellibirinci Menâkıb: (Hilâfetleri beyânındadır.) Osmân 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin vak'asından sonra, o gün Sahâbe-i kirâm
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' istediler ki, Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
ile bî'at etsinler. Mugîre tebni Şûbe dedi ki, sabr edelim. Bakalım
hazret-i
Osmânın kanını taleb eden kim olur. O gün bî'at te'hîr edildi. Ertesi
gün,
Mugîre, hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' huzûr-ı şerîfine vardı.
Dedi ki, dünkü tedbîr bî'atında duraklamak hatâdır. Sür'at kazandırmak
lâzımdır. Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazret-i Alîye
'kerremallahü vecheh' dedi ki, Mugîre dünkü sözünden vaz geçdi.
Hicretin
otuzbeşinci senesinin Zilhicce ayının dokuzuncu gününde hilâfet
hazret-i
Alî üzerine mukarrer oldu [ona bî'at edildi]. Talha 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinden bî'at taleb etdiler. Talha da bî'at etdi. Hazret-i
Alî hilâfet makâmına oturdu. Ona nasîhat etdiler ki, hazret-i Osmânın
'radıyallahü
teâlâ anh' âmillerini, husûsân Mu'âviyeyi 'radıyallahü teâlâ anh' azl
etmemesini
söylediler. Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (Ben,
karşı
koyanları yardımcı edinmeyi üsûl edinmedim. [Mu'âviyeyi 'radıyallahü
anh'
azl etdi. Yerine Abdüllah ibni Abbâsı ta'yîn etdi. Abdüllah kabûl
etmedi.
(Onu azl etme. Orada eski vâlîdir. Fitneye sebeb olur) dedi. Bir sene
sonra
yine azl etdi.]) Bu sebeble fitne zuhûra geldi. Etrâfındakiler
serkeşliğe
başladılar. Mu'âviye ve Amr ibni Âs 'radıyallahü teâlâ anhüm' ve
sâirleri
hazret-i Osmânın kanını taleb etdiler. Ma'lûm ola ki, bu şekl hâlleri
nakl
etmekden nehy olunmuşuzdur. Bir müslimâna Eshâb-ı kirâm arasındaki
çekişmeleri
ve muhârebeleri tafsilâtlı olarak nakl etmek halâl olmaz. Sahâbe-i
güzîn
zikr olunduğu mahalde müslimân olana lâzım olan 'rıdvânullahi teâlâ
aleyhim
ecma'în' demekdir. Sâir emrlerini Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
tefvîz etmekdir. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbı, 120.ci sahîfesinde; Talhanın
ve Zübeyrin 'radıyallahü anhümâ', hazret-i Alîye 'radıyallahü anh' ilk
bî'at edenler olduğu yazılıdır.]
Elliikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmişdir: Abdüllah
rivâyet eyler ki, İbrâhîm bin Sâlim Mahzûmî Medîne-i Münevverede vâlî
iken,
her Cum'a, halkı minber ayağına toplardı. Kendi minbere çıkıp, Aliyyül
mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine dil uzatır, kötülerdi. Bir
Cum'a minber ayağında bana uyku galebe geldi. Rü'yâmda gördüm ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek
kabrleri açılıp,
kâfurdan elbiseler ile çıkıp, geldi. Bana hitâb edip, buyurdu ki, yâ
Abdüllah!
Seni bu habîsin kelimeleri üzmez mi. Dedim ki, Evet üzer yâ Resûlallah!
Ammâ ne çâre, hâkimin hükmüne itâ'at ediyorum. Buyurdu: Yâ Abdüllah!
Allahü
teâlâ ona ne yapacak, bak, gör. Gözlerimi açıp, bakdığımda, gördüm ki,
minberden düşüp, helâk oldu [öldü].
Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Molla Câmî 'kuddise sirrûhussâmî'
(Şevâhid-ün
nübüvve)de rivâyet etmişdir. Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
bir mubârek günde, sabâh nemâzını cemâ'at ile kılıp, evrâd-ı
şerîflerini
okuyup, hamdele, tasliye ve düâdan sonra, mubârek arkalarını mihrâba
döndürdü.
Eshâb ve sâir ahbâb yerli-yerinde sâkin oldukdan sonra, hazret-i Alî
cevher
ve inciler saçan güzel sözler söyleyip, buyurdular ki, ba'zı şeyler
vardır
ki, gençlere söylenmeyip, o işle alâkalı olan kişilere söylenir. O
meclisde
hâzır olan tâze yiğitler kendi rızâları ile mescidden dışarı çıkıp,
gitdiler.
Sonra Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri Eshâbdan
birisine
buyurdu ki, Kûfenin falan mahallesinde ve falan sokağında, falan
mescidin
yanında bir kapı vardır. Git o kapıya vur. İçeriden bir erkek ile bir
kadın
çıkacakdır. İkisini de alıp, benim huzûruma getir. Onlara sözüm vardır.
Sonra o şahs emre itâat edip, gitdi. Araya araya hazret-i Alînin
buyurduğu
alâmetler ile o kapıyı bulup, vurdukda, içeriden bir erkek ile bir
kadın
çıkdı. Onlara dedi ki, Emîr-ül mü'minîn sizin ikinizi de ister. Onlar
da,
gelen emri kabûl edip, o kimse ile berâber Aliyyül mürtedânın
huzûrlarına
varıp, se'âdethânelerine yüzlerini sürdüler. Hazret-i Alî teveccüh
edip,
kadına dedi ki, sana bir süâlim vardır. Kat'iyyen inkâr etmeyip,
doğrusunu
söyliyesin. Kadın da dedi ki, yâ imâm! Ben başımdan ne geçmişse
söylerim.
Hâşâ ki senden saklayıp, inkâr eylemem. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' kadını, yakınına getirip, buyurdu ki, yâ âdem evlâdı! Çocukluğunda
bir amcan vefât etdi. Bir oğlunu baban evinize getirdi ki, kimsesi
yokdur;
bir öksüzdür. Evimizde oğlumuz gibi olsun, her hizmeti görsün diye. O
ümmîd
ile amcan oğlunu yanına alıp, besledi. Büyüyüp, yiğit oldukdan sonra,
bir
gün seni hanımlığa istedi. Baban huzûrsuz olup, sen benim evimde
büyüyesin.
Kızım ile rızân ile kardeş olasın. Allahü teâlâdan revâ değildir, dedi.
O ânda amcan oğlunu kendi hânesinden uzaklaşdırdı. Bir yerde gezerken
fırsat
bulup, seni tutdu. Zorla tasarruf etdi ve hâmile oldun. Herkesden
sakladın.
Düşürmeğe çâre bulamadın. Bu sırrı Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
biliyordu. Bir de vâliden biliyordu. Müddet temâm olup, bir gece
gizlice
bir oğlan doğurdun. Annen ile bir bez parçasına sarıp, onu katl de
edemeyip,
bir yüksek yere koydunuz. Birkaç adım gitdiniz ki,bir köpek o çocuğu
koklamağa
başladı. Annen bu köpeği görünce, eline bir taş alıp, o köpeğe atdı.
Allahü
teâlânın hikmeti, o atılan taş, o çocuğun alnına dokundu. Eyvâh kendi
elimiz
ile bu bîçâre çocuğu katl etdik deyip, yanına vardıkda, baksa ki,
çocuğun
alnında bir mikdâr yara eseri, alnı kanamış. Bir bez ile yara üzerini
bağladı.
O kimsesiz bîçâre çocuğu, annen ile orada bırakıp, evinize gitdiniz.
Bunu
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden başka kimse bilmez. Siz oradan
gitdiğiniz gibi, o yoldan bir kervân gelip, geçerken, orada bir çocuk
sesi
duydular. Ona doğru vardılar ki, bir küçük bîçâre çocuğu sarıp
koymuşlar.
Feryâd ile ağlayıp, yatar. O kervân sâhibi de o çocuğun ne olduğunu
sormayıp,
zâhirde bir çocukdur. Eğer terbiye olunup, ömrü olur ise bir dilâver
yiğit
olur diye, alıp, gitdi. Vilâyetine götürdü. Bir nice müddet terbiye
edip,
kemâle erişdi. Sonra efendisi olan bezirgân ile hacca gitdi. Takdîr-i
Rabbânî
o bezirgân eceli gelip, Mekke-i mükerremede vefât etdi. Defn etdikden
sonra,
bu yiğit efendisi vefât etdiğinden, üzüntüden kurtulmak düşüncesi ile
seyâhate
çıkdı. Dolaşıp, yolu Kûfe şehrine uğradı. Vilâyetin eşrâfı arasına
karışdı
[Onlar ile tanışdı]. Onsuz olmazlar idi. Netîcede bu şehrde kalmak, bu
şehrde yerleşmek istedi. Sonra eşrâfın herbiri bir tarafa çekdiler.
Hâsıl-ı
kelâm, seni bu [müsâfir gelen] gence nikâh etdiler. Bu gece zifâfa
koydular.
Yâ kadın! Sakın yalan söyleme; dediğimiz gibi olmadı mı. Gerçekden yâ
Alî,
buyurduğunuz gibidir ve doğrudur. Yâ Halîfe-i Resûlallah! Bu hâllere,
benim
bu sırrıma, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden gayri
ve annemden başka ve hazretinizden gayri, bu âna gelinceye kadar kimse
vâkıf değildir. Ondan sonra hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh ve
kerremallahü
vecheh' buyurdu ki; ey kadın! Bu [erkek], senin yola bırakdığın
oğlundur.
O yiğide de, aç alnını diyerek, işâret buyurdu. O da alnını açdıkda,
taş
yeri henüz gitmemiş. Açıkca göründü. Kadın hemen o yara izini gördü.
Dedi,
yâ Alî! Doğru söyledin. Bütün sözlerin doğrudur. Ondan sonra, hazret-i
Alî 'radıyallahü anh' o yiğide sordu ki, bu gecenin içinde olan ceng ve
cidâlin [kavga ve münâkaşanın] sebebi ne idi. Allahü teâlânın izni ile
bize ma'lûm olmuşdur. Lâkin bu meclisde hâzır olanların da ma'lûmları
olsun.
Onun için söyle. O yiğit dedi ki, yâ Alî! Allahü teâlâ bilir. Ne zemân
ki bu hâtuna el uzatsam, o sırada üzerime bir hınzır yavrusu hamle
ederdi
ki, aklım başımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim. O görünen hınzır
kaybolurdu.
Belki hayâldir diye, tekrâr elimi kaldırıp, kadına elimi uzatmak
istediğim
zemân, yine o hınzır açığa çıkıp, üzerime hücûm ederdi. Elimi çekince
kaybolurdu.
Kadın ise huzûrsuz olup, derdi ki, niçin cefâ edersin. Benimle alay mı
edersin. Elini kâh uzatır, kâh çekersin. Sâir erkekler gibi elimi alıp,
erkek ile kadın mu'âmelesi etmezsin. Sabâha kadar bu kadın ile ceng ve
cidâlimiz bu idi. Hazret-i Aliyyül mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdu
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kemâl-i lütfundan ve
gayretinden
ana-oğul ile cimâ olmağa revâ görmediği için, böyle hâl vâki' oldu.
Bunun
emsâli ahvâl Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden zuhûra gelmesi
çok değildir. Zîrâ bu şeklde kemâlât ve makâmât ve kerâmetlerine
nihâyet
yokdur.
Ellidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bir gün
Fırat nehri kenârında seyr ederken boğulmuş bir kimse gördü. O meyyitin
yanına varıp, bakdıkda, gördü ki, serçe parmağında Yemen taşından yüzük
var. Hayret edip, meyyit yanında hâzır olan cemâ'ate süâl etdi ki, bu
meyyitin
vefâtına sebeb ne oldu. Allahü teâlânın emri ki, sultânımız suya gark
olmuşdur.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, Yemen taşı
taşıyanın
suda boğulmaması gerek idi. Bunun hikmeti nedir, diye hayret deryâsına
dalıp, tefekküre vardılar. Allahü Sübhânehü ve teâlâ celle celâlühü
luftundan
ve ihsânından, hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' bu ızdırâbının
geçmesi
ve bu elemden kurtulması için, o meyyitin parmağında olan yüzük taşına
dil verip, hazret-i Alîye dedi ki: Yâ Alî! Yemen taşında buyurduğunuz o
hassâ vardır. Lâkin ben Yemenî değilim. Hind diyârının bir taşıyım.
Bende
o hassâ yokdur. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bunu işitmekle şâd
olup, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerine şükrler
eyledi.
Hâzır olan cemâ'ate buyurdu ki, suda boğulmakdan kurtulmak hâssası
Allahü
teâlânın inâyeti ile Yemenî taşa mahsûsdur. Başka taşlarda yokdur. O
zemândan
beri Yemenî taş i'tibâr bulup, parmakda yüzük kılındı. Bu hikâye bir
arabî
menâkıbdan nakl olundu.
Ellibeşinci Menâkıb: Alî 'kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinin bütün fazîletlerinden, ilmi o seviyede idi ki, bir
gün
minber basamaklarını şereflendirdikde, buyurmuşdur ki, rûhum kabza-i
kudretinde
olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Zebûr ve Tevrât ve İncîl
konuşabilseler
idi, ben onların bütün esrârlarından haber verebilirdim. Onlar da
ittifâk
ile beni tasdîk ederler idi. İbâdeti o mertebede idi ki, her gece
yalnız
olarak [gece halvetinde], farz ve sünnet tekbîrlerinden ayrı olarak bin
tekbîr işitilirdi. Hilmi o derecede idi ki, bir gün bir kölesine yedi
kerre
çağırdı [seslendi]. Cevâb vermedi. Sebebini anlamak için çıkdı. Hücre
[ev]
kapısında durmuş idi. Niçin cevâb vermediğini sordu. Yâ Efendi! İstedim
ki, seni gadablandırayım. Hazret-i Alî dedi ki, ey gâfil! Allahü
teâlânın
izni ile ben gadablanmam. Fekat seni imtihâna teşvîk edeni kızdırayım.
Onun için o köleyi âzâd etdi. Ömrü oldukça [yaşadığı müddetçe] ma'îşet
için çalışdı. Tevâzû'u o derecede idi ki, hilâfet zemânında mülkü,
doğuda
Semerkanda kadar genişlemişdi. Çok vakt yaya yürür, ata binmezdi. Bir
gün
ba'zı ihtiyâclarını alıp, kendi götürür idi. Hizmetçilerinden birisi
dedi:
Yâ Emîr-el mü'minîn! Bu hizmet bizimdir, biz yapalım. Buyurdu ki:
(Âilenin
ihtiyâcını te'mîne en çok hakkı olan babadır.) Hizmetçi dedi ki, siz
zemânın
halîfesi ve cihânın sultânısınız. Bu hizmet cenâbınıza hafîflik verir.
Buyurdu ki: Iyâlinin [çoluk-çocuğunun] ihtiyâcını taşımakla insan
kemâlinden
birşey kaybetmez. Sehâveti [cömertliği] o mertebede idi ki; bir vaktde
dört dirheme mâlik idi. Bir dirhemini gizli, bir dirhemini âşikâre, bir
dirhemini gündüz, bir dirhemini gece tasadduk eyledi [sadaka] verdi.
Şânlarının
büyüklüğü için meâl-i şerîfi (Gece ve gündüz, gizli ve açık, mallarını
sarf edenlerin mükâfâtlarını Rableri verecekdir..) olan Bekara
sûresinin
274.cü âyet-i kerîmesi nâzil olup, bütün âleme yayıldı ve şöhret buldu.
Fakîr-fukarâya çok düşkün idi ki, bu husûsdaki şânlarının büyüklüğü
için,
meâl-i şerîfi (Onlar kendileri arzû etdikleri hâlde, yiyeceği, yoksula,
öksüze ve esîre yidirirler) olan, Hel etâ [insan] sûresi 8.ci âyet-i
kerîmesi
nâzil oldu. Kemâl derecedeki ihsânı, meâl-i şerîfi (Sizin dostunuz
ancak
Allahü teâlâ, Onun Peygamberi ve nemâz kılan, rükû' eden ve zekât veren
mü'minlerdir) olan Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîmesi ile sâbit
olmuşdur.
