![]() ![]() ![]() |
On Beşinci Şua - s.1131 |
Evet, Muhammed'in (a.s.m.) getirdiği Nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet mânidar mektubat-ı İlâhiye ve mücessem bir Kur'ân-ı Rabbânî ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhâniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zeval ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virâne, dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemâlâtı ve hikmetli tahavvülâtı ve sermedî mânâları, kuvvetli bir tarzda "Neşhedü enne Muhammeden Resulullah" der.
On beşinci şehadet: Pek çok kudsî şehadetleri ihtiva eden, bu kâinatta tasarruf ederek zerrattan seyyarata kadar bütün tahavvülât ve harekât ve sekenât ve hayat ve memat gibi bütün tasarrufat, emriyle, iradesiyle, kuvvetiyle bulunan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun icraat-ı rububiyeti ve ef'âl-i Rahmâniyeti cihetinde risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mukaddes şehadetlerine işaret eden, bu gelen Arabî fıkradır:
Bu pek kat'î ve çok geniş ve kudsî şehadetin tafsilâtını Risale-i Nur'a havale edip, gayet kısacık bir işaretle meal-i icmalîsine bakacağız:
Evet, bu kâinatta, gözümüz önünde bu muntazam tasarrufatı içinde adalet ve hikmetle ve rahmet ve inayet ve himayetle her zaman iyileri himaye ve fenaları ve yalancıları tokatlamak, rububiyetin bir âdeti olmasından, ef'âl-i Rahmâniyet muktezasıyla bir Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânı, Muhammed'in (a.s.m.) eline vermesi; ve bine yakın mucizelerin pekçok envaını ona vermesi; ve bütün hâlâtında ve en tehlikeli vaziyetlerinde şefkatkârâne himaye ve hattâ güvercin ve örümcekle muhafaza etmesi; ve büyük vazifelerinde onu tam muvaffak etmesi; ve dinini bütün hakikatleriyle idâmesi; ve İslâmiyetini zeminin ve nev-i beşerin başına geçirmesi; ve bütün mahlûkat üstünde bir makam-ı şeref ve meşahir-i insaniyenin fevkinde daimî bir rütbe-i makbuliyet ve dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek hasletleri taşıyan bir şahsiyeti vermekle, beşerin beşten birisini ona ümmet etmesi, gayet kat'î bir tarzda sadıkıyetine ve risaletine şehadet ettiği gibi; ef'âl-i rububiyet cihetinde dahi görüyoruz ki, bu âlemin Mutasarrıfı ve Müdebbiri, Muhammed'in (a.s.m.) risaletini bu kâinata bir mânevî güneş yapıp, Nur Risalelerinde ispat edildiği gibi, onunla bütün karanlıkları izale ve nuranî hakikatlerini gösterip ve bütün zîşuuru, belki kâinatı hayat-ı bâkiye müjdesiyle sevindirdiği gibi; dinini dahi bütün makbul ehl-i ibadetin fihriste-i kemâlâtı ve harekât-ı ubudiyete sağlam bir program yapması gibi Muhammed'in (a.s.m.) şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikatini, Kur'ân'ın ve Cevşen'in delâletiyle tecelliyat-ı ulûhiyetine bir âyine-i câmia yapması; ve sabıkan işaret ettiğimiz hakikatlerin ve on dört asırda hergün ümmetinin bütün hasenatlarının bir mislini kazanmasının ve hayat-ı içtimaiye ve mâneviye-i beşeriyedeki âsârının delâletiyle, nev-i beşere en yüksek reis ve mukteda ve üstad yapması; ve onu büyük ve kudsî vazifelerle beşerin imdadına gönderip rahmet, hikmet, adalet, gıda, hava, mâ, ziya derecesinde insanları onun dinine, şeriatına, İslâmiyetteki hakikatlerine muhtaçHAŞİYE yapması ile on iki
On Beşinci Şua - s.1132
küllî ve kat'î hüccetlerle risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) kudsî şehadet ettiği halde, acaba hiç mümkün müdür ki, sinek kanadının ve bir çiçeğin tanziminden lâkayt kalmayan bu Kâinat Sahibinin bu derece küllî ve geniş şehadetlerine mazhar olan risalet-i Muhammediye (a.s.m.), kâinatın mânevî bir güneşi olmasın?
İşte bu on beş küllî şehadetler, herbiri pekçok şehadetleri, hattâ İkinci Şehadet, mucizat lisanıyla bin şehadeti ihtiva edip öyle bir kat'iyetle ve kuvvetle "Eşhedü enne Muhammeden Resulullah" olan dâvâyı ispat ve tahakkukunu ve kıymetini ve ehemmiyetini ilân etmiş ki, hergün beş defa âlem-i İslâm, yüzer milyon lisanlarla teşehhüdde o dâvâyı kâinata ilân ettiği gibi; o dâvânın esası olan hakikat-i Muhammediye (a.s.m.), kâinatın çekirdek-i aslîsi, bir sebeb-i hilkati ve en mükemmel meyvesi olduğunu milyarlar ehl-i iman tereddütsüz tasdik ederek kabul etmişler. Ve bu kâinatın Sahibi (celle celâluhu) o şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) saltanat-ı rububiyetine bir yüksek dellâlı ve kâinat tılsımının ve hilkat muammasının bir doğru keşşafı ve lütuf ve rahmetinin bir parlak misali ve şefkat ve muhabbetinin bir beliğ lisanı ve âlem-i bâkideki hayat-ı daime ve saadet-i ebediyenin en kuvvetli müjdecisi ve elçilerinin en son ve en büyük bir resul eylemiş. Acaba bu mahiyetteki bir hakikate kanaat etmeyen veya ehemmiyet vermeyen, ne derece hasâret ve hata ve belâhet ve cinayet ettiğini kıyas edilsin!
İşte, namazdaki Fâtiha, nasıl İkinci Kısımda işârâtıyla, teşehhüdde
2
taki hakikat-ı tevhid dâvâsına kat'î hüccetleri gösterir, hadsiz imzalar basar; bu
Üçüncü Kısımda dahi yine teşehhüdde
3 ta
hakikat-i risalet dâvâsına kuvvetli şahitleri getirip nihayetsiz tasdik imzalarını
bastırır.
Yâ Erhamerrâhimîn, bu Resul-i Ekremin (a.s.m.) hürmetine, bizi onun şefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaına muvaffak ve dâr-ı saadette onun âl ve ashâbına komşu eyle! Âmin, âmin, âmin.
On Beşinci Şua - s.1133
Fâtiha'nın âhirinde, ehl-i hidayet ve istikamet ve ehl-i dalâlet ve tuğyânın muvazenesine işaret eden ve Risale-i Nur'un bütün muvazenelