Site icon İslam & İslamiyet – Kevser.Org

Nebevi Tıp Çerçevesinde Ruh ve Beden Sağlığı – 1

GİRİŞ

İnsanlık tarihi boyunca, Allah’ın yol gösterici olarak görevlendirdiği peygamberler ilâhî mesajları iletmenin yanında, insanların günlük hayatlarında karşılaştıkları problemlerle de ilgilenmişlerdir. Esasen, peygamberlerin günlük hayatın çeşitli konularına dair yaptıkları tavsiyeler, bir yerde nübüvvet görevi kapsamında da değerlendirilebilir. Sözü edilen tavsiyelerin sınırlarının doğru olarak belirlenmesi ise peygamberlik kurumunun doğru anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Peygamberler’ in görevleri kapsamında sunulan tavsiyeler, insanların fıtratında olanı değiştirmek değil, fıtratına uygun olana yönlendirmede bulunmaktadır. Bunların başında da insanların rûh ve beden sağlığını korumaya yönelik tedbirlerin geldiği düşünülebilir.

Tarihten günümüze kadar insanoğlu, yaşadığı hayat süreci içerisinde sağlık sorunlarına çare arama gayretine girmiş ve tıpla ilgili bilgileri merak edip araştırmaya başlamıştır. Bu araştırma neticesinde her millet, kendisine has tedavi yöntemleri geliştirmiştir. Dünya Medeniyet Tarihi’nde en eski bilim dallarından biri olan bu tıp bilimine İslâm Dini de gerekli önemi vermiş ve bu alanda önemli katkılar sağlamıştır. Zira Peygamber (s.a.v)’in sahip olduğu nübüvvet bilgisinin en önemli yönlerinden birisi de ümmetine tavsiyede bulunduğu tıpla ilgili bilgilerdir ki Müslümanlar o günden bugüne kadar bu bilgilerden istifade ederek sağlıkla ilgili sorunlarını gidermişlerdir. Ancak bu bilgilerin kaynağı hep merak konusu olmuştur. Acaba Peygamber (s.a.v) bu konularda da vahiy mi almaktadır? Yoksa bunların bir kısmı vahye dayalı olup Kur’ân’ı Kerîm’deki tıp prensipleriyle paralellik arz eden, bir kısmı ise tecrübeye dayalı olan beşerî bilgiler midir?

Rivâyet yoluyla bize ulaşan bu bilgiler, ister vahiy kaynaklı olsun, isterse beşerî mahsulü olsun, herhangi bir ayırım yapılmadan bunların tamamı et-Tıbbu’n-Nebevî veya Nebevî Tıp literatürü adı altında toplanmıştır. Nebevî Tıbb’ın ihtiva ettiği konuları zikredecek olursak; koruyucu hekimlik, Rukiye yoluyla tedavi, şifâlı gıda ve bitkilerden yararlanma gibi ana konular yer almaktadır. Söz konusu literatür üzerine İslâm âlimleri günümüze kadar çok değerli eserler telif etmişlerdir. Ancak yazma halinde olan bu eserlerin azı tahkîk edilerek ilim dünyasına kazandırılmıştır.

Günümüzde alternatif tıp olarak adlandırılan söz konusu tıp, kimyevî maddelere ve ilaçlara dayanan modern tıbba nazaran değeri gittikçe artmış ve bu alanda ülkemizde açılan tıbbî merkezlerde yapılan çeşitli çalışmalar neticesinde birçok tıbbî ürün piyasaya sürülerek insanlığın hizmetine sunulmuştur. Dolayısıyla Nebevî Tıp Çerçevesinde, Ruh ve Beden Sağlığı‘ adlı hazırladığımız konuyu sunmağa çalışacağız.

I- Peygamber (s.a.v) Döneminde Arap Tıbbı:

Arap yarımadasında yaşayan insanlar, Peygamber (s.a.v)’den önce de çeşitli hastalıklarla karşılaşıyor, bu hastalıkların tedavisi için kendi kültür ve geleneklerinin yardımına başvuruyorlardı. O nedenle, Peygamber (s.a.v)’in tıp bilgisi değerlendirilirken, içinde yaşadığı Arap toplumunun tıp sahasına ait geniş tecrübe ve birikimini de dikkate almak gerekmektedir.

A- Araplar’da Tıp Bilgisi

Cahiliye dönemi Arapların tıp alanına ait bilgileri ve bunun düzeyi hakkında elimizde pek fazla kaynak bulunmamaktadır. Bunun en önemli nedeni, o döneme ait tarihî bilgilerin çok daha sonraki bir dönemde kayda geçirilmiş olmasıdır.[1] Buna rağmen ulaşabildiğimiz kaynaklardan yola çıkarak Cahiliye dönemi Arap tıbbının genel durumu hakkında bazı değerlendirmelerin yapılması mümkün görünmektedir. Oturmuş ve olgunlaşmış bir medeniyet geleneğinden yoksun olsalar da Cahiliye Arapları, tıp konusunda birtakım uygulamalara sahiptiler. Şâtibî (v. 790/1388) şöyle demektedir:

“Araplar, kadim tıp otoritelerine ait ve onların ortaya koyduğu bazı tabiat ilimleri üzerine kurulu bir tıp bilgisine değil de tamamen kendi tecrübelerinden yola çıkarak edindikleri bir takım tıbbî malumata sahip bulunuyorlardı.” [2]

Her ne kadar Şatibî, söz konusu tıbbın Arapların kendi oluşturdukları kültür olduğunu vurgulamaya çalışsa da özellikle komşu ülkelerden İran ve Bizans ile olan ticarî ve siyasî ilişkilerin Cahiliye Araplar’ın tıp bilgisinin gelişimi üzerinde rol oynamış olabileceğine dikkat çekilmektedir. Yani tıp ilmini, İranlılardan ve Bizanslılardan öğrenen bazı Araplar’ın bu bilgiyi daha sonra Arabistan’ın içlerine taşımış olmaları ihtimalden uzak değildir.[3]

Tarihi kaynaklara bakıldığında, milâdî 5. asırda Bizans İmparatorluğu’nda hüküm süren mezhep taassubu yüzünden, özellikle tıp biliminde derinleşmiş Nastûrî hekimlerin İran’a sığındığı ve Sâsanî kralı 2. Şapur’un bunlar için Cundişapur’da tıbbî bir merkez kurdurduğu görülmektedir. Bu hekimler Helenistik Dönem Yunan tıbbını güney doğuya taşımış, açtıkları okulda milâdî 9. asra kadar eğitim ve öğretime devam etmişlerdir. Özellikle bu okul, Helenistik kültürün İslâm dünyasına tercümeler yoluyla aktarılmasında önemli paya sahiptir.[4]

Cahiliye döneminde bazı Araplar da burada tıp öğrenimi görmüş, mezun olduktan sonra memleketlerine giderek doktorluk yapmaya başlamışlardır. Sözü edilen Arap hekimler içerisinde en meşhur olanları şunlardır:

a- Hâris b. Kelede es-Sakafî (v. 50/670)

Cahiliye devrinin sonlarında yetişmiş en ünlü Arap tabibidir. Tâif şehrinde doğmuş, gençlik yıllarında İran’a giderek Cundişapur’daki tıp okulunda eğitim almış ve daha sonra ülkesine geri dönerek Hicaz bölgesinde hekimlik yapmaya başlamıştır. Şöhreti kısa sürede tüm Arabistan’a yayılmış önemli bir hekimdir.[5]

Peygamber (s.a.v) İslâm’ı tebliğ etmeye başladığında Hâris hayattaydı ve Peygamber (s.a.v) ciddi bir hastalığa yakalananlara Hâris’e tedavi olmalarını tavsiye ederdi. Peygamber (s.a.v)’in bu yönlendirmesi, Hâris b. Kelede’nin şöhret ve ehliyetini teyit etmektedir. Nitekim hadis kaynaklarında bu şahsa dair şöyle bir rivâyet nakledilir:

Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a) şöyle demiştir:

“Ben hastalanmıştım. Rasûlüllah (s.a v) ziyaretime gelip elini göğsümün üzerine koydu; hatta ben onun elinin serinliğini göğsümde hissettim. Bana:

“Senin ateşin fazla yükselmiş, Sakîf oğullarından Hâris b. Kelede’ye git, zira o, iyi bir doktordur. Şehrin vahşi hurmalarından yedi tane alsın ve bunların çekirdeklerini ezerek toz haline getirsin, sonra da sana içirerek tedavi etsin’ dedi.”[6]

Hâris b. Kelede’nin, İran Kisrası Anuşırvan’ı (v.579/1210) ziyareti esnasında kendisiyle tıbbî tartışmalar ve sohbetler yaptığı ve daha sonra bunları el-Muhâvere fî’t-Tıbb (Tıpta Diyalog) adlı küçük çaplı bir eserde derlediği bilinmektedir.[7]

b- Rifâ‘a b. Ebî Rimse et-Teymî (v. 49/669)

Teym oğullarından bu şahsın, Peygamber (s.a.v) devrinde yaşadığı ve bazı küçük çaplı cerrahî müdahalelerde bulunduğu kaydedilmektedir.[8] İbnu Ebî Rimse’nin asıl adı hakkında farklı bilgiler verilmekte, onun için Rufâ‘a b. Yesribî, ‘Umâre b. Yesribî, Hayyân b. Vehb ve Habîb b. Hayyân gibi isimler kullanılmaktadır.[9]

Ebû Rimse, Müslüman olmak amacıyla babasıyla birlikte Medine’ye gitmiş,[10] bu esnada Peygamber (s.a.v)’i ziyaret etmiş, iki kürek kemiği arasında bulunan nübüvvet mührünü merakla incelemiş ve hatta bunu tümör sanarak ameliyatla çıkarabileceğini söylemiştir. Ancak Peygamber (s.a.v):

“Sen bizim bir arkadaşımızsın, tabip olan Allah’tır” diyerek bu teklifi reddetmiştir.[11] İbn Ebû Rimse, Peygamber (s.a.v) ile bu görüşmesinden sonra Müslüman olmuştur. Kaynaklarda, başarılı bir cerrah olan İbnu Ebî Rimse’nin, Hicâz’dan Mısır’a ve oradan da Kuzey Afrika’ya gidip yerleştiği bildirilmektedir.[12]

c- Dımâd b. Sa‘lebe el-Ezdî

Bu zat da Cahiliye döneminde rûh sağlığı ile ilgilenen bir tabip idi. Hac ibadeti yapmak üzere Mekke’ye gelmişti. İbn ‘Abbâs (r.a), Peygamber (s.a.v) ile görüşmesini şu şekilde nakleder:

“(İslâm’ın ilk günlerinde) Dımâd el-Ezdî Mekke’ye geldiğinde Peygamber (s.a.v)’i, peşine takılmış çocuklarla birlikte gördü. Bunun üzerine:

‘Yâ Muhammed! Ben sendeki bu cinneti tedavi edebilirim’ diye teklifte bulundu. Fakat Rasûlüllah ona:

‘Hamd Allah’a aittir. Ancak ondan yardım ister ve ondan mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden de ona sığınırız. Allah’ın doğruya ilettiğini kim saptırabilir, Allah’ın saptırdığını da kim doğruya iletebilir. Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, o birdir ve eşsizdir. Yine şehadet ederim ki Muhammed onun kulu ve elçisidir’ diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Dımâd:

“Ben nice şiirler ve kâhin sözleri dinledim ama böyle bir söz işitmedim’ diyerek Müslüman oldu.”[13]

Dımâd el-Ezdî, İslâm’a girdikten sonra Mekke’de kalmayıp kendi kabilesine dönmüş ve başkalarının da Müslüman olmasını sağlamıştır.[14]

d- Şemerdil b. Kubâs el-Ka‘bî

Peygamber (s.a.v) zamanında yaşamış diğer bir tabib de Şemerdil b. Kubâs el-Ka‘bî en-Necrânî’dir. Necrân Hıristiyanları’ndan İslâm’a giren bir grup içinde Medine’ye gelen Şemerdil, Peygamber (s.a.v)’e, kendisinin Cahiliye dönemi tabiplerinden olduğunu söylemiş, ayrıca, kendisine gelen kadın hastaların nasıl ve hangi ölçülerde tedavi edebileceğini sormuş, Peygamber (s.a.v) de bazı tıbbî tavsiyelerde bulunmuştur. Bunun üzerine Şemerdil şu sözleri sarf etmiştir:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki tabiplerin en iyi bilgiye sahip olanı sensin. “ [15]

e- İbn Huzeym

Cahiliye döneminden beri tıp konularıyla ilgilendiği ve insanları tedavi ettiği bilinen İbn Huzeym’in, özellikle kan aldırma ve yarayı dağlayarak tedavi etme hususunda uzman olduğu kaydedilmektedir. Hatta onun bu mahareti darb-ı mesel olmuş; bir tabibin çok iyi olduğunu ifade etmek maksadıyla:

“Yara dağlamada İbn Huzeym’den daha uzman” sözü Arap dilinde çok yaygın olarak kullanılmıştır.[16]

f- Şifâ bt. ‘Abdillâh el-Kurayşiyye (v. 20/640)

Peygamber (s.a.v) devrinde yaşamış kadın tabiplerden Şifâ bt. ‘Abdillâh el-Kurayşiyye, özellikle cild hastalıklarının tedavi usûllerini iyi bilen ve bu birikimini Peygamber (s.a.v)’in eşi Hafsa’ya öğreten meşhur bir hekimdir.[17] Hisbe teşkilatının ilk görevlileri arasında yer alan Şifâ’nın, ‘Umer (r.a) zamanında çarşı ve pazarları denetlediği de belirtilmektedir.[18]

g- Rufeyde bt. Sa‘d el-Ensâriyye

Medine’de, Mescid’in hemen yakınında hasta ve yaralıları tedavi etmek üzere her an faaliyet gösteren bir çadır hastanesinin kurulu olduğu ve Rufeyde bt. Sa‘d el-Ensâriyye’nin burada tabip olarak görev yaptığı bilinmektedir. Kaynaklarda, İslâm Tıp Tarihi’ndeki ilk seyyar sahra hastanesini kuran tabibin Rufeyde olduğu ve sözü edilen çadıra bu yüzden ‘Rufeyde’nin çadırı’ adının verildiği kaydedilmektedir.[19]

Peygamber (s.a.v), Hendek Savaşı sırasında kolundan yaralanan Sa‘d b. Mu‘âz (r.a)’nun kan kaybını önlemek maksadıyla yaralının Rufeyde el-Ensâriyye’nin çadırına kaldırılmasını istemiş ve dağlamanın burada yapılmasını emretmiştir.[20] Rufeyde’nin, Hayber’in fethi sırasında Peygamber (s.a.v) ile savaşa katılarak yaralılara baktığı ve ganimetlerden kendisine pay ayrıldığı bildirilmektedir.[21]

h- ‘Â’işe (r.anha) (v. 57/677)

‘Â’işe’nin (r.a) tıpla ilgilendiği ve birçok ilaç ismini, bunların yapılış şekillerini ve terkiplerini bildiği nakledilmiştir. Kendisi, bu bilgilerin kaynağı hakkında şunları söylemektedir:

“Allah Rasûlü (s.a.v) hastalandığında, ziyaretine gelen birçok heyet ve Arap kabileleri ona bazı ilaçları tavsiye ederlerdi. Bu ilaçları, bana yapılan tariflere göre terkip edip Rasûlüllâh (s.a.v)’e içirirdim. Bu esnada çok şey öğrendim.” [22]

Yine, Â’işe’nin (r.a) Resûlüllah (s.a.v)’in hastalığı esnasında ona uygulanan başka bazı tedavi usullerinden de haberdar olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.[23]

Bu zikrettiklerimizin dışında, tıpla ve tedavi yöntemleriyle ilgilenen başka sahâbiye kadınlar da vardır. Örneğin Uhud savaşına, vazifeleri yalnızca yaralıları tedavi etmek olan bazı kadın sahâbiyelerin katıldığı, bunlardan Umm ‘Umâra adındaki kadın sahâbiyenin savaşa giderken yanına sargı bezleri aldığı da kaydedilmiştir.[24] Bütün bu veriler bize, kısmen de olsa o dönemin tıp bilgisi ve anlayışı hakkında bir fikir vermektedir.

B- Araplar’da Tedavi Metodları:

Cahiliye Araplarında tedavi metotlarını incelediğimizde, bunları, kâhin ve arrâflara başvurma ve tecrübeye dayalı tıp uygulamaları şeklinde iki başlık altında ele almamız mümkün görünmektedir.

“Âdem (a.s)’dan beri insanoğlunun her zaman ihtiyaç duyduğu zorunlu bilgilerden biri de hastalıkların tedavisidir. Bu alanda da birçok istismarcı, tarihin her döneminde türemiştir. İnsan için vaz geçilmez önemi olan tıp bilgisi, her devrin kendi şartları içinde gelişmiş, bu alanda bilimsel çalışmalar yapılmıştır. İstismarcıların dışında, hekimlik uygulamasında da iki yöntem her zaman bulunmaya devam etmiştir. Birincisi tecrübeye dayalı halk hekimliği; ikincisi de her dönemin kendi şartları ölçüsünde, bilimsel verilere değer vererek öğrenme ve deneye dayalı hekimlik uygulamasıdır. Arabistan’da tedavi usulleri ve tıp bilgisinin durumuna bakılırsa birincisi, kâhin ve arrâfların okuyup üflemesi (Rukiye) şeklinde uygulanan; ikincisi de tıbbî kuralların işlediği, ilaçla veya cerrahî müdahale ile tedavi yöntemidir.” [25]

Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere, Araplardaki tedavi metotları söz konusu yöntemlerle sınırlı kalmıştır. Şimdi bu iki yöntemi biraz daha detaylı olarak görelim:

a- Kâhinlere başvurma, Cahiliye Arapları arasında oldukça yaygın bir tedavi yoluydu. Nedenleri bilinmeyen olguların -özellikle hastalıkların- açıklanması ve anlaşılması için, uzun süreli araştırma ve tecrübelere, yoğun bir bilgi birikimine gerek vardır. Böyle bir imkâna sahip olmayan, İslâm’dan önce ilkel bir hayat süren Cahiliye Arapları, nedenlerini anlayamadıkları hadiseleri; cin, şeytan ve rûh gibi görünmez varlıkların güç ve etkileriyle açıklamaktaydılar.[26] Dolayısıyla, çözemedikleri bir takım sağlık sorunlarını halletmek üzere, görünmez âlemle yani rûh ve cinlerle ilişkisi olduğuna inandıkları kâhin ve arrâflara başvurmaktaydılar.

Kâhin ve arrâf sınıfının da efsun, büyü, rukye gibi kendilerine özgü bir takım sözde tedavi yöntemleri bulunmaktaydı.[27] Tıp ilminden çok, bâtıl itikat ve hurafelerle ilişkili olduğu kesin olan bu yöntemler, Peygamber (s.a.v) tarafından şirke götüren yollar olarak tanımlanmış ve şiddetle yasaklamıştır.[28]

b- Sayıları pek az olmakla birlikte, cahiliye dönemi Arap toplumunda, tedavilerini tecrübeye dayalı tıp uygulamaları ile gerçekleştiren bazı hekimlerin varlığı da bilinmektedir. Bunların önde gelenlerinden bazıları yukarıda tanıtılmıştı. Uyguladıkları tedavilere gelince; bunlar birtakım bitkilerden faydalanma ve bazı basit cerrahî müdahaleleri gerçekleştirmeden ibaretti. Savaşların yaygınlığı sebebiyle, yaraların dağlanması veya bazı ilaçlarla iyileştirilmesi en sık görülen tedavi yöntemleriydi. Bazı ateşli hastalıkların ve ağrıların tedavisi içinse bir takım bitkisel ve hayvansal maddeler kullanılıyor; zaman zaman da hacamat yani kan alma yoluna başvuruluyordu.[29] Şu rivâyet, o dönemin tecrübeye dayalı tıbba güzel bir örnek teşkil etmektedir:

Umm Seleme (r.a) şöyle demiştir:

“Ebû Seleme (r.a) vefat ettiğinde gözlerime sarısabır (ödağacı) sürmüştüm. Allah Rasûlü (s.a.v) odama girdi ve:

‘Bu nedir? Ey Umm Seleme!’ diye sordu, ben de:

‘O, kokusu olmayan sarısabırdır ya Rasûlullah!’ dedim. Bunun üzerine bana:

“O, (sürdüğün şey) yüzü tahriş eder, o nedenle sadece geceleyin sür, gündüz vakti de çıkar” diye tembihte bulundu.” [30]

Peygamber (s.a.v)’in önceden beri uygulanan bazı tedavi metotlarına müdahale ettiği veya bunları onayladığı dikkate alınırsa, kendisinin de mevcut tedavi yöntemlerinden istifade ettiği sonucuna ulaşılabilir. Bu durumda Peygamber (s.a.v)’in tıp bilgisinin kaynaklarının neler olduğunu ortaya koymak gerekir.