Rivâyet edilmişdir ki, bir gün hilâfet zemânlarında, beyt-ül mâl
hazînesine
girip, fazla mikdârda altın ve gümüşü görüp, dedi, ey kırmızılar ve ey
beyâzlar! Benden başkasına cilve yapın ki, ben sizi dönüşü olmıyan bir
talâk ile boşamışım. Bir rivâyetde, sizi öyle terk etmiş ki, dönüşü
mümkin
değildir. (Kıt'a):
Altın, güneş olsa da, onu gerdânlık diye takmam,
Gümüş ay olsa yine, güneş gibi hiç bakmam.
Müsâvîdir yanımda, kara toprak, ay ve güneş,
Altın ile gümüşe başka, toprağa başka bakmam.
Kerâmetlerinden biri de odur ki, mubârek ayağını atının özengisine
basarken, Kur'ân-ı kerîme tilâvete başlar, öbür ayağını basıncıya kadar
hatm ederdi.
(Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmişdir. Esmâ binti Ümeys,
Fâtıma-tüz-zehrâdan 'radıyallahü teâlâ anhâ' nakl etmişdir: Zifâf
gecesinde onun [Alî 'radıyallahü
anh'ın] yer ile konuşduğunu duydum. Sabâh oldukda öğrenmek maksadı ile,
o hâli Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine arz
etdikde, secde-i şükr edip, buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Müjdeler olsun sana
ki, Allahü teâlâ; zevcine se'âdet ve üstünlük verip, yeryüzündeki
mahlûkların
seçilmişlerinden yapdı.)
Ellialtıncı Menâkıb: Yine (Şevâhid-ün nübüvve)de yazılıdır. Sıffîn
harbine giderken askerler çok susamışlar idi. Su aradılar.
Rastladıkları
bir kilisenin râhibi, falan yerde bir çeşme vardır, dedi. Askerler
bulundukları
yerden o istikâmete gidiyorlardı. Şâh-ı Merdân Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
başka tarafa gitmeyiniz, o tarafda bir taş görüp, işâret edip, bunu
kaldırınız
buyurdu. Bütün askerler, o taşı kaldırmakdan âciz olup, kaldıramadılar.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' o taşı kaldırdı. Altından, hoş ve
güzel, kaynayan su çıkdı. Bütün asker o sudan içip, kandıkdan sonra,
yine
o kaynak üzerine o taşı koyup, kapatdılar. Râhib, bu kerâmeti görüp,
dedi
ki, ey azîz! Sen Resûl müsün? Alî 'radıyallahü anh', hâyır, velâkin
Resûlün
vasîsiyim buyurdu. Râhib ihlâs ile Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerine îmân getirip, müslimân oldu. Hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' müslimân olmasının sebebini süâl buyurdukda, cevâb verdi ki:
Yâ Ebâ Hasen [Hasenin babası]. Önceki geçenlerimizden işitmişiz ve
kitâblarımızda
yazılıdır ki, bu mevkî'de bir çeşme var. Onun açığa çıkması Resûl veyâ
Resûlün vasîsi olmadıkca, müyesser olmaz. [Ya'nî onlar açığa çıkarır.]
Bugün ise sizden bu kerâmet açığa çıkdı. Anladım ki, siz Resûlün
vasîsisiniz!
İşitdiğim ve gördüğüm muhakkak olup, murâdıma erdim.
Nakl edilmişdir ki, dünyâyı terk edip, Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin hizmetinde bulunup, muhârebeye katılıp, şehîd oldu.
Hazret-i
Mürtezânın 'radıyallahü teâlâ anh' güzel ahlâkının vasflarından yazmak
ve anlatmak insan kudretinin dışındadır. Onun hâllerini müşâhede
imkânsızdır.
[Herkes anlıyamaz.] (Kıt'a):
Bir serverin ki, güzelliğini anlatmak kolay değildir,
Vasfı (Hel etâ) ola, medhi (İnnemâ).
Lâyık değil ki, onun zâtını vasf etmek,
Eteğine bulaşan Sühâ yıldızı ile.
Elliyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdu
ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri vasıyyet
etdi ki, vefâtlarında, mubârek bedenlerini benim yıkamamı emr
buyurdular.
Her kim o hazretin cesed-i şerîfine baksa, anlayışı ve hâfızası
kuvvetli
olur. Hattâ emîr-ül mü'minîn Alî 'kerremallahü vecheh' hazretlerinin
diğerleri
üzerine fehm [anlayış] ve hıfzı [hâfızası] çokluğundan sordular.
Buyurdu
ki: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini
yıkadım.
Gözünün hânesinde bir mikdâr su kalmış gördüm. O suyu dilim ile aldım
ve
içdim. Bu kuvvetli hâfıza, o ser-çeşmenin bereketindendir. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Ellisekizinci Menâkıb: Ebûl Esved Düeli demişdir ki, emîr-ül mü'minîn
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden işitdim. Buyurdu ki: Dışarı
çıkdım, ayağımı atın özengisine koydum. Abdüllah bin Selâm 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri çıka geldi. Dedi ki, yâ Alî! Nereye gidiyorsun.
Irâka
gidiyorum, dedim. Dikkatli ol ki, eğer sen Irâka gider isen, başına
kılınç
dokunsa gerekdir. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' yemîn etdi ki,
ben
bu sözü, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden
işitmişdim. (Şevâhid-ün nübüvve)de vardır.
Ellidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bir şahsa
dedi ki, benim haberimi Mu'âviyeye niçin götürürsün. O şahs inkâr etdi.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' yemîn eder misin, dedi. O şahs
yemîn
etdi. Hazret-i Alî buyurdu ki, eğer yemîninde yalancı isen, Allahü
teâlâ
senin gözlerini kör eylesin. Bir hafta geçmeden gözleri kör oldu.
(Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yine emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri Ruhbeden
bir şahsa, bir şey sordu. Doğru söylemedi. Hazret-i Alî, yalan
söylüyorsun,
buyurdu. O şahs, yalan söylemiyorum, dedi. Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' dedi ki: Senin üzerine düâ ederim, eğer yalan söylemiş isen,
Allahü
teâlâ seni kör eylesin. O şahs Ruhbesine gitmeden kör oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yine hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bir gün mescidde hâzır
olanlara
and verdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
her kim (Beni seven, Alîyi de sever) hadîs-i şerîfini işitmiş ise,
şehâdet
versin. Ensârdan on kişi hâzır olup, şehâdet etdiler. Bir kişi de bu
hadîs-i
şerîfi işitmiş idi ve o meclisde hâzır idi. Şehâdet etmedi. Hazret-i
Alî
buyurdu ki, ey falan, niçin sen şehâdet etmezsin ki, sen de o meclisde
olup, hadîs-i şerîfi işitmiş idin. O kişi dedi: Ben ihtiyârladım;
unutdum.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' düâ etdi ki, yâ Rabbî! Eğer bu
şahs
yalan söylüyor ise, onun derisinde bir beyâzlık açığa çıkar ki, sarığı
onu örtmesin. Rivâyet eden der ki, vallahi ben o şahsı öyle gördüm ki,
iki gözünün ortasında beyâzlık meydâna geldi. Hattâ Zeyd bin Erkam
'radıyallahü
teâlâ anh' demişdir ki, ben de o meclisde veyâ onun gibi bir meclisde
hâzır
idim. Ben de o hadîs-i şerîfi işitenlerden idim. Ammâ şehâdet etmedim.
Allahü teâlâ azze şânühü benim gözlerimin nûrunu giderdi. Her zemân o
şehâdet
etmemenin pişmânlığını çekerdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinden
magfiret taleb ederdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışıncı Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' bir gün minbere çıkdı. Buyurdu ki: Ben Allahın kulu, Resûlünün
kardeşi,
Cennet kadınlarının seyyidesinin nikâhlısıyım. Her kim benden gayri bu
da'vâda bulunsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseye belâ verir. O
meclisde
olan bir kişi, dedi ki: Allahın kuluyum ve Resûlullahın kardeşiyim sözü
kimseye hoş gelmez, bu söze kimse inanmaz. O şahs yerinden kalkmadan,
aklını
kaybedip, deli oldu. Onu, ayağından yapışıp, mescidden dışarı
sürüdüler.
Komşularından, ona dahâ evvel böyle bir şey olmuş mu idi diye sordular.
Dediler ki, olmamışdı. Herkes bildiler ki, emîr-ül mü'minîn Alîye
'radıyallahü
anh' ta'n sebebi ile oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışbirinci Menâkıb: Sıffîn günlerinden bir gün, emîr-ül mü'minîn
Alî 'radıyalahü teâlâ anh' seslendi ki, yâ Ebâ Müslim neredesin.
Muhammed
bin Hanefiyye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî
buyurdu
ki: Benim murâdım Ebû Müslim Havlânî değildir. Maksadım şu Ebû
Müslimdir
ki, Horâsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Doğu tarafından siyâh
bayraklar
ile meydâna çıkar. Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele eder
ki,
Allahü teâlâ onun vâsıtası ile, olacak şeyleri merkezinde karâr
etdirir.
Ne mutlu onunla berâber dîni yaymak için çalışan, dîni yaymak için
gayret
edenlere. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışikinci Menâkıb: Bir gün Mu'âviye 'radıyallahü teâlâ anh' dedi
ki, ne olaydı, ne zemân öleceğimizi bilseydim. Hâzır bulunanlar dedi
ki,
biz onun nasıl olacağını bilmeyiz. Hazret-i Mu'âviye dedi ki: Ben onu
hazret-i
Alîden öğrenirim. Onun bildiği herşey doğrudur. Dilinden çıkan şeyler
doğrudur,
bâtıl değildir. Kendinin güvendiği kimselerden üç kişi çağırdı. Onlara
dedi ki: Üçünüz berâber yol arkadaşı olup, Kûfeye gidiniz. Kûfeye bir
menzil
kalınca [yaklaşınca], birbirinizin ardınca Kûfeye giriniz. Her biriniz
benim öldüğüm haberini veriniz. Lâkin her biriniz, hastalığımda, ölüm
günümde
ve sâatinde ve mahallinde ve nemâzımı kılan kimse hakkında ve sâir
husûsda
birbirinize uygun söyleyiniz. O üç kişi, Mu'âviyenin 'radıyallahü teâlâ
anh' dediği şeklde, Kûfeye gitdiler. Bir menzil kaldı. Birisi Kûfeye
girdi.
Sordular, nereden gelirsin. Dedi, Şâmdan gelirim. Dediler, ne haber
var.
Dedi ki: Mu'âviye vefât etdi. Hazret-i emîr-ül mü'minîn Alî
'radıyallahü
anh' huzûrlarına bu haberi iletdiler. Hazret-i emîr-ül mü'minîn Alî
'radıyallahü
anh' aslâ iltifât buyurmadılar. İkinci gün biri dahî geldi. Yine
Mu'âviyenin 'radıyallahü anh' vefâtının haberini verdi. Yine hazret-i
Alî 'radıyallahü
teâlâ anh' cevâb vermedi. Üçüncü gün biri dahî geldi. Evvelkilere
muvâfık
haber verdi. Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü anh' hazretlerine
iletdiler.
Haber mütevâtir oldu. Sıhhatinde şübhe kalmadı. Muhakkak Mu'âviye
'radıyallahü
anh' vefât etmişdir, dediler. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn Alî
'radıyallahü
anh' mubârek başını ve yüzünü göstererek; (Bundan akan kan ile bu
bulaşmayınca,
Mu'âviye vefât eder mi) buyurdu. O üç kimse bu haberi Mu'âviyeye
'radıyallahü
anh' iletdiler. Mu'âviye 'radıyallahü teâlâ anh' anladı ki, kendisi Alî
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden sonra kalacakdır ve hem de
kazâ-i
ilâhî ile öyle oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışüçüncü Menâkıb: Rivâyet edilmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' Vedâ haccından dönerken, Gadîrhum denilmekle ma'rûf
menzilde
nemâzdan sonra, Eshâb-ı kirâm 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hazretlerine
dönüp buyurdular ki, (Ben mü'minlere nefslerinden dahâ sevgili, dahâ
yakın
değil miyim.) Orada hâzır olanlar ittifâkla tasdîk edip, dediler,
(Evet,
yâ Resûlallah.) Sonra hazret-i Alînin elinden tutup, buyurdu ki: (Ben
kimin
mevlâsı isem, Alî onun mevlâsıdır.) [Beni seven Alîyi sever.] (Yâ
Rabbî,
ona düşmanlık edene düşmanlık et. Onun ile dost olana dost ol. Onu hor
tutanı hor tut. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olur ise olsun,
ona
hakkı, doğruyu bildir.)
(Kıt'a):
Gel ey Resûlün rızâsını isteyen,
Onu seveni sev, düâsını rehber et.
Sana ilâhî kılınç çekilmesin diyorsan,
Allahın arslanına buğz etme, muhabbet et!
Altmışdördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ anh', bir mikdâr henüz toprakdan ayrılmamış altını Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûrlarına getirdi. Hazret-i
Resûl-i
ekrem ve Nebiyyi muhterem 'sallallahü aleyhi ve sellem' onu Necd ehline
taksîm eyledi. Kureyş ve ensâr dediler ki: Yâ Resûlallah! Bizi bırakıp
da Necd ehline taksîm buyurdun. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' buyurdu ki: (Bunu, onun için onlara taksîm etdim ki, ehl-i
islâm
ile ve müslimânlar ile ülfet etsinler!) Bu sözleri söylediği sırada bir
şahs çıka geldi. Gözleri çukurlaşmış, sakalı yüzünü bürümüş, vücûdunu
kıllar
kapatmışdı. Dedi ki: Yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerinin emrini
yerine
getir. Resûlullah hazretleri, (Eğer ben, Allahü teâlânın emrlerini
dinlemez
isem, kim dinler) buyurdu. Hâlid bin Velîd 'radıyallahü teâlâ anh'
orada
hâzır idi. Dedi ki: Yâ Resûlallah! İzn ver, katl edeyim. İzn vermedi.
Sonra
o şahs yüzünü dönüp, gitdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdular ki, (Bunun neslinden bir kavm zuhûra gelecekdir.
Kur'ân-ı azîm-üş-şânı okurlar. Ammâ boğazlarından aşağı geçmez. Ehl-i
islâmı
katl ederler. Okun yaydan çıkdığı gibi, dîn-i islâmdan çıkarlar!)
Hâricîler
o kavmdendir. O sebebden onlara (Mârikûn) derler.
Altmışbeşinci Menâkıb: Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerine haber vermiş idi ki, (Sen, cemâ'atinden dinden çıkan
hâricîler olacak, onlar ile harb edeceksin. Onlar içinde bir şahs olur
ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu başında, kadınlar memesi gibi nesne
olur. O et parçasının üzerinde fâre kuyruğu gibi nice kıllar vardır.)
Rivâyet ederler ki, emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
hâricîler üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helâk oldu. Hazret-i
Emîr-ül
mü'minîn buyurdu, o şahsı istediler. Bir def'a aradılar, bulamadılar.
Hazret-i
Emîr yemîn etdi ki, vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyliyen yalan
söylememişdir. Bir def'a dahâ istediler. Kırk ölünün altında, emîr-ül
mü'minîn
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden nakl etdiği gibi buldular.
Altmışaltıncı Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü
teâlâ anh' islâm askeri ile hâricîlere karşı harb etmeğe giderken,
Nehrvân
yolunda bir kilisede bulunan bir râhib dedi ki; ey islâm askeri,
emîriniz
bu tarafa gelsinler. Hazret-i Alîye arz olundukda, hazret-i Emîr o
tarafa
doğru yönelip, kiliseye vardılar. Râhib dedi ki, ey müslimân
askerlerinin
serdârı! Bugün tâli' yıldızı müslimânların mağlûbiyyetini gösteriyor.
Sabr
ediniz. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki:
Ey
râhib! Bana yıldızlara bakıp, hükm söylersin. Falan settâreden
[yıldızdan]
bana haber ver. Râhib dedi ki: Ben o yıldızı bilmiyorum. Hazret-i Alî
buyurdu
ki: Ey râhib! Ma'lûm olsun ki, gök ilmini [ilm-i nücûmu] bilmiyorsun.
Yer
[arz] ilminden sorayım. Hâlen ayağının basdığı yerin altında ne vardır.
Râhib dedi ki: Bilmiyorum. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh', Ben
sana
söyliyeyim. Şu şeklde bir kab, kabın içinde şu kadar, şu vasfda,
nakşda,
akçe vardır, buyurdu. Râhib dedi, ey azîz! Bu şeklde keşf etmek sana
nereden
hâsıl oldu. Buyurdu ki: Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' bana haber vermiş idi ki, bir grub asker ile harb edesin ki,
onların
askerinden, on kişiden azı kurtulur. Senin askerinden ondan eksik şehîd
olur. Râhib, hayret edip, imtihân için ayağı altındaki yeri kazdı. O
ta'rîf
edilen şeklde akçeler bulup, o nişân ile çıkıp, o şeklde görünce, îmâna
geldi. Rivâyet edilir ki, o dörtbin hâricîden üçbindokuzyüzdoksanbir
adedi
öldürülüp, dokuz asker firâr etmişdir. İslâm askerinden dokuz se'âdetli
kimse şehâdet şerbetini içip, gerisi sıhhat ve selâmet üzere kalmışdır.
Altmışyedinci Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî 'rahimehullahi teâlâ'
(Delâ-il-ün
nübüvve) adlı kitâbında, Firâs bin Amrdan 'radıyallahü teâlâ anh' nakl
eylemişdir. Ona Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
zemân-ı şerîflerinde bir baş ağrısı ârız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' iki gözü ortasını tutdu. Mubârek parmakları ile
tutduğu yerden kirpi kılı gibi kıl çıkdı. O ağrı ondan gitdi.
Hâricîlerin
emîr-ül mü'minîn Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' üzerine hücûm etdikleri
günde, Firâs de onlara uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada
o ağrı tekrâr başladı. Ona dediler ki, bu iş sana hâricîlere uyduğun
için
hâsıl oldu. Tevbe ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o ağrı
ondan
temâmen gitdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışsekizinci Menâkıb: Alî bin Zeyd 'rahimehullahü teâlâ' demişdir.
Sa'îd bin Museyyib 'radıyallahü anh' bir şahsı bana gösterdi ve dedi
ki,
var o şahsı gör. Dedim, hâlini bana anlat. Benim görmeme ne lüzûm var.
Bu şahs Osmân ve Alînin 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hakkında kötü sözler
söyler idi. Ben münâcat etdim, Allahü teâlâya ki, eğer senin katında
Osmânın
ve Alînin kıymetleri var ise; bana bir nişân göster. Sonra o bedbahtın
yüzü siyâh oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışdokuzuncu Menâkıb: Abdüllah Muhammed bin Kayyımil Cevzî
(Kitâb-ür-rûh)
kitâbında nakl eyledi. O da Kureyşin bir şahsından rivâyet eyledi.
Şâmda
bir kişi gördüm ki, yüzünün bir tarafı kapkara idi. Onu dâimâ bir nesne
ile örterdi. Ondan bu durumunu sordum. Dedi ki: Allahü teâlâya ahd
eyledim
ki, her kim bu hâli benden sorarsa, ben ona hikâye edeyim. Ben, Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerine buğz ederdim. Hakkında uygunsuz sözler
söylerdim.
Bir gece uykumda gördüm ki, bir kişi geldi. Sen benim hakkımda uygunsuz
sözler söylersin, dedi. Yüzümün bir tarafına bir nesne ile vurdu. Sabâh
gördüm ki, yüzümün o tarafı siyâh olmuş. (Şevâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine sordular: Ebû Bekr
ve Ömerin 'radıyallahü teâlâ anhümâ' zemân-ı şerîflerinde, hilâfetleri
çekişme, kavga, fitne ve ihtilâflı değildi. Sizin ve Osmânın
'radıyallahü
teâlâ anh' hilâfetlerinin zemânları sıkıntı ve değişiklik ve fitneden
hâli
olmadı. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Onun sebebi
şudur.
Ben ve Osmân, Ebû Bekr ve Ömerin mu'âvinleri idik. Sen ve senin
emsâlin,
benim ve Osmânın yardımcımız oldunuz. Böyle oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den
alınmışdır.
Yetmişinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Alî 'kerremallahü vecheh' Yenbû
karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin burada durursun. Eğer
vefât
edersen, hizmetlerini görmezler. Medîneye gidersen, kardeşlerin işini
görürler.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Ben şimdi vefât etmem. Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bana haber vermişdir.
Mubârek
başını gösterip (buranın kanı), mubârek yüzünü gösterip (burayı
boyamayınca)
ben vefât etmesem gerekdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Yetmişbirinci Menâkıb: Ammâr bin Yâser 'radıyallahü anh' bir gün Alî
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine buyurdu ki: Yâ Alî! Sana,
insanların
bedbahtlarından haber vereyim mi! Bunlar; Sâlih aleyhisselâmın devesini
kılınçla vuranlar ve senin başına kılınçla vurup, yüzünü kana
boyayanlardır.
Yetmişikinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' Kûfe mescidinde, kendisini katl edecek olan İbni Mülcem mel'ûnunu
gördü. Ona hitâb edip, buyurdular ki, ey Mülcem oğlu. Senin câhiliyye
zemânında
ve çocukluk günlerinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum.
Buyurdu
ki: Sana; (ey şakî, ey Sâlihin devesini kısırlaşdıran) diyen, bir
yehûdî
hizmetciniz var mı idi. Evet var idi, dedi. Emîr-ül mü'minîn birşey
söylemedi.
Yetmişüçüncü Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü'minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr
'radıyallahü teâlâ anhüm' ile gizli söyleşirler idi. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Zübeyre gizli
söylersin
[sırrını söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb] edecekdir.) Deve
vak'ası olduğu zemân, Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bu hadîs-i şerîf ile
Zübeyri 'radıyallahü anh' andı. Zübeyr 'radıyallahü teâlâ anh'
muhârebeden
vaz geçdi. Dönüp gitdi. Bir şahs ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı
hazret-i Alîye 'radıyallahü teâlâ anh' getirdi. Hazret-i Alî buyurdular
ki, (Hazret-i Zübeyrin kâtiline, Cehennem ateşi müjdeler olsun!)
(Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yetmişdördüncü Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri Hendek kazdıkları gün; Ammâr bin Yâserin, mubârek eliyle
arkasını
sığadı. Buyurdu ki, (Seni ehl-i bâgîden bir cemâ'at katl etse
gerekdir!)
Sonra Sıffîn günlerinde harb şiddetlendi. Ammâr bin Yâser, hazret-i
Alînin
yanında yemîn etdi ki, bu o gündür ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri bana o günde şehâdet va'd buyurmuşdur. Emîr-ül
mü'minîn
hazretleri hiç cevâb vermedi. Üçüncü def'a yine yemîn etdi. Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Evet, bu gün o gündür. Hemen
Ammâr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri tekbîr aldı. Hoş yeller esmeğe
başladı.
Yüzünü Mu'âviyenin 'radıyallahü teâlâ anh' askerinden tarafına dönüp,
muhârebe
ile meşgûl oldu. Mu'âviyenin 'radıyallahü anh' askerinden ba'zı
behâdırlar
bunu düşürdü. Bu esnâda susuzluk galebe etdi. Su diledi. Süt ile
karışmış
bir kadeh su verdiler. Ammâr onu gördü. Allahü ekber! dedi. Sonra ondan
bir mikdâr içdi. Ve dedi ki: Risâletpenâh 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
efendimiz hazretleri bana haber vermişdir ki, (Seni ehl-i bâgîden bir
kimse
katl etse gerekdir. Senin katlin hazret-i Cebrâîl ve Mikâîl
aleyhimesselâmın
ortasında olur. Onun alâmeti o olur ki, o vakt su isteyesin. Sana su
ile
karışmış süt verirler.) Hattâ hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' Abdüllah bin Amr bin Âsa buyurmuşdur ki, ey Abdüllah; Ammâr
bin Yâserin kâtiline Cehennem ateşi ile müjde veresin. O gün, Ammâr bin
Yâseri şehîd etdiler. İki bedbaht onun mubârek başını Mu'âviyenin
'radıyallahü
anh' önüne götürüp, çekişdiler. Biri dedi ki, ben katl etdim. Öbürü
dedi
ki, ben katl etdim. Mu'âviye 'radıyallahü anh' dedi; her kim onu katl
etmiş
ise, ona bir kese gümüş vereceğim. Bunun anlaşılması için Abdüllah bin
Amr bin Âsa emr etdi. Abdüllah birinden, nasıl katl etdiğini sordu. O
kişi
dedi ki: Onun üzerine hamle etdim. Onu katl mahallinde gördüm. Abdüllah
dedi, sen katl etmemişsin. Diğerinden de sordu. Diğeri dedi ki:
Birbirimize
hamle etdik. Benim hamlem ona te'sîr edip, atından düşdü. Dizi üzerine
gelip, dedi ki: (Cebrâîl ve Mikâîl 'aleyhimesselâm' ortasında bu işi
yapan
iflâh olmasın; pişmân olacakdır.) Bunu söyleyip, sağına ve soluna
bakardı.
Ondan sonra ben ileri varıp, başını kesdim. Abdüllah hazretleri
buyurdu:
(Bu bir kese dirhemi [gümüşü] tut ve sana Cehennem ateşi müjde olsun!)
O bedbaht dedi ki: Eğer ölürsek vay bize, eğer öldürürsek vay bize.
Keseyi
bırakdı [yere atdı]. (İnnâ lillah ve innâ ...) dedi. Mu'âviye
'radıyallahü
anh' dedi, Ey Abdüllah! Bunun gibi sözlerin mahalli midir? Abdüllah
hazretleri
buyurdu ki, mescidi bina etdikleri günde herkes bir taş getirdi. Ammâr
iki taş getirdi. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinden işitdim, buyurdular ki, (Ey Ammâr! Seni ehl-i
bâgîden bir cemâ'at katl edeceklerdir.) Sonra buyurdular: (Ey Abdüllah!
Ammârı katl edeni Cehennem ateşi ile müjdele!)
Yetmişbeşinci Menâkıb: Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' bir gün buyurdu ki, (Yâ Alî! Yakın zemânda, seninle Âişe
arasında
bir hâdise vâki' olacakdır.) O buyurdukları Cemel harbine işâret idi.
Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' dedi: Yâ Resûlallah! Eshâb-ı güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinin içinde, bu bana mı mahsûsdur.
Habîbullah
hazretleri buyurdu: (Evet, sana mahsûsdur.) Hazret-i Alî dedi ki: Öyle
olur ise ben Eshâbın en bedbahtı olurum. Hazret-i Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Yok öyle olmazsın. Velâkin, öyle
bir
hâdise vâki' olduğu zemân, onun üzerine gâlib olursun. Onu geri yerine,
makâmına gönder!) Şübhesiz, emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
Cemel vak'asında, Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin askeri
üzerine
zafer buldu. Âişe hazretlerini ikrâm ve ihtimâm ile Medîne-i
münevvereye
gönderdi.
Yetmişaltıncı Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî 'rahimehullahü teâlâ'
(Delâ-il-ün
nübüvve) kitâbında bildirmişdir. Rûm kayseri, emîr-ül mü'minîn Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin hilâfeti zemânında zor süâllerini yazdı.
Tafsîli
(Delâ-il-ün nübüvve)de vardır. O süâlleri Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerine gönderdi. Hazret-i Ömer onu okudu. Emîr-ül mü'minîn Alînin
'radıyallahü teâlâ anh' önüne koydu. Hazret-i Alî onu okudu. Divit ve
kalem
istedi. Onların cevâbını yazdı. Kâğıdı katlayıp, kayserin elçisine
verdi.
Elçi, bu cevâbı kim yazdı diye sordu. Hazret-i Ömer buyurdu ki,
hazret-i
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' amcası oğlu, dâmâdı ve
dostu hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' yazdı. Derler ki, yehûdîden
ba'zıları geldiler, dediler ki, ne oldu size ey müslimân tâifesi.
Peygamberinizin
vefâtından sonra, bu kısa zemânda ba'zınız ba'zınızın üzerine hücûm
edip,
muhârebeye başladınız. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' buyurdu ki:
(Ey
yehûdî tâifesi! Size ne oldu ki, henüz ayaklarınız denizin
ıslaklığından
kuramamış idi. Yâ Mûsâ! Bize de başkalarının ilâhları olduğu gibi ilâh
yap, dediniz!) Bu cevâb ile yüzlerini kara edip, cevâb veremiyecek hâle
bırakdı.
Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' buyurmuşdur ki, (Alîye
ilmin on bölüğünden dokuz bölüğü verildi. Vallahi geri kalan bir
bölüğünde
de ortakdır.) Hattâ imâm-ı Ahmed bin Hanbel 'rahimehullahü teâlâ'
buyurmuşdur
ki, Sahâbe-i kirâm 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinden
bize hazret-i Alînin hakkında o kadar fazîlet gelmişdir ki, Alîden
'radıyallahü
teâlâ anh' başkası için gelmemişdir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd 'kuddîse
sirruhül'azîz'
buyurmuşdur ki: Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri
muhâlifleri ile muhârebeden fırsat bulsa idi, elbette ondan tesavvuf ve
hakâyık ilmi o kadar olurdu ki, gönüller ona tâkat getiremezdi. O,
âriflerin
başıdır. Onun sözleri vardır ki, ondan evvel kimse söylememişdir ve
ondan
sonra da kimse mislini söylemeğe kâdir olmamışdır. Şu şekldedir ki, bir
gün minbere çıkmış idi. Buyurdu ki, bana arşın altındakilerden sorunuz!
Benim içim ilm ile doludur. Bu ağzımdaki Resûlullahın 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' mubârek ağzının suyudur. O şol nesnedir ki, bana
bölük-bölük
verdi. Onun içindir ki, benim nefsim onun yed-inde olan Allahü teâlâya
yemîn ederim ki, eğer izn olsa, Tevrâtın ve İncîlin içinde olanları
haber
verirdim. Beni o ikisi tasdîk ederlerdi. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn bu
kelâmı
kerâmet eseri buyurdu. O meclisde Da'leb Yemânî derler bir kişi var
idi.
Dedi ki: bu kişi ne garîb da'vâda bulundu. Elbette ben bunu imtihân
ederim.
Yerinden kalkıp, dedi, bir süâlim vardır. Hazret-i Alî buyurdu ki,
öğrenmek
ve bilmek için sor. Tecribe ve imtihân için sorma. Da'leb, sen beni
onun
üzerine mecbûr etdin deyip, sordu, Rabbini gördün mü yâ Alî! Hazret-i
Alî
buyurdu: (Görmediğim Rabbime tapacak değilim.) Sonra, nasıl gördün,
dedi.
Emîr-ül mü'minîn buyurdu: (O Hakkı, gözler dünyâda gördükleri şeklde
göremezler.
Lâkin gönüller bekâ hakîkatleri ile görür. Benim Rabbim birdir. Şerîki
yokdur. Benzeri bulunmaz. İkincisi olmaz. Yer [mekân]dan münezzehdir.
Üzerinden
zemân geçmez. Akl ile idrâk edilmez. Yaratdıkları ile kıyâs edilmez.)
Da'leb
bu sözleri işitip, yüzü üzeri düşdü. Bayıldı. Bir zemân sonra kendine
geldi.
Dedi ki; Hak teâlâya söz verdim ki, kimseye imtihân niyyeti ile süâl
sormıyacağım.
Hazret-i Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, (Eğer iş
senin elinde olursa.)
Yetmişyedinci Menâkıb: İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî 'rahimehullahi teâlâ'
(Tefsîr-i kebîr)de nakl etmişdir. Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerinin sevenlerinden birisi bir siyâh köle idi. Bir gün onu
hırsızlık yaparken tutup, hazret-i Alîye getirdiler. Hazret-i Emîr-ül
mü'minîn
sordu ki, (Sen mi hırsızlık etdin.) Evet ben hırsızlık yapdım, dedi.