[1] Bkz. A. Süheyl Ünver, ‘Tıp maddesi’, İA. İst. 1968, 12/231.
[2] Şâtıbî, el-Muvâfakât fî Usûli’l-Ahkâm, Dâru’l-Fikr, Kâhire, ts., II/49.
[3] Bkz. Ağırakça, Ahmet, İslam Tıp Tarihi, Nobel Tıp Kitapevleri, İst. 2004, s. 76.
[4] Cundişapur okulu hakkında geniş bilgi için bkz. Ülken, Hilmi Ziya, Uyanış Devirlerinde Tercümelerin Rolü (s. 58-65, Ülken Yay. İst. 1997).
[5] Bkz. İbn Culcul, Tabakâtu’l-Etıbbâ ve’l-Hukemâ (sy. 54, nşr. Fuâd es-Seyyid, Kâhire, 1955).
[6] Ebû Dâvud (Tıbb 12); Ebû Nu‘aym, et-Tıbbu’n-Nebevî (1/41).
[7] Bkz. İbn Ebû ‘Usaybi‘a, ‘Uyûnu’l-Enbâ’ (sy. 167, neşr. N. ‘Abdulkâdir-Henri Jahier, Cezayir, 1958); Sezgin F. Geschihcte des Arabischen Schrifttums (3/203-204, Leiden, 1970).
[8] Bkz. İbn Ebû ‘Usaybi‘a, ‘Uyûn (sy. 170) ; Kettânî, Terâtib (1/462).
[9] Bkz. İbn Culcul, Etıbbâ’ (sy. 57).
[10] Bkz. İbn Culcul, Etıbbâ’ (sy. 57).
[11] Ahmed b. Hanbel, Musned (4/163) ; Ebû Nu‘aym, et-Tıbbu’n-Nebevî (1/42-44, 52).
[12] Bkz. Sâmî Halef Hammârma, Târîhu Turâsi’l-‘Ulûmi’t-Tıbbiyye (sy. 119, Ammân 1986).
[13] Bkz. Ahmed b. Hanbel, Musned (1/302) ; Ebû Nu‘aym, et-Tıbbu’n-Nebevî (1/44-45).
[14] Bkz. İbn Sa‘d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ (1/177, Beyrut, 1968).
[15] Bkz. İbn Hacer, İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, (2/155-156, Kâhire, 1970) ; Kettânî, et-Terâtibu’l-İdâriyye (1/462, Beyrut, ts.)
[16] Bkz. Muhtâr Sâlim, et-Tıbbu’l-İslâmî (sy. 81, Beyrut, 1988).
[17] Bkz. et-Tıbbu’n-Nebevî (1/314-315).
[18] Bkz. U. R. Kehhâle, A‘lâmu’n- Nisâ’ (1/300-301, Beyrut, 1984).
[19] Bkz. İbnu’l-Esîr el-Cezerî, Usdu’l-Gâbe (2/373, Beyrut, 1970).
[20] Bkz. İbn Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye (3/250, Beyrut, 1971) ; İbn Hacer, İsâbe (4/302).
[21] Bkz. İbn Hişâm, Sîre (3/250); İbn Sa‘d, Tabakât (6/291) ; İbn Hacer, İsâbe (12/255).
[22] Bkz. Ahmed b. Hanbel, Musned (6/67) ; Ebû Nu‘aym, et-Tıbbu’n-Nebevî (1/51).
[23] Bkz. et-Tıbbu’n-Nebevî (1/50).
[24] Bkz. İbn Sa‘d, Tabakât (8/414).
[25] Karacabey, Sâlih, Hz. Peygamber’de Nebevî ve Beşerî Bilgi (sy. 59, Sır Yay. İst. 2002).
[26] Bkz. Günaltay, M. Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri (sy. 125).
[27] Bkz. Günaltay, a.g.e. (sy. 127).
[28] Bkz. Hâkim, el-Mustedrek ‘ale’s-Sahîhayn (4/463, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1411-1990); Beyhâkî, es-Sunenu’l-Kubrâ (9/350, Mektebetu Dâri’l-Bâz, Mekke, 1414-1994).
[29] Bkz. Denizkuşları, Mahmut, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadislerde Tıp (sy. 13, Marifet Yay. İst. 1990).
[30] Bkz. Ebû Dâvud (Talâk 44); Nesâ‘î (Talâk 66); et-Tıbbu’n-Nebevî (1/204; 2/405).

Exit mobile version