Elini
kesdi. O siyâh köle, hazret-i Emîrin meclisinden çıkıp, gitdi. Yolda
Selmân-ı
Fârisî ve İbni Zekvâna 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rastladı. İbni Zekvân
o siyâh köleye, elini kim kesdi, dedi. Siyâhî dedi ki: Emîr-ül mü'minîn
kesdi. İbni Zekvân dedi: O senin elini kesdi, sen onu medh ediyorsun.
Dedi
ki, niçin medh etmiyeyim ki, muhakkak elimi hak üzerine kesdi ve beni
Cehennem
ateşinden halâs eyledi. Selmân 'radıyallahü teâlâ anh' bu sözü siyâh
köleden
işitip, geldi, Alîye 'radıyallahü teâlâ anh' haber verdi. Hazret-i Alî
'radıyallahü teâlâ anh' o siyâh köleyi çağırdı. O kesilen elini yine
bileği
üzerine koydu. Bir mendil ile örtdü. Düâ etdi. Sonra bir ses işitdik,
gökden
ki, hazret-i Emîre emr eyledi. Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli Allahü
teâlânın
izni ile önceki durumuna gelmişdi.
Yetmişsekizinci Menâkıb: Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîr-el mü'minîn.
Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi' eyledi. Ne olur, Allahü
teâlâ
hazretlerinden dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî 'radıyallahü
anh'
se'âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıkdı.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin cübbesini
üzerine giymiş, mubârek sarığını başına koymuş, asâsını eline almışdı.
At istedi. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere,
Fıratın kenârına geldiler. Aşağı indi. İki rek'at nemâz kıldı. Durdu.
Asâyı
mubârek eline aldı, köprünün üstüne çıkdı. Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü
teâlâ anhümâ' hazretleri de berâber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa
bir
def'a işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki, bu kadar kifâyet
eder mi. Hepsi dediler, yâ Emîr-el mü'minîn, kifâyet eder.
Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Cündeb bin Abdüllahil Ezdî diyor ki: Cemel
ve Sıffîn harblerinde; emîr-ül mü'minîn Alî 'kerremallahü vecheh'
hazretleri
ile berâber idim. Benim hiç şübhem yok idi ki, hak Emîr-ül mü'minîn
hazretleri
tarafındadır. Ne zemân ki, Nehrvâna konduk. Benim gönlüme bir şübhe
düşdü.
O cemâ'ati katl etmek gâyet büyük işdir. Sabâhleyin askerden ayrıldım.
Yanımda bir matara su var idi. Bir yerde kılıncımı yere dikdim. Kalkanı
üzerine asdım. Gölgesine oturdum. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh'
yanıma
çıka geldi. Sordu, yanında hiç su var mıdır? O matarayı önüne koydum.
Aldı.
O kadar uzağa gitdi ki, görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp,
kalkanın
gölgesine oturdu. O sırada bir atlı geldi. Emîri görmek istediğini
söyledi.
Hazret-i Alî kabûl buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emîr-el mü'minîn!
Muhâlifler
Fıratı geçdiler. Ve suyu kesdiler. Buyurdu ki: Hâyır, onlar suyu
geçememişlerdir.
Bu sözü söylerken, bir şahs dahâ geldi. Vallahi ben onların
sancaklarını
suyun öte tarafında gördüm, dedi. Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretleri buyurdu; vallahi geçmediler. Nasıl geçerler ki, onların
düşecek ve dökülecek yerleri buradadır. Ondan sonra durdu. Ben de
durdum.
Kendi kendime dedim; Elhamdülillah. Elime bir terâzî girdi ki, bu
kişinin
hâli bundan belli olur. Yâ o yalancı behâdırdır veyâ Allahü teâlâ
hazretlerinden
veyâ Resûlullah hazretlerinden hücceti vardır. Buna dayanarak bunu
bilmişdir.
Gönlümden dedim ki, yâ Rabbî! Seninle ahd etdim. Eğer suyu geçmiş
olduklarını
görürsem, o kimse ile [Alî 'radıyallahü anh' ile] muhârebe eyleyen ben
olacağım. Eğer geçmemiş iseler o muhâlif ile muhârebe ve mukâtele
edeceğim.
Askerin arasından [saflardan] geçdik. Gördük onların bayrakları evvelki
gibi yerlerinde durur. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü teâlâ
anh'
arkamı tutdu [sıvadı] ve işin ile meşgûl ol, dedi. Ben de hamle edip,
onlardan
birini öldürdüm. Arkasından birini dahâ öldürdüm. Birine saldırdım. Ben
ona vurdum. O da bana vurdu. İkimiz de düşdük. Arkadaşlarım beni
kaldırıp,
götürmüşler. O vakt kendime geldim. Hazret-i Emîr muhârebeyi bitirmiş
idi.
Emîr-ül mü'minîn bir şahsa durumundan haber verdi. Seni, falan
mevki'de,
falan hurma ağacına assalar gerekdir. Buyurduğu gibi vâki' oldu.
Sekseninci Menâkıb: Haccâc-ı Yûsüf 'Allahü teâlâ müstehâkını versin',
Kümeyl bin Ziyâdı 'radıyallahü teâlâ anh', çağırdı. Kümeyl ondan kaçdı.
Haccâc-ı zâlim, Kümeylin akrâbalarının vazîfelerine son verdi. Kümeyl
bunu
işitdi ve dedi ki: Benim ömrüm zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim
sebebim
ile, kavmimin mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın yanına vardı.
Haccâc
dedi ki, isterim ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az
kalmışdır.
Ne diler isen onu yap. Bizim va'demiz yakındır. Benim ölümümden sonra
hesâb
vereceksin. Bana emîr-ül mü'minîn Alî 'kerremallahü vecheh ve
radıyallahü
teâlâ anh' haber vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun
boynunu
vurdu.
Seksenbirinci Menâkıb: Haccâc bir gün dedi ki, isterim Ebû Türâbın
[Hazret-i Alînin] eshâbından birini katl edeyim ki, Hak Sübhânehü ve
teâlâ
hazretlerine yaklaşayım. Hazret-i Alînin 'radıyallahü anh', kölesi
Kanber
ile sohbet etmiş olduğunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i Alînin en çok
sohbet
etdiği kimselerden idi.] Haccâc, Kanberi çağırtdı ve dedi ki, Kanber
sen
misin. Kanber, evet benim dedi. Haccâc, Alî ibni Ebî Tâlib senin Mevlân
mıdır, dedi. Kanber, benim Mevlâm Allahü teâlâ hazretleridir. Emîr-ül
mü'minîn
hazret-i Alî velîm ve sebeb-i ni'metimdir. Haccâc dedi: Seni katl etmek
isterim. İhtiyârınla nasıl katl olunmak istersin. Kanber dedi: İhtiyâr
senindir, her ne vech ile katl edersen, ben de seni kıyâmetde öyle katl
ederim. Zâten bana emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh',
ey Kanber, seni zulm ile katl etseler gerekdir, diye haber vermişdi.
Sonra
Haccâc Kanberi 'radıyallahü teâlâ anh' katl eyledi.
Seksenikinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' Berâ' bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hüseyn katl olunsa gerekdir.
Sen o vaktde ona yardım etmiyeceksin.) Emîr-ül mü'minîn hazret-i Hüseyn
'radıyallahü teâlâ anh' şehîd oldu. Berâ' bin Âzib, hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' doğru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım
yapamadığıma
pişmânım, dedi.
Seksenüçüncü Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bir
seferinde
Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [ağlıyarak]
geçdi
ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl
olunacakları
makâm burasıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü'minîn! Bu ne makâmdır.
Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa
gerekdir.
Onlar hesâbsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma'nâsını
hazret-i
Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin vak'ası oluncaya kadar
anlamadı.
Seksendördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ anh' Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra,
asker
gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin
er
ve de bir kişi geliyor. Eshâbdan biri, bu sözü işitdim, o askerleri bir
bir saydım, buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi.
Seksenbeşinci Menâkıb: Hayye-i Arabî, emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin eshâbından idi. Dedi ki: Hazret-i Mu'âviye ile
muhârebe sırasında, hazret-i Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü anh' ile
bir deryâ kenârında konakladık. O sırada bir kişi geldi. Dedi ki:
Esselâmü
aleyküm, yâ Emîr-el mü'minîn! Hazret-i Emîr-ül mü'minîn, ve aleyküm
selâm,
dedi. O kişi dedi: Ben Şem'ûn bin Yuhannâyım, şu kilisenin sâhibiyim,
diyerek
bir bina gösterdi. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. Bu kitâb mîrâs
yolu
ile Îsâ 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' eshâbından intikâl
etmişdir.
Eğer dilersen, o kitâbı tarafınıza okuyayım. Eğer dilersen, huzûr-ı
şerîfinize
getireyim. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn buyurdu ki; Oku. O kişi okumağa
başladı.
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' şerefli vasflarından
ve
ümmetinin sıfatlarından yazıyordu. Sonunda okuduğu bir gün, (Bir deryâ
kenârına bir kişi konar. Peygambere yakın olur, Zemânın ehlinden ve
dinde,
Peygambere yakın olur. Müşrikleri dize getirir. Magrib ehli ile
savaşır,)
yazısını okudu. Ondan sonra o kişi dedi ki: (Peygamber çıkdı. Ona îmân
getirdim. Siz burada konakladınız. Huzûrunuza geldim. Hayâtda olduğum
müddetce
hizmetinizde olayım.) Hazret-i Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü teâlâ anh'
ve hâzır olanlar ağladılar. Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki,
beni unutulmuşlardan kılmadı. Kitâbında zikr etdi.) Rivâyet eden der
ki,
Emîr-ül mü'minîn bana hitâb edip, buyurdu ki, ey Hayye-i Arabî! Şem'ûnu
sen yanında sakla [sana emânet]. Her kuşluk ve akşam yemeklerinde onu
çağırırdı.
Leyle-tül-harîrde, hazret-i Mu'âviye ile ceng şiddetlendi. Şem'ûn
şehîdlik
se'âdetine kavuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn, kabrine kendisi koydu.
(Bizim
ehl-i beytden biridir) buyurdu.
Seksenaltıncı Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i
Alî 'radıyallahü anh' için, iki kerre güneşi batıdan geri döndürdü.
Birisi,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
zemânlarında
idi. Ümm-ü Seleme ve Esmâ binti Ümeys ve Câbir bin Abdüllah-el Ensârî
ve
Ebû Sa'îd-il Hudrî 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretleri rivâyet
etmişlerdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bir gün
se'âdethânelerinde
oturuyorlardı. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' da huzûrlarında
idi.
O sırada Cebrâîl aleyhisselâm vahy getirdi. Vahyin ağırlığından
hazret-i
Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' dizine mubârek başını koydu. Güneş
batıncaya
kadar kaldırmadı. O sırada, güneş batdı. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
ikindi nemâzını kılmamışdı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri vahyden sonra, önceki hâline geldi. Buyurdu ki, yâ Alî!
Senin
ikindi nemâzı geçdi mi. Evet, yâ Resûlallah! Kımıldayamadım, kaldım,
dedi.
Ancak nemâzı îmâ ile kılmışdı. Hazret-i Habîbullah, güneşe emr buyurdu.
Güneş geri dağın üzerine çıkıp, durdu. Hazret-i Alî, nemâzını kıldı.
Esmâ
binti Ümeys der ki, gurûb vaktinde güneşden buzağı sesi gibi bir ses
geldi.
Resûl-i ekremden sonra, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' Bâbile
giderken, Fırat nehrinin üzerinden geçmek istediler. İkindi nemâzının
vakti
idi. Eshâbdan bir cemâ'at ile kendileri asr [ikindi] nemâzını kıldılar.
Diğer eshâb da hayvanlarını sudan geçirmekle meşgûl oldular. Güneş
batdı.
Nemâzlarını kılamadılar. Hazret-i emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' düâ eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ güneşi yerine getirdi. Nemâz
kılmıyanlar, nemâzlarını kıldılar. Güneş yine batdı. O esnâda güneşden
bir korkulu ses çıkdı. Eshâb korkdular. Şöyle ki, tehlîl, tesbîh ve
istigfâr
ile meşgûl oldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Seksenyedinci Menâkıb: Selmân-ı Fârisî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
rivâyet etmişdir. Yağmurlu bir günde mescidde, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde, Eshâb-ı güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinden bir cemâ'at ile oturmuşduk. O
sırada
yüksek ses ile birisi, Esselâmü aleyküm, dedi. Hepimiz sesi işitdik.
Ammâ
selâm vereni görmedik. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' selâmı alıp, bize buyurdu ki; (Cin tâifesinden kardeşiniz,
selâmını
alınız!) Hepimiz, aleyküm selâm, dedik. Fahr-i âlem hazretleri
buyurdular
ki, (Sen kimsin!). Yâ Resûlallah! Köleniz, cin tâifesinden Şemrah oğlu
Arfetâyım. Hazret-i Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdular
ki, (Merhabâ yâ Arfetâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri sana rahmet
eylesin. Kendi sûretin ile bize görün!) O ân bir kıllı kimse zâhir oldu
ki, yüzünü saçı bürümüş, iki gözleri bir tarafda, ağzı göğsünün
üzerinde
ve fil dişleri gibi dişleri var ve tırnak yerine kıymıkları var. Bu
şeklde
bunu görünce, hepimiz elimizde olmadan korkup, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerine bakdık. O şahs, hazret-i Sultân-ı
Enbiyâya
hulûs ile açıklayıp, dedi ki: Yâ Habîb-i Rabbil'âlemîn! Kavmimi dîne
da'vet
için ben kulunuz ile bir kimse gönder. Yine sağ-sâlim inşâallahü teâlâ
getirip, huzûr-ı şerîfinize teslîm ederim. O Fahr-i âlem ve seyyid-i
âdem
Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki, (Bu hizmete bunun ile kim gider ise, ona Cennet vâcib olur.) O
şahsın
görünmesinden bir kimse cevâb vermeğe cesâret edemedi. Hazret-i Resûl-i
ekrem üç kerre hitâb etdiler. Kimse cevâb vermedi. Son emrde, hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Emr
eyle
bu hizmete ben kulun gideyim. Hazret-i Resûlallah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' dönüp Arfetâya buyurdu ki, (Bu gece Harre adlı mevzi'de
hâzır
ol! Senin yanına bir kimse vereyim ki, benim hükmüm ile hükm eyler. Ve
benim dilim ile söyler. Ve benden cin tâifesine haberi doğru olarak
iletir.)
Hazret-i Selmân 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, Arfetâ gayb olup, akşam
oldu. Sonra yatsı nemâzını Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
ile edâ eyledik. Eshâbın hepsi dağıldıkdan sonra, buyurdular ki: (Yâ
Selmân!
Yâ Alî! Benim ile geliniz!) Biz de hizmetlerince gitdik. O Harre adlı
mevzi'e
vardığımızda gördük ki, koyun büyüklüğünde bir deveye Arfetâ kendisi
binmiş,
at büyüklüğünde bir deveyi de, elinde tutmuş. Hazret-i Habîbullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazret-i Alîyi o boş deveye bindirdi. Beni de
arkasına
bindirdi. Benim belimi hazret-i Alînin beline bağladı. Gözlerimi
sarığın
ucu ile bağlayıp, buyurdu ki, (Yâ Selmân! Sakın Alî gözünü aç
demeyince,
gözlerini açma. Deveden in demeyince deveden inme. Allahü teâlânın ismi
ile meşgûl ol. İşitdiklerinden korkma!) Dönüp, hazret-i Alîye de
vasıyyet
etdi. (.... Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.) buyurdular. Sonra vedâ
edip, Arfetâ önümüzce delîl olup, sür'atle yola koyulduk. Sabâh oldu.
Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bana in, dedi. Ben de indim. Gözümü açdım.
Gördüm ki, otsuz, susuz, ağaçsız, taşlık bir yere gelmişiz. Hazret-i
imâm-ı
Alî 'radıyallahü anh' imâm olup, ben ve Arfetâ ona uyup, sabâh nemâzını
kıldık. Ortalık aydınlandıkda gördük ki, etrâfımızı cin askerleri
çevirmişdi.
Şöyle ki, her birinin gözleri meş'âle gibi ışık çıkarır. Heybetli
şekllerde
sağ ve sol tarafımızda dururlar idi. Hazret-i Alî aslâ bunlara iltifât
etmeyip, âdet-i şerîfleri üzere çeşidli düâlar ile meşgûl oldular.
Güneş
doğup, yükselene kadar, Allahü teâlâ hazretlerine münâcât ve ibâdet ve
ta'at eylediler. Ondan sonra, ayağa kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve senâ
etdikden sonra, cin tâifesini islâma da'vet eyledi. İçlerinden biri
inadcı
ve kendi başına büyümüş ifrit i'tirâz edip, dedi ki, yâ Alî! Âbâ ve
ecdâdımızın
dîni bize bâtıl mıdır, demek istersin. Bu dediğin olmaz deyip, inâd
eyledikde,
hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh': (Biz doğru yoldayız. Sen, Allahü
teâlânın âyetlerini tasdîk etmiyor, inkâr ediyorsun) buyurup, mubârek
yüzünü
gök yüzüne döndürüp, İsm-i a'zam ve düâ okuyup, Kehf ve Tâ-sin ve Yasîn
ve Nûn ve Kalem sûreleri üzere yemîn edip, (Ey yardım edicilerin en
hayrlısı
olan Allahım! Bunların üzerine ateş yağdır. Bunların kötü fi'ller
işleyenleri
ve inâd edenleri helâk olsun) diye düâ ve tazarru' ve niyâz eyledi.
Hazret-i
Selmân 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, o ânda gördüm ki, bir zelzele
olup,
gökden ateş yağmağa başladı. Cinnîler bunu görünce hepsi, yüz üzerine
düşdüler.
Ben de kendimden geçmişim. Bir zemândan sonra, kendime geldim. Gördüm
ki,
bir takım cinnîleri semâdan gelen ateş yakmış. Üzerlerini dumân
kaplamış.
Bir zemân sonra dumân üzerlerinden gitdi. Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' sağ olanlarına seslenip, buyurdu ki, Ey cin kavmi, başınızı
kaldırın.
Muhakkak, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri zâlim ve mütekebbir
olanları
helâk etdi. Tekrâr da'vete meşgûl olup, (Yâ cin kavmi ve Şemrâh
oğulları,
Berrâr sâkinleri! Biliniz ve âgâh olunuz ki, şimdi Muhammed Mustafâ
'sallallahü
aleyhi ve sellem' devridir. Hâtem-ül enbiyâ devridir. Yeryüzü başdan
başa
zulm ile dolmuş iken, îmân ve adâlet ile dolsa gerekdir,) deyip,
Habîb-i
ekremi 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' medh edip, apaçık
mu'cizelerinden
beyân etdi. Onu anlatan işâretlerinden anlatdıkdan sonra, cin
tâifesinin
kurtulanları hazret-i Alînin ilm ve kemâlinden hayret edip, Hakka boyun
büküp, Resûlüne ittiba' edip, (Allaha, Allahın Resûlüne ve Resûlünün
elçisine
inandık. Sözleri doğrudur. Seni yalanlamıyoruz!) deyip, îmânlarını
sağlam
eylediler. Hazret-i Selmân 'radıyallahü anh' buyurdular ki: Bu esnâda
gece
oldu. Yine o deveye binip, Arfetâ önümüzce, sabâh olmadan Harre denilen
yere bizi ulaşdırdı. Deveden inip, sabâh nemâzını Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile edâ etdikden sonra, bizi görüp,
Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etdi. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Cin
kavmini
ne hâlde [nasıl] buldun!) Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' cevâb
verdi
ki, yâ Resûlallah! Hayrlı düânız bereketi ile, Elhamdülillah, Allahü
teâlâ
hazretlerine îmân getirip ve Resûlüne ittibâ' edip, îmân nûru ile
münevver
oldular. Ammâ hakkı kabûl etmiyenleri, semâdan Allahü teâlânın izni ile
ateş inip, helâk olduklarını beyân etdikde, Fahr-i âlem 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri, buyurdular ki, (Elhamdülillah! Onlardan
kıyâmete
kadar korku gitmez.)
Seksensekizinci Menâkıb: Ebû Hüreyre 'radıyallahü anh' hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardım. Meğer önlerinde bir tabak
içinde
hurma var imiş. Mubârek avuçları ile bu bendenize bir avuç hurma ihsân
etdiler. Saydım yetmişüç adet hurma geldi. Sonra hazret-i Alînin
'radıyallahü
teâlâ anh' huzûr-ı şerîflerine vardım. Onların da önlerinde bir tabak
hurma
var idi. Yüzüme bakdı. Tebessüm edip, bir avuç hurma verdiler. Bunu da
saydım. Temâmı yetmişüç adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için,
hazret-i
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine
geldim.
Bu hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Yâ Ebâ Hüreyre! Bilmez misin ki,
Alînin yedi benim yedimdir. Adâletde berâberdir.)
Rivâyet edilmişdir ki, bir gün emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' kapılarının önünde bir cemâ'at görüp, Kanbere sordu ki,
bunlar
kimlerdir. Kanber cevâb verdi ki, yâ Emîr-el mü'minîn! Bunlar sizi
sevenlerdir.
Alî 'radıyallahü anh' hazretleri buyurdular ki, yâ, hayret! Bunlarda
bizi
sevenlerin simâları görünmez. Kanber dedi ki, yâ Emîr-el mü'minîn!
Sizin
ahbâblarınızın simâları [görünüşleri] nasıldır.Buyurdular ki: Bizi
sevenlerin
simâsı [görünüşü], mi'deleri boş olmakdır. Bedenleri etsiz ve yağsız,
za'îf
olup, dudakları susuzlukdan ağarmış olmakdır.
Seksendokuzuncu Menâkıb: Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hazretleri
ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' içeri girdi. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem',
Eshâb-ı
güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin
sağ tarafında
oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî
oturdukda,
Habîb-i Rabbil'âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç
müşâhede
olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki,
(Yâ
Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!)
Doksanıncı Menâkıb: Fadl bin Sâlim 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri
rivâyet etmişdir. Bir gün emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' pazara varıp, bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri [kol
uçları]
uzundur, kes dedi. Terzi, dedi ki: Kesmem, zîrâ kusûrlu olur. Hazret-i
Alî; aybı benim, sen kes diye emr buyurup, kesdirdi. Terzi, hazret-i
Alînin
kim olduğunu bilmez idi. Hey, görün bu kişi mecnûn olmuş dedi. Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bunu işitdikde, şâd ve handân olup,
Elhamdülillahi
teâlâ, dedi. Sordular, yâ Emîr-el mü'minîn! Bu beyhûde ve ma'kül
olmıyan
söze niçin hamd etdiniz. Buyurdular ki, bir gün, Fahr-i âlem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden işitdim, buyurdular ki: (Bir
kimseye
deli denilmedikçe îmânı temâm olmaz!) Niçin hamd etmiyeyim ki, bu kimse
benim îmânıma şehâdet etdi.
Amr bin Kays 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Bir gün emîr-ül
mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin elbisesinde bir çok
yerinde yama görüp, dediler ki, yâ halîfe-i Resûlillah! Bu kadar
hazîneler
elinde iken, yamalı elbise giymek size revâ değildir. Cevâb verdiler
ki:
Mü'minler bize uysunlar. Kalblerinde huşû ve inkisâr hâsıl olsun. Bize
yamalı giymek de uygun olur.
Doksanbirinci Menâkıb: Bir gün Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri, hazret-i Alînin rikâbını [atının özengisini]
tutana,
buyurdu ki; (Aliyyül Mürtedâ senin elinde şehîd olsa gerekdir.) O kimse
işitip, çok üzüldü. Ağlıyarak Aliyyül Mürtedânın huzûruna geldi.
Tedarru'
ve niyâz edip, dedi ki, yâ Alî! Kanım sana halâl olsun. Beni hemen bu
ân
katl eyle. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, sebeb nedir
ki, bu sözü söylersin. Utanarak dedi ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' bana buyurdular ki, Alînin şehâdeti senin elinde olsa
gerekdir.
Bu yüz karalığı benden vâki' olmadan dilerim ki, ben senin zülfikârın
ile
öleyim de, dünyâda ve âhıretde yüzü siyâh olmıyayım. Hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki, bir nesneyi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
ezelde takdîr etmiş olsun, onu değişdirmek mümkin olur mu? Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretleri bana şehîdlik mertebesi müyesser etmiş olsun. Ben o
şehîdlik elbisesini giymek istemez miyim. Bu kıssayı Server-i kâinât
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bana senden evvel haber vermişdi. Bu
işe gönlüm hoşdur. Sen de gönlünü hoş tut. Bu sırrı gizli tut. Kimseye
açma. Ben sana evvelki iltifâtımdan dahâ çok iltifât ederim.
Doksanikinci Menâkıb: Hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' şehâdeti
beyânındadır. (Lübâb-ül-elbâb) adlı kitâbda yazılıdır. Muhammed bin
Cerîr
Taberî der ki, emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh'
Nehrvân
cenginden döndü. Abdürrahmân bin Mülcem ve Pîrek bin Abdüllah ve Amr
bin
Ebî Bekr; her üçü hâricîlerden idiler. Ric'at mezhebini tutarlar idi. O
muhârebeden, çok insan katl olunduğu için korkmuşlardı. Üçü aralarında,
Mu'âviye, Alî ve Amr bin Âs 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerini katl
etmeyince, âlem, fitne ve fesâd ve muhârebeden kurtulmaz. İslâm
kuvvetli
olmaz. Eğer biz de katl olunursak, yine sevâb kazanırız. Zîrâ büyük
fitneyi
def' etmek hayrlı işdir, diye andlaşdılar. Abdürrahmân bin Mülcem dedi;
ben Alîye kâfi gelirim. Amr bin Ebî Bekr dedi; ben Amr bin Âsa kifâyet
ederim. Pîrek dedi, ben Mu'âviyeye kâfi gelirim. Her üçü tedbîr aldılar
ki, aynı günde ve aynı sâatde bu işi işleyeler. Abdürrahmân bin Mülcem;
hazret-i Alîye 'kerremallahü vecheh' vardı. Pîrek; hazret-i Mu'âviye
tarafına
gitdi. Amr bin Ebî Bekr, Mısra Amr bin Âs tarafına gitdi. Her biri bin
dirheme bir kılınç almışdı ve zehr ile su vermişlerdi. Hazret-i
Mu'âviye
nemâza geldi. Pîrek o kılınç ile ona vurdu. Mu'âviye düşdü. Halk
toplanıp,
Pîreki tutdular. Hazret-i Mu'âviye dedi, bu işi niçin yapdın. Pîrek
hâdisenin
temâmını, üçünün arasında olanları haber verdi. Hazret-i Mu'âviye emr
etdi,
onu öldürdüler. Tabîb getirdiler. Tabîb gelip, Mu'âviyeyi gördü. Dedi
ki,
yâ Mu'âviye, sizin yaranız, zehrli kılınç yarasıdır. Üç şey arasında
muhayyersin.
Yâ ölümü istersin. Yâ sabr edersin, yarayı dağlarım. Yâ sana bir şerbet
veririm ki, içdikden sonra aslâ çocuğun olmaz. Hazret-i Mu'âviye dedi
ki:
Ölümü istiyemem. Ateşe [dağlamağaya] da dayanamam. Ammâ bir evlâdım
var.
Ona kanâat ederim, deyip, şerbeti içdi. İyi oldu. Hazret-i Mu'âviye
ondan
sonra buyurdu; Cum'a mescidinde bir maksûre yapdılar. Bu maksûre
âdetini
hazret-i Mu'âviye koydu ki, halîfeler düşmanların hîlelerinden uzak
olsunlar.
Amr bin Ebî Bekr; karârlaşdırılan vaktde Amr bin Âsın yanına vardı. Amr
bin Âsın yüreği tutmuşdu, ya'nî râhatsızlanmışdı. O gece nemâza
çıkamadı.
Sehl Amirîyi yerine nâib gönderdi. Amr bin Ebî Bekr, kılıncını ona
vurdu.
Onu öldürdü. Amr bin Ebî Bekri tutdular. Amr bin Âsın huzûr-u
şerîflerine
getirdiler. Amr bin Âs hazretleri emr buyurdu. O fâsık ve münâfığı
öldürdüler.
Ba'zı âlimler dediler ki, Emîr-ül mü'minînin şehâdet sebebi o idi ki,
Nehrvân harbi yapıldı. Hâricîler dörtbin er idiler. Temâmı
öldürüldüler.
Dokuz er kurtulup, Kûfe tarafına doğru fîrâr etdiler. Kûfe şehrine
vardılar.
Kûfe şehrini feryâd-ı figân kapladı. Abdürrahmân bin Mülcem yoldan
geçerken,
öldürülenlerin birinin evinden ağlama sesleri işitdi. Kutâm adında genç
bir kadının babası ve kardeşleri o harbde katl olunmuşlardı. İbni
Mülcem
o kadının ardınca gitdi. Dedi ki, eğer erin [kocan] yoksa; senin,
vasfları
şu şeklde olan biri, erin olmak ister, râzı olur musun. Kadın dedi,
niçin
râzı olmıyayım. Lâkin, benim velîlerim ve akrabâlarım vardır. Onlara
danışmam
lâzım. İbni Mülcem dedi, ma'kûldür. Kadın gitdi. İbni Mülcem izince
[ardından]
gitdi. Kadın bir eve girdi. İbni Mülceme dedi ki, sen burada dur. Seni
çağırdığım zemân içeri gir. O kadın içeri girip, kendini süsledi.
Kokular
süründü. Pâk [güzel, temiz] elbise giydi. Gâyet cemâl ve kemâlde oldu.
Evdekilere dedi ki, bir kerre bana bakdıkda perdeyi salınız. Sonra İbni
Mülceme, içeri gel, dedi. Abdürrahmân bin Mülcem içeri girip, o
şekliyle
bir kerre ona bakdı. Hemen ona âşık oldu. Kadını istedi. Kadın dedi,
sen
benim mehrime ta'kat getiremezsin. O dedi ki, ne mikdâr istersin. Kadın
dedi, üçbin dirhem sâfî gümüş. İki çalgıcı câriye ve Alî bin Ebî
Tâlibin
katli. İbni Mülcem dedi ki: Gümüş ve câriye kolaydır, ammâ, Alînin
katli
mümkin olmaz ki, ben Alînin sirâclarındanım. Bunu nasıl yapabilirim.
Eğer
beni ister isen, muhakkak bunu yapmalısın. Gümüş ve câriye için fikrini
yorma. İbni Mülcem dedi ki: Bir darbeye kanâat edersen, kabûl ediyorum.
Bir kılınç getir. Kadın, zehrli su verilmiş kılınç getirdi. Ramezân-ı
şerîfin
onüçü idi. Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' oturdu. Hasen
ve
Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerine buyurdu ki, bugün
Ramezân-ı
şerîfin kaçıncı günüdür. Dediler, onüçüncü günüdür. Buyurdu ki: Kaç gün
kaldı. Dediler, onyedi gün kaldı. Buyurdu ki: Muhakkak, yüzüm başımın
kanı
ile boyanacakdır. Abdürrahmân bin Mülcem için dedi ki, (Ben onun
yaşamasını
istiyorum. O benim öldürülmemi istiyor.) Abdürrahmân bunu işitdi.
Emîrin
huzûruna vardı. Dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! İşte elim, işte boynum.
İster
isen elimi kes, ister isen boynumu vur. Emîr-ül mü'minîn Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretleri, bana nişân vermişdir ki, seni (Benî Murâd)dan bir
kimse
öldürse gerekdir. Ben günâh etmemişe karşılık yapmam. Ramezân ayının
yirmiüçü
oldu. Bu la'în evinde yatmışdı. Sabâh oldu. Emîr-ül mü'minîn, nemâza
gitmek
için kalkdı. Serâyda [evinde] bir kaz vardı. Çağırdı, [bağırmağa
başladı].
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: (Bağırmaları,
ağlamalar
ta'kîb eder.) Hasen 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri dedi: (Yâ
babacığım!
Bu ne sözdür!) Buyurdular ki: Bu söz odur ki, gönlüm şehâdet olacağımı
haber verir. Ben bu ayda katl olunurum. Sonra serâyın [evinin] kapısını
açdı. Bir çivi kaftanına takılıp, yırtdı. Hazret-i Emîrin gönlü
daraldı.
Mescide vardı ve (Allah yolunda mücâhede eden, bir olan Allahdan
başkasına
ibâdet etmiyen mü'mine yol açın) diye halkı uyardı. Abdürrahmân bin
Mülcem
o zemân kadın ile berâber idi. O zemân müezzinin sesini işitdiler.
Kadın
dedi ki, kalk işini iyi gör. Gönlün şâd olarak geri dön. Ben işitdim,
Alî
bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden ki; Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki; (Önce gelenlerin en
şakîsi,
Sâlih aleyhisselâmın devesini öldürenler, sonra gelenlerin en şakîsi de
Alînin kâtilidir.)
İbni Mülcem kalkdı. Kılıncını kuşandı. Kendisini uyuyanlar arasında
gizledi. Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' mihrâba geçdi. O
la'în bedbaht iki secde arasında, hazret-i Emîr-ül mü'minînin mubârek
başına
bir kılınç vurdu. Kazâ-i ilâhî ile o kılınç darbesi, Ahzâb harbinde,
Amr
bin Abdûd hazret-i Alînin mubârek başına vurmuşdu; oraya rast geldi.
Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' aklı başından gidip, kalkdı. Elini bir
direğe
vurdu. Mubârek parmakları taş direkde iz etdi. Hasen 'radıyallahü teâlâ
anh' imâmete geçdi. Nemâzı sür'atle kıldılar. Bir kavlde hazret-i Emîr
Cu'de bin Cübeyre imâm ol diye buyurdu. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn
'radıyallahü
teâlâ anh' düşdü. Halk kalkdı, kâtili aramağa gitdiler. Hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki: Ne ararsınız. Beni vuran kimse, şimdi filan
kapıdan
içeri girer. Bütün yollar İbni Mülcem üzerine bağlandı. Geri döndü.
Hazret-i
Emîr-ül mü'minînin işâret buyurduğu kapıdan girdi. Hayrân ve dermande
bir
kimse ona dedi ki: Sana ne olmuşdur, meğer Emîr-el mü'minîni vuran
sensin.
O inkâr etmek istedi. Sonra ikrâr etdi. Onu tutup, hazret-i Emîrin
huzûruna
getirdiler. Hazret-i Emîr buyurdu ki: Ey bîçâre. Niçin bu işi yapdın.
Evlâdlarımı
yetîm etdin. Mü'minlerin gönüllerini gamlı etdin. İslâm askerinin
belini
kırdın. İbni Mülcem durdu. Birşey demedi. Emîr-ül mü'minîn buyurdu:
Vefât
edinceye kadar bunu zindâna koyun. Hasen ve Hüseyn ve Muhammed bin
Hanefiyye 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerini huzûrlarına getirip,
vasıyyet etdi.
Buyurdu ki: Her zemân esîrlerinize yiyecek veriniz. Aç koymayınız.
Hazret-i
Alînin kerîmeleri Ümm-ü Gülsüm zindâna vardı. Ağlıyarak, İbni Mülceme
dedi
ki: Ey bedbaht. Emîr-ül mü'minîn bugün iyidir. Yarın seni öldürürler.
İbni
Mülcem dedi ki: O iyi olmaz. O kılınç zehr ile sulanmışdır. Eğer iyi
olsa,
sen niçin ağlarsın. Ümm-ü Gülsüm 'radıyallahü anhâ' hazretleri ona
kızıp,
dışarı geldi. Ramezânın yirmiyedinci günü oldu. Emîr-ül mü'minîn, Ümm-ü
Gülsüm hazretlerine buyurdu ki, evden dışarı çık. Evin kapısını bağla.
Çıkıp kapıyı kapadı. Hasen 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri orada
oturdu.
Evin içerisinden bir ses işitdi ki, meâl-i şerîfi, (Âyetlerimizi inkâr
edenler bize gizli değildir. Kıyâmet gününde ateşe atılan mı, güven
içinde
gelen kimse mi dahâ iyidir. Dilediğinizi işleyin. Doğrusu o yapdığınızı
görendir) olan Fussîlet sûresinin 40.cı âyet-i kerîmesini okuyordu.
Ondan
sonra şu sesi işitdiler ki, (Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
vefât etdi. Ebû Bekr vefât etdi. Ömer, Osmân ve Alî 'radıyallahü teâlâ
anhüm' katl edildi [şehîd edildi].) Hasen 'radıyallahü anh' hazretleri
anladı ki, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' vefât etdi. Evin
kapısını
açdı. Gördü ki, dünyâdan göç etmiş. Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ
anhümâ' hazretleri yıkadılar. Muhammed bin Hanefiyye su dökdü. O
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden arta
kalan hanûtu mubârek
bedenine saçdılar ve defn etdiler. Kûfe mescidinin ortasında defn
edildi.
Ertesi günü İbni Mülcemi katl etmek için getirdiler. Dedi ki, beni
öldürmeyin.
Gidip, Mu'âviyeyi öldüreyim. Yemîn ederim ki, yine geri gelirim.
Hazret-i
Hasen 'radıyallahü teâlâ anh', hâyır, senin öyle bir ma'rifetin olamaz,
öldürün bu mel'ûnu buyurdu. Onu öldürdüler. İmâmın şehâdet mertebesine
kavuşduğu gün, Ramezân-ı şerîfin yirmiyedisi idi. Ba'zıları demişler
ki,
yirmiüçü idi. Ba'zıları ellisekiz yaşında idi, dedi. [63 yaşında idi.]
Dört sene on ay hilâfet etdi. Dokuz hanımı nikâh ile almış idi.
Hazret-i
Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhâ' hayâtda iken hiç hanım nikâh
etmedi. Fâtıma 'radıyallahü anhâ' hazretlerinden üç oğlu oldu. Hasen,
Hüseyn
ve Muhsin. Muhsin çocuk iken vefât etdi. Ba'zı âlimler ve eshâb-ı hadîs
rivâyet eylemişdir ki, hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bütün
gazâlarda
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile berâber
bulunmuşdur.
Tebük gazâsında, onikinci menkıbede tafsîli geçdi. Annesi Fâtıma binti
Esed bin Hâşim olup, müslimân olmuşdu. Mekke-i mükerremeden Medîne-i
münevvereye
hicret edip, orada vefât etdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri cenâze nemâzını kılıp, defn etdikde, buyurdu ki, (Bu benim
anamdır).
Nemâzını kıymetli evlâdı hazret-i Hasen 'radıyallahü teâlâ anh'
kıldırdı.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin yaşında ve
Ebû Bekr ve Ömerin 'radıyallahü teâlâ anhümâ' yaşında idi. Yüzüğünde;
(Allahü
melik-ül hakk-ül mübîn) yazılı idi. Kâtibi Abdüllah bin Râfi'i idi.
Doksanüçüncü Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü anh'
hazretlerinin
âdet-i şerîfleri bu idi ki, nemâza dursa, âlem alt-üst olsa, hiç haberi
olmazdı. Hattâ rivâyet ederler ki, bir cengde, mubârek ayağına ok
dokunup,
demir kısmı kemiğe girmiş idi. Çıkmayıp, kemikde kaldı. Cerrâha
gösterdiler.
Cerrâh dedi ki, sana bayıltıcı bir ilâc içirmek îcâb eder. Aklın gitsin
[bayılasın]. Ondan sonra demiri çıkarmak lâzımdır. Yoksa, bunun
ağrısına
tehammül edemezsin. Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
buyurdu: İlâca ne lüzûm var. Sabr eyle. Nemâz vakti gelsin. Nemâza
durdukdan
sonra çıkar. Nemâz vakti geldi. Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri
nemâza durdu. Cerrâh da, mubârek ayağını yarıp, kemik arasından demiri
çıkardı. Cerâhat yerini sardı. Hazret-i Alî nemâzı bitirdi ve cerrâha
sordu
ki, çıkardın mı. Dedi, evet çıkardım. Fekat, hazret-i Alî, ben bu
demiri
çıkardığını duymadım, buyurdu. Ne güzel Alî ki, ne güzel nemâzı o
kılmışdır.
İbni Mülcem o mubâreğin bu ahvâline muttâli olduğu için, gözetip,
nemâzda
vurmuşdur [şehîd etmişdir].
Doksandördüncü Menâkıb: Rivâyet ederler ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
azze şânühü hazretleri Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâma
gemi
yap, diye buyurdu. O da gemiyi yapdı. Temâmladıkda, üç tahta artdı. Nûh
aleyhisselâm buyurdu ki: Yâ Rabbel'âlemîn! Bu üç tahtayı ne yapayım.
Allahü
tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, yâ Nûh! Benim bir dostum vardır. Ona Alî
derler. Âhır zemânda gelir. Bu tahtalar ona tabut olmakdan gayri işe
yaramaz.
Bu tahtaları filan yere iletin. Orada bir kabr kazın. Bu tabutu o kabre
defn edin. Meleklere emr edeyim. O kabri dostum o kabre varıncaya kadar
[o zemâna kadar] ziyâret etsinler.
Rivâyet ederler ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri, Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine buyurdu ki; (Yâ
Alî!
Benim yanımda bir sır vardır. Bana Cebrâîl aleyhisselâm bildirmişdir.
Sana
bu sırrı açıklayayım ki, senin kabrin Nûh aleyhisselâm zemânında bir
yerde
kazılmışdır. Ben o yeri bilmiyorum. Halkdan da bir kimse bilmez. Ecelin
yaklaşdığı sırada, Hasen ve Hüseyne vasıyyet eyleyip, de ki: Ben
öldüğüm
vakt, yıkayın ve kefene sarın. Tabuta koyup, nemâzımı kılınız. Âlem-i
gaybdan
bir deve gelip önünüzde çöker. Beni o devenin üzerine koyun. Benim
ardımca
Kûfe kapısına kadar gelin. Ondan sonra beni koyun. Siz geri dönün. O
hazret
[hazret-i Alî] de, hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne bu vasıyyeti
buyurdular.
Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' dediler
ki,
yâ babamız bize destûr ver. Cenâzenin ardınca varılacak yere kadar
gidelim.
O hazret [hazret-i Alî], buyurdu ki, destûr yokdur. Böyle varınız ve
hemen
kapıdan geriye dönünüz. O iki sultân da, o mahalde vasıyyeti gözleyip
dururken,
bakdılar, bir deve gelip, huzûrlarında çökdü. Cenâzeyi üzerine
yüklediler.
Kûfe kapısına kadar vardılar. Deve gitdi. Bunlar da geri döndüler.
Sabâh
olunca, Kûfe ehli toplandılar. Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerini niçin çıkarmazsınız ki, techîz ve tekfîn işini görelim,
dediler.
Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' buyurdu ki, bu işler bu gece
yapıldı. Yâ bize niçin haber vermediniz, dediklerinde, hazret-i Hüseyn
buyurdular ki, dedemiz, şöyle şöyle vasıyyet etmiş idi. Biz de o
vasıyyeti
sakladık. Kıssayı başlangıcından sonuna kadar haber verdiler.
Doksanbeşinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Alî 'kerremallahü vecheh'
hazretlerinin
kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir
gün
Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da
oraya
gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler
ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı
nedir,
diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki,
emîr-ül
mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin kabr-i şerîfi
buradadır.
Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu
müddetçe
her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.
Doksanaltıncı Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki, dün gece Risâletpenâh 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerini rü'yâda gördüm. Dedim ki: Yâ Resûlallah!
Ümmetinden
bana gelen bu mihnetler ve husûmetler nedendir. Buyurdu ki, (Onlar
üzerine
düâ eyle!) Dedim ki: Yâ Rabbî! Bana onlardan iyi karşılık ver. Onların
üzerine benden dahâ az fâideli olanı getir. Hemen o günde düâsı
müstecâb
olup, şehîd oldu.
Doksanyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Hasen 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh ve kerremallahü vecheh' vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir
ses
işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz
de
dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin
hâfızı
[koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim
onların
sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses
kesildi.
İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen Doksansekizinci Menâkıb:
Emîr-ül
mü'minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ
anhüm'
hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun
üzerine
koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz
taş
görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada
güşâde
makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi
ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Doksandokuzuncu Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü
teâlâ anh' âhırete sefer etdikde, Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ
anhümâ'
hazretleri merkad-ı şerîfine [mezârına] defn etdiler. Geri dönerken,
yolda
bir fakîre rast geldiler. Hazîn ses ile figân ediyordu. Hâlini
sorduklarında,
cevâb verdi ki: Ey azîzler! Ayrı düşmüş bir garîbim. Mihnetim çok.
Gamımı
paylaşacak kimse yok. Dediler: Yâ bu âna kadar gamını kim ile
paylaşırdın.
Dedi ki: Bir seneden beri, hergün bu şehrden bir şahs gelip, benim ile,
ünsiyet eder, alâkalanırdı. Bütün ihtiyâclarımı te'mîn edip, giderdi.
İsmi
nedir, dediler. İsmini bilmiyorum. Sordum, cevâb vermedi ve benim
merhametim
Hak içindir, dünyâ şöhreti için değildir. Sûreti [yüzü] ve hey'eti
[vücûdu]
nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben a'mâyım. Ammâ, bu kadar bilirim ki, iki
gündür yanıma uğrayıp, ahvâlimi sormuyor. Dediler: Davranışları
nasıldır.
Dedi ki: Meşgûliyyeti tesbîh ve tehlîl ile idi. Hattâ, tesbîh ve
tehlîline
meleklerden cevâb işitdim. Belki, kapı ve dıvârların ta'zîm etdiğini de
his ederdim. (Miskîn miskîn ile garîb garîb ile oturur) buyururdu.
Şeyhzâdeler
bu haberden giryân olup, dediler ki, ey dervîş: bu dediğin nişânlar,
Alî
bin Ebî Tâlibin nişânlarıdır. Dedi ki: Ey mahdûmlar [oğullar]. Ona ne
oldu.
Dediler, bir bedbaht onu şehîd etdi. Biz onun kabrinden geliriz. Dervîş
o haberden muzdarib olup [üzülüp], figâna başladı. Dedi ki: Ey
şehzâdeler.
Büyük ceddiniz hürmeti için olsun, beni o serverin mezârı yanına
götürün.
Şeyhzâdeler [Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ'] merhamet edip,
bir elini hazret-i Hasen ve bir elini hazret-i Hüseyn 'radıyallahü
teâlâ
anhümâ' tutup, emîr-ül mü'minîn Alînin 'radıyallahü teâlâ anh' kabr-i
şerîfine
götürdüler. O dervîş, kabr üzerine düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabr
sâhibinin hurmeti için, ben fakîri, hor ve zelîl, kimsesiz bırakma. Bu
dertlerime ortak olana kavuşdur. Düâsı Allahü teâlânın kazâ hükmüne
uygun
olup, o ân rûhunu teslîm etdi. Beyt:
Katre [damla] deryâya [denize] kavuşdu,
Zerre hurşîde [güneşe] intikâl etdi [kavuşdu].
Şeyhzâdeler o dervîşin techîz ve tekfînini yapıp, nemâzını kılıp, o
mevki'de defn etdiler.
Yüzüncü Menâkıb: Hazret-i Hüseynin menâkıbıdır. Hazret-i Hüseyn
'radıyallahü
teâlâ anh' Kerbelâda, evlâd ve eshâbı şehâdet şerbetini içip, yalnız
kaldıkdan
sonra, Zeynel'âbidîn hazretlerini huzûr-ı şerîflerine çağırdı.
Dedesinden
ve babasından vedî'a bırakılan emânetleri ona verdi. Hazret-i Fâtımanın
'radıyallahü teâlâ anhâ' Mushaf-ı şerîfini ve kimseye nasîb olmıyan
ilmleri
ona teslîm etdi. Kendisini Vâcib-ül vücûd hazretlerinin hükmüne
bırakdı.
Beyt:
Safâ zülâli [suyu] bir bağdan-bir bağa akdı,
Nûr, bir çırâğdan bir çırâğa akdı.
Emânetleri teslîm etdikden sonra, Cennet ziyâfetine gideceğini anlayıp,
karâr kılıp, dostlar düğününe giderken süslenmek âdetdir, deyip,
saçlarının
ve yüzünün tozlarını giderip, kıymetli kumaşdan yeni elbiselerini
giydi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin sarığının
sargılarını yeniledi. Şehîdlerin seyyidi hazret-i Hamzanın 'radıyallahü
teâlâ anh' kalkanını omuzuna alıp, Alî Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin Zülfikârını kuşandı. Resûl-i ekrem hazretlerinin
Zül-cenâh
ismli burak gibi giden atına bindi. Mubârek eline ejderhâ gibi bir
mızrak
alıp, zînetlerini temâmlıyarak, ehl-i beytine [çoluk çocuğuna] vedâ
edip,
meâl-i şerîfi (Seni, Allahü teâlânın görmesi kâfidir) olan âyet-i
kerîmeyi
yâd edip, harb meydânına girdi. Yezîdin askerleri hazret-i Hüseynin
üzerine
hücûm edip, ok yağmuruna tutdular. Hazret-i İmâm bu hâli görüp, hamle
etmek
üzere iken, bir toz bulutu hâsıl olup, her taraf karanlık oldu. Bu
hâlde
iken, acâib kılıklı, heybetli bir şahs göründü. Başı merkep başı gibi
idi.
Ayakları aslana benzerdi. Hazret-i Sultân-ı Kerbelânın hizmeti ile
müşerref
olup, ceddine, babana, selâm olsun, deyip, hazret-i Hüseynin bindiği
atın
tırnağını öpdü. Hazret-i Hüseyn de onun selâmına cevâb verip, dedi ki:
Ey bahtlı kimse. Sen kimsin. Bu tenhâ yerde garîb olarak ne yaparsın.
Dedi
ki: Yâ Resûlallahın torunu! Bu diyârda bulunan cinnîlerin serveri
[efendisi]yim.
Bana (Za'fer) cin derler. Temiz ceddinin şerefli zemânında müslimân
olmuşdum.
Azîz babanın âzâdlısıyım. Senin kemter kölenim. Efendimsin, efendim
oğlu
efendimsin. Geldim ki, hizmetinde bulunayım. İzn veresin ki, sana sitem
edenlere amellerinin netîcesini, onlara göstereyim. Hazret-i Hüseyn
'radıyallahü
teâlâ anh' ona buyurdu ki, Benim babam ne zemân senin ile bulunmuşdur.
Za'fer dedi ki; müslimân oldukdan sonra, kâfir cinnîler ile harb
ederken,
gâlib geldiler. Beni askerim ile berâber helâk edecekleri sırada
çâresiz
kalıp, kimseden de yardım ihtimâli kalmamış idi. Zarûrî olarak, yüzümü
yerlere sürüp, Rabbimin dergâhına münâcat edip ve ceddin Muhammed
Mustafâyı 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' şefâ'atcı yapıp, dedim
ki; Yâ Rabbî!
Bu kadar mü'min ve muvahhid kullarını müşriklere kırdırır mısın diye
ağlayıp,
sızladım. Hâtıfdan bir nidâ geldi ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin Eshâbından birisi Basrâ şehrine gitmişdir. Onu
çağır dedi. Ben de kim olduğunu bilmiyordum. Hemen sesli olarak üç
kerre
çağırdım: Ey Resûlullahın sahâbesi, Allahü teâlânın izni ile gel dedim.
O hâl içinde gördüm ki, bir şânı yüksek Sultân zuhûr edip, yetişdi. Hiç
fırsat vermeyip, kâfir cinnîleri kırıp, helâk etdi. Ben âcizi onların
ellerinden
kurtardı. Sonra yanına varıp, mubârek ayaklarına yüzümü sürüp, dedim
ki,
Sultânım, sen kimsin! Buyurdu ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerinin eshâbından Alî bin Ebî Tâlibim. Ondan sonra yine
se'âdetle ve devletle Basrâ şehrine vardılar.
Hazret-i Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Yâ Za'fer! Hüsn-i
i'tikâdına ve vefâkâr yâr olduğuna memnûn olduk. Lâkin insan şekline
girmeğe
eğer kudretin var ise, muhârebeye girmene izn veririz. Za'fer, dedi ki:
İnsan şekline girmeğe izn yokdur. Hazret-i Hüseyn buyurdu ki: İnsan
şekline
girmeğe izn yok ise, muhârebeye girmeğe izn yokdur. Erlik değildir, bu
heybetin ile bu kadar insanı sana kırdırmak; hoş değildir. Yâ Za'fer,
tam
hizmet mahallinde yetişdin. Allahü teâlâ senden râzı olsun. Za'fer de
ağlıyarak
vedâ edip, gitdi.
(Diğer rivâyet): (Hadîka) kitâbında nakl edilen rivâyet de şöyledir.
Hazret-i Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, yâ Zafer! Siz latîf
cismsiniz. Sizin insanlar ile muhârebe etmeniz insâf olmaz. Zîrâ bu
zulm
olur. Ben zulmü revâ görmem. Zafer dedi ki: Yâ İmâm! İnsan sûretine
girip,
ceng edelim. Nitekim Bedr muhârebesinde melekler insan sûretine girip,
Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yardımcı oldular.
Hazret-i
Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, yâ Za'fer! Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi vesellem' hazretlerine Bedr muhârebesinde şehâdet va'd
olunmamışdı.
Kurtulması için yardım olunması lâzım idi. Allahü teâlâ meleklere
yardım
emri verdi. Hâlbuki ben ilm-i ilâhîde görmüşüm ve bilmişim ki, bugün
şehîd
olup, Rabbime kavuşurum. Bu dünyâdan öbür âleme göç ederim. Bu bir sâat
için dostlarımı zahmete salmak münâsib değildir. Za'fer, muhârebeye
girmek
için izn alamadı. Vedâ edip, ağlıya ağlıya geri döndü. Gayret sâhibinin
gayreti gidince, zulmet ortaya çıkar. Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
meydâna çıkdı. Bu hikâyeden ma'lûm olur ki, Hüseyn 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretlerinin lutf ve keremlerine nihâyet yokdur. Zîrâ, bu cümleden
anlaşılıyor
ki, eğer karşı tarafdan intikâm almak istese idi, cinnîler askerine emr
eyler, bir an içinde o zâlimleri kırıp, târumâr ederlerdi. Kendileri de
o tehlikeden kurtulmak imkânı bulurdu 'radıyallahü teâlâ anh'.
Yüzbirinci Menâkıb: Nazm şeklinde (Siyer)den nakl olunmuşdur:
Vaktidir ey bülbül-i gâfil uyan,
Bir nazar kıl aç gözün, ola ıyân.
Kim senin bağın değildir, işbu yer,
Her kimi kim besler ise, iş bu yir.
İşte gel kim var, gülistânın senin,
Cân ilinde tâze bostânın senin.
Sa'y kıl kim eresin ol gülşene,
Himmetini bağlama sen bu külhâna.
Cîfedir bu, cîfeye aldanma sakın,
Sen seni bu yerde devâmlı kalır, sanma sakın.
Ey perîşân dil (gönül), oturma dilfikâr,
Söyle bu söz, senden ola, yâdigâr.
Sîreti ol kim rivâyet eyledi,
Bunu bu resme hikâyet eyledi.
Râvî ider, bir yehûdî var idi,
Askeri çok, ismi Dâvüd-i Şa'yâ idi.
Var idi bir kal'ası, yuvarlak büyük,
Kim iki kat, yüksek yerde, muhkem yapılı.
Seng-i hârâ idi, ak taşdır yeri,
Burcları yüce, düzenli her biri.
sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik.
İki kat dıvârlı idi her biri,
Yedi arşın idi, dıvârının eni.
Hendeği var idi ki, enli ve derin,
Kim içi su idi ki, dolu ve derin.
Bir kaya üstünde muhkem yapılı,
İçi-dışı asker ile dopdolu.
Râvî der ki, ona benzer üstüvar [muhkem],
Ol Hicâz ilinde, yokdur bir hisâr.
Çün işitdi Dâ'vüd-ı Şa'yâ bunu,
Hep döküldü, merhabü meyser kanı.
Katî hışm etdi kakdı ol la'în,
Pes çağırdı askeri derdi hemîn.
Atına bindi o, oldu süvâr,
O la'în, gürbüz er idi, nâmdar.
Bindi asker, kaldırıp sancak ve alem,
Çaldılar zurna ve nakkâre zil hem.
Bir kabîle var idi, ânda yakın,
Ki müslimânlardı, onlar ehl-i din.
(Beni Zühre) kabîlesi idi, bu mü'min kabîle,
O mel'ûnun askeri döndü dedi;
O Benî Zühre iline varalım,
Vuralım o ili, halkın kıralım.
Kim Muhammed da'vetin onlar kabûl,
Eylemişler, aldatmış onları ol.
Âbâ-ı ecdâd dînin terk etmişler,
Muhammed ile ahd-i berk eylemişler.
Onların erlerinin hepsini kıralım,
Kadın ve çocuklarını, ne varsa alalım.
Yehûdîlere ne kim etdi ise ol,
Biz edelim onlara hem dahî bol.
O Muhammed görsün acı nicedir,
Uyku görmez gözlerim, kaç gecedir.
Bu sözüyle ılgâr idip, gitdiler,
Gâfil iken il içine yetdiler.
Erkeğinin ulusunu kırdılar,
Küçüğü ile dişisini sürdüler.
Aldılar hem, malların, davârların,
Kırdılar hem, bulduğu adamların.
Bir iş oldu onlara kim her giz ol,
Kimseye öyle belâ olmuş değil.
Arabın Şikâyeti
Bu yakada bir gün o sultân-ı din,
Fahr-i âlem rahmeten lil âlemîn.
Mescid içre otururdu o imâm,
Geldi Câbir, kapıdan verdi selâm.
Yâ Resûlallah dedi, bostânımız,
Hoş yetişdi tâze nahlistânımız [Nahle: Hurma].
Dilerim zahmet buyurup, gelesin Sen,
Ki bostâna gelince şâd olam ben.
Ayağın tozunu bostânıma sal,
Mubârek ola, nahlistânıma sal.
Kabûl eder, Resûlullah dururlar,
Sahâbe ile o bostâna varırlar.
Direrler, tâze tâze hurma yirler,
Ne tatlı tâzedir bu hurma derler.
Hemandem karşıdan bir toz göründü,
Gelir tutmuş yolu düp-düz göründü.
Toz yarıldı, çıka geldi bir arab,
Bir eğersiz ata binmiş ki, acib.
Gövdesi başdan ayağa kara kan,
Kan içinde sanki, gark olmuş heman.
Geldi Peygamber katında ağladı,
Şöyle kim yaşı gözünde çağladı.
Yaşını sildi arab, hem söyledi,
Hizmetinde geldik, îmâna dedi.
Allah birdir, hem Resûlsün mutlaka,
Emrin ile kulluk ederdik Hakka.
Gâfil iken bir gece biz nâgehân,
Dâvüd-ı Şa'yâ çerîsi ile nihân.
Geldi, çarpdı, bizi gâret eyledi,
Halkı kırdı, çok hasârat eyledi.
Er kişisini kırdı, dökdü kanını,
Aldı malın, avretini, oğlanını.
Oğlumuz, kızlarımız oldu esîr,
Sen meded eyle bize ey dest-gîr.
Bunu dedi, hay hay ağladı,
Cümle ol halkın yüreğin dağladı.
Hem Sahâbe dahî giryân oldular,
Ol kişiye çok merhamet kıldılar.
Ol Resûlün hem mubârek gözüne,
Geldi yaş, rahm etdi [acıdı] onun sözüne.
Tetimme
Hem bu söz için geldi Cebrâîl,
Hak selâm verdi, sana kim şöyle bil.
Hem buyurdu size, ta'cîl edesiz,
Ol la'înin üstüne siz gidesiz.
Kal'asının üstüne sen gidesin,
Hak sana nusret verir seyr edesin.
Döndü andan pes Resûlullah eve,
Mescide vardı hemen ive ive [acele].
Pes buyurdu kim Bilâl etdi nidâ!
Mescide geldi kamu mîr ve gedâ.
Mescid içi-dışı doldu mü'minîn,
Minbere çıkdı Resûlullah hemen.
Okudu hutbe, Hakka hamd eyledi,
Döndü hem Eshâbına da pend [nasîhat] eyledi.
Sonra dedi, dinleyin ey Hak askeri,
O Benî Zühredeki kardeşleri.
Onları kâfir nice kırmış hemân,
Gâfil iken onları vurmuş hemân.
Hak buyurdu, kim, ona biz varalım,
Kıralım onları, boynun vuralım.
Siz ne dersiniz, maslahat ne görelim,
Varalım mı üstüne, yâ duralım.
Dediler, yâ Resûlallah kamûmuz [hepimiz],
Senin fermânın altıdır özümüz.
Tutarız Hak emrini biz cân ile,
Oynayalım, baş yolunda cân ile.
Hak teâlâ düşmanın öldürelim,
O yehûdînin tomarın [defterin] dürelim.
Pes düâ kıldı Resûl, dedi durun,
İmdi, bugün hep hâzırlıklar görün.
Hak emrin tutmağı bilin ganîmet,
Bugün ki tân [şafak]la ideriz azîmet.
Sem'an ve tâan [baş üstüne] deyip, dağıldılar,
Her birisi cenk hâzırlığın kıldılar.
Ertesi gün oldukda asker fevc-fevc,
Her biri gitdi geyimli fevc-fevc.
Pehlivânlar bindiler çapan süvar,
Kim dokuz bin er ata oldu süvar.
Çağırdı Mikdâdı çünki geldi o,
Bir alem evvel ona verdi Resûl.
Sen mukaddem ol dedi, önce yürü,
Bin kişi koşdu, behâdır, her biri.
Sonra Resûlullah dedi, hani Alî!
Geldi dahî dediler, ol dem Velî.
Çağırdı Selmânı, dedi var ona,
Muntazırım der Resûlullah sana.
Vardı Selmân, gördü giyinmiş Alî!
Ceng silâhın hep kuşanmış ol Velî.
Fâtıma tutmuş eteğini komaz,
O çekinir gitmeğe ki, onu komaz.
Dedi, Selmân; yâ Emîr olgıl suvâr,
Kim Resûlullah durubdur intizâr.
Sem'an ve tâan [baş üstüne] deyip, bindi atına,
Dedi, geldi o Resûlün katına.
Hem Zübeyr bin Avvâm o şir-i ner,
Yaralı idi, yatar idi meğer.
Gazâ sırasında yimişdi nice ok,
Hem de taşlar dokunmuş idi çok.
Çün işitdi ki, Resûl cenge gider,
Kalkdı yerinden hemen o şir-i ner.
Dedi hâtunu; mecâlin yokdurur,
Durma gel kim cenge hâlin yokdurur.
Sözünü hâtununun dinlemedi,
Kim yaram var diye hiç eğilmedi.
Bindi, Peygamber katına geldi ol,
Bir alem [bayrak] de ona verdi Resûl.
Bin kişi de ona verdi ıyân,
Sağ yanımca gel dedi yâ Pehlivân.
Bir alem kaldırdı kim adı ikab,
Âl senindir yâ Alî dedi ikab.
Bin kişi koşdu ona da dilîr [yiğit],
Askerin ardınca gel der yâ Emîr.
Gece gündüz yürüdüler gitdiler,
Çün Kureyzâ kal'asına yetdiler.
Kâfire oldu haber, kim çok çeri,
Geldi, yetdi üşde islâm leşkeri [askeri].
Dört yakadan ili varın sürdüler,
Asker hep, kal'a içre girdiler.
Burcların üstüne oklar kurdular,
Kendiler kal'a içine girdiler.
Yetdi nâgah, erdi islâm leşkeri,
Önce Mikdâd emrindeki bin çeri.
Çünki kal'a yakınına yetdiler,
Görünce Mikdâdı onlar bildiler.
Askerini tanzîm edip, durdu la'în,
Arkasını kal'asına verdi hemîn.
Gördüler kim kopdu bir toz nâgehân,
Bin kişi ile Zübeyr geldi hemân.
Geldi pes koşum-koşum oldem çeri,
Fahr-i âlem Enbiyâlar Serveri.
Hoş düzenli, hem müzeyyen her biri,
Yahşî ulular, teçhizâtlı askeri.
Râvî der: Ehl-i islâm ol zemân,
Ki düzenli idi, bilgili bî gümân.
Şebde [gecede] yıldızlar gibi saf saf gelür,
Kim giyimli toz içinde berk vurur.
Çün yehûdîler bakar onu görür,
Kim, bu asker böyle düzenli durur.
Bu tertîb, bu envâr ve bu zînet,
Yehûdî gönlüne saldı hezîmet.
Dilediler dönüp kaçmak hisâra,
Ona da etmediler cesâre [Ona da cesâret edemediler].
Çün işitdi, Dâvüd-ı Şa'yâ bunu,
Kim dönerse, boynuna dedi, kanı [boynunu vururum].
Korkmayınız ben olayım size dımân,
Öldürürüm de vermezem emân.
İşbu denli bâgîye de ne cevâb,
Yalnız kim vereyim buna cevâb.
Olmadı ceng ol gün akşam oldu der,
Kondu askerler yerlerini aldılar.
Müslimânlar sabâha dek kıldı nemâz.
Etdiler Allaha çok, dürlü niyâz.
Çün sabâh oldukda etdiler nidâ,
O ezândan göklere erdi sadâ!
Korkdu kâfirler kamu andan hemîn,
Çünki kıldılar nemâzı mü'minîn.
Durdu, bindi her birisi atına,
Geldi ulular Resûlün katına.
Yâsadılar [yerleşdirdiler] askeri hoş meymene [sağ kanat],
Meysere [sol kanat] kalbu cenâh durdu yine.
Meymene ucunda Ammârı koydu,
Pes Alîye ortada dur sen dedi.
Kendisi birkaç sahâbi ile bile,
Bir yüce yerde durdular bile.
Askerini yerleşdirdi kâfir de,
Dizdiler sağın solun onlar da.
Çün iki asker karşılıklı geldiler hemân,
Çıkdı islâm askerinden nâgehân [bir asker çıkdı].
Dedi bir er girdi cevelân eyledi,
Bî tekellüf kasd-ı meydân eyledi.
Adı Dırâr idi hem hâs-ı Resûl,
Pehlivân-ı gürbüz idi gâyet de ol.
Pes yehûdî askerinden çıkdı dîr [asker],
Adı Hüssan bin Kârin bir dilîr [cesûr kimse].
Girdi cevlân etdi [meydânda dolandı], cenge durdular,
Birbirine çün kılınçlar vurdular.
Vurdu bir darbe ona Dırâr Pehlivân,
Ki, iki pare olup, düşdü hemân.
Verdi cânın tamuya düşdü la'în,
Durdu Dırâr diledi er pes hemîn.
Bir mübâriz [cengci] girdi, adı Danyâl,
Etdi, Dırâr ile çok ceng ve cidâl.
Çok oyunlar geçdi, o hîleci, ona,
Âkıbet fırsat bulup, Dırâr ona.
Şöyle sapladı göğsüne ol pehlivân,
Düşdü tamü inlerine [yerlere serilerek] verdi cân.
Girdi Heyyâc adlı bir er pes hemân,
Cenge girdi, vermedi dahî emân.
Hayli ceng eyledi Dırâr ile ol,
Ceng uzadı, Dırâr oldu pes, melûl.
Nâra atdı, vurdu ağzından onu,
Cânı gitdi, tâmuya düşdü teni.
Durdu Dırâr yine cevlân eyledi,
Er diledi, döndü devrân eyledi.
Dâvüd-ı Şa'yâ kalkdı negahân,
Depdi atın girdi meydâna hemân.
Zırhlı Dâvüd ileri yaşında hod,
Kılıcı elinde sanki yanar od [ateş].
Nâra atdı, heybet idüb haykırır,
Girdi meydân içine cevelân urur.
Bildi Dırâr, tanıdı onu hemân,
Hamle kıldı, vermedi bir dem emân.
Nîzesi [mızrağı] göğsüne idi yakîn,
Çaldı kılınç ile onu ol la'în.
Bâkisin Dırâr bırakdı, hemîn,
Kılıncına yapışınca ol la'în.
Urdu tiz destlik edip, bir darb ona,
İki pâre kıldı kaldılar dona.
Düşdü Dırâr, orada oldu şehîd,
Nâra atdı, mağrûr oldu ol pelîd.
Oldu Dırâr için cümle mü'minler melûl,
Gürbüz idi, hem melûl oldu Resûl.
Çıkdı islâm askerinden bir civân,
Mürre tebnî Dârî adlı pehlivân.
Ol la'în onu dahî kıldı şehîd,
Katî mağrûr oldu, o mel'ûn pelîd.
Kimse girmedi dahî meydâna,
Askerin depdi hemen sağ yanına.
Döndü ondan, sol yana depdi la'în,
Çıkdı ândan kalbe değdi [merkeze geldi] ol la'în.
Birbirine vurdu şöyle leşkeri [askeri],
Oka tutdular, hemen döndü geri.
Durdu meydân içre cevlân eyledi,
Yâ Muhammed, nerde Senin askerin dedi.
Var ise bir pehlivân gelsin bugün,
Pehlivân kimdir, bu halk görsün bu gün.
Dedi, Hâzin oğlu Sa'di pes hemân,
Hoş mübâriz pehlivân idi civân.
Hamle kıldı dahî vermedi emân,
Kâfir ile cenge durdu bir zemân.
Gördü kâfir Sa'dı kim key erdürür,
Hamlesini def' eder, darbeler vurur.
Hîle düzdü, onda bir mekr eyledi,
Yâ yiğit, ben bir acâiblik gördüm, dedi.
Düşdü çaldım atının bir ayağını,
Üç ayağı ile durur ol bayağı
Sandı, gerçek; geri bakdı hemîn,
Bir kılınç vurdu hemân dem o la'în.
Kim, ikiye biçdi kıldı onu şehîd,
Düşdü atından hemen dem o yiğit.
Ziyâde oldu, mel'ûnun gurûru,
Çağırıp, haykırır, ider sürûru.
Kimse girmez dahî çün girdi la'în,
Depdi askerden yana, sürdü hemîn.
Bir iki adam yaraladı yine,
Döndü andan, yürüdü asker kalbine [ortasına].
Ok yağmuruna tutdular o kâfiri,
Korkdu ondan yine ol döndü geri.
Durdu meydân içre, cevlân eyledi,
Yâ Muhammed, hanî ensârın dedi.
Hanî Kays ve ne oldu Mikdâdın hani,
Korkdu, benzer pehlivânların hani.
Ger onlar korkdu ise, hanî ol dilîr [yiğit],
Şol Alî adlı behâdır nerre şir [erkek arslan].
Şâh-ı merdân diyü ad almışdır,
Şimdi niçin geride kalmışdır.
Kendini bir sınasın gelsin beri,
Ger gelirse dahî sağ varmaz geri.
Pes Resûlullah dedi, Haydar hani,
Zahr-i islâm fethi o server hani.
Hâzır idi, dedi, lebbeyk, şâh hemân,
Yâ Resûlallah, buyur dedi revân.
Varayım ben onu bîcan edeyim,
Kan ile toprakda galtan [yuvarlanıcı] edeyim.
Pes Resûlullah dedi, var yâ Alî,
Kim, sana nusret yakındır yâ Velî.
Bil ki Allah, hem Resûlullah sana,
Kim, meded edicidir önden sona.
Şâh-ı Merdân kasdı meydân eyledi,
Girdi, hoş, şâhâne cevlân eyledi.
Dâvüd-ı Şa'yâ onu gördü hemân,
Hamle kıldı, ya'nî kim vermez emân.
Kâfirin çün hamlesini gördü imâm,
Çekdi kınından kılıncını temâm.
Nâra atıp, şöyle haykırdı ona,
Aklı gitdi kâfirin, kaldı dona.
Titredi a'zâları pes ol la'în,
Atını ardına sıçratdı hemîn.
Pes, çekildi bir yere, durdu geri,
Kim, dağılmış aklını derdi geri.
Hem dedi kim, yâ yiğit nedir adın,
Kim bu resme havf ve heybet eyledin.
Şâh-ı Merdân dedi adımdır, Alî,
Dedi kâfir, seni isterim belî.
Nâra atdı, çekdi kılıncın la'în,
Şâh-ı Merdân üstüne sürdü hemîn.
Şâh onu gördü ki, bir hoş pehlivân,
Pes, mudâra etdi onunla hemân.
Ya'nî, kim tutam idem dedi esîr,
Tâ müslimân ola, bir rükn ola dîr.
Nâgehân bir kılınç vurdu o la'în,
Şâh-ı Merdân başına erdi hemîn.
Aldı kalkana hem ol dem şâh onu,
Çün, müslimân olmaz ol bildi onu.
Pes, kalkdı, nâra atdı ol Emîr,
Bir kılınç vurdu ona ol nerre şîr [erkek arslan].
Sağ yanında şöyle kim çaldı onu,
Sol yanından ol iki böldü onu.
Düşdü ondan iki pâre ol la'în,
Kan ile toprağa bulandı hemîn.
Şâh-ı Merdân yine cevlân eyledi,
Bir mübâriz var mıdır, gelsin dedi.
Çünki onu öyle gördüler yehûd,
İ'timâd ederdi ona çün cehûd.
Orada öyle olduğunu gördüler,
Kaçdılar kal'a içine girdiler.
Yapdılar kapıyı, burçda durdular,
Atdılar ok, mancınıklar kurdular.
Müslimânlar ol işi çün gördüler,
Ok ile bunlar da cenge durdular.
Kuşatdılar yirmibeş gün hisârı,
Ki ceng idi kamu leylü nehârı.
Pes Resûlullah buyurdu siz dahî,
Mancınık düzün atalım biz dahî.
Durdu bir er İbni Amr idi adı,
Yâ Resûlallah düzerim ben dedi
Lâkin ağaç yok, bu ağaçlar kamu,
Hem yemiş ağaçlarıdır cümle bu.
Bunu böyle söyleyince o hemîn,
Geldi gökden indi Cebrâîl Emîn.
Dedi, Hak teâlânın selâmı var,
Buyurdu; bu âyeti Resûlüme ver:
(Hurma ağaçlarından kesmeniz veyâ aslı üzere terk etmeniz Allahü
teâlânın
izni iledir. Böylece, bu iznle kâfirler rüsvay olurlar.) [Haşr sûresi
5.ci
âyet-i kerîmesi meâli.]
Pes Resûlullah buyurdu: Hak teâlâ,
Bu ağaçları bize kıldı halâl.
Çünki bu vakt ona muhtâç olmuşuz,
Başka ağaç yok, nâçar kalmışız.
Pes, ağaçdan yetdikçe kırdılar,
Düzdüler tiz, mancınığı kurdular.
Atdılar bir taşı bârû üstüne,
Düşdü sankim burcu yıkmak kasdına.
Bir de atdılar içeri düşdü ol,
Kâfir cânibine korku düşdü bol.
Bu resme cengle çün erdi akşam,
Müslimânlar varıp kıldılar, ârâm.
Müslimânlar bülend tekbîr ederler,
Kamûsu onlarını bir ederler.
Müslimânlar sabâha dek nemâzı,
Kılıp etdiler, Allaha niyâzı.
Kimi tesbîh, kimi Kur'ân okudu,
Uyumadı biri çün, sabâha erdi.
Ezân okundu, kıldılar nemâzı,
Düâ kıldılar etdiler, niyâzı.
Hemân dem kal'aya karşı berâber,
Koşup bağladılar, şöyle serâser.
Pes getirdi pehlivânlar her biri,
Mancınığa komağa, bir taş iri.
Getirdi ânda taşı ol Ammâr,
Dilâver pehlivânlar başı Ammâr.
Koyuben mancınığa ol atdı,
Havadan kal'anın içine yetdi.
Düşüp bir yere vîrân eyledi ol,
Dokuz kişiyi bîcan eyledi ol.
Onun ardınca Mikdâd atdı bir taş,
Dokundu dört eve, ol kıldı hışhaş
Onun ardınca Sa'd bin Ubâde,
Ki Hazrec ulusu şeyh Suâde.
Atar çünki havâya çıkdı ol taş,
İnip bir kubbeyi o kıldı hışhâş.
Pes getirdi şâh-ı Merdân ol Alî,
Mancınığa koydu bir taş, ol Velî.
Râvî der: Pehlivânlar her biri,
Mancınığa koydu, bir taş iri.
Atdılar herbiri bir iş eyledi,
Kâfirin cânibine teşvîş eyledi.
Ol arada dahî bir taş kalmadı,
Kim ki vardı taş aradı, bulmadı.
Çünki, taş arandı, bulunmadı,
Taş bitince Resûlullah üzüldü.
Çünki başka taş bulunmadı, Resûl,
Ol mübârek hâtırı oldu melûl.
Hak teâlâdan getirdi ol selâm,
Dedi, çünki taş bulunmaz yâ imâm.
Hak teâlâ şöyle fermân eyledi,
Mancınığa girsin aslanım dedi.
Varsın ol içine düşsün kal'anın,
Kim, onun fethi elindedir Anın.
Pes, Resûlullah dedi, kim yâ Alî!
Cebrâîl geldi, dedi kim yâ Velî!
Kim, koyam bu mancınığa ben seni,
Bu hisâra atayım, ey Hak aslanı.
Hiç ziyân erişmez sana uş ben dımân [kefîl],
Feth eden bu kal'ayı sensin hemân.
Şâh-ı Merdân dedi, yüzüm üstüne,
Her ne emr olunduysa, gözüm üstüne.
Yoluna olsun fedâ cânım benim,
Hâtırıma geldi bu mâni' benim.
Kim beni kal'aya atınız dedim,
Yine dedim iş Hakdır, ben ne diyem.
Pes, Resûlullah dedi kim Enbiyâ!
Her ne endîşe ede yâ Evliyâ.
Düşe Hakkın işine ol mutâbık,
Muhâlif olmaz, olur ol muvâfık.
Kim anların hemîşe gönlü hâzır,
Hakkın yanındadır, Hak ona nâzır.
Aldı kalkanın kılıncın pes Alî,
Geldi girdi mancınığa ol Velî.
Tutdu bile ol nebîler Serveri,
Atdılar gitdi havâya Haydarı.
Çün havâya çıkdı ol Hak aslanı,
Kakdı kılınç arkasıyla kalkanı.
Nâra vurdu, şöyle haykırdı emîn,
Sanki gök gürledi, sarsıldı zemîn.
Çünki kâfirler görür bu heybeti,
Hep kurudu, güçleri ve kuvveti.
Çün Alî idi havâdan gördüler,
Kaçdılar evli evine girdiler.
Bağlayıp kapıların oturdular,
Canlarından ümîdi götürdüler.
Belleri kurudu, tutmaz elleri,
Gözleri görmez tutuldu dilleri.
Şâh-ı Merdân pes, kapıya yürüdü,
Çekdi kopardı, kapıyı sürüdü.
Geldi mü'minler hisâra girdiler,
Kâfiri yerli yerinde kırdılar.
Kırdılar erkek, koymadılar diri,
Gâret etdiler dişisin herbirini.
Aldılar malını esîrin tutdular,
Sağ selâmet evlerine gitdiler.
Sağlığıyla o Medîne şehrine,
Geldiler anda Resûluyla bile.
Ol Resûlün hizmetinde şâdgâm,
Oldu bu kıssa, burada hem temâm.
Mustafânın yüzü-suyu hurmeti,
Cümlemize müyesser kıl rahmeti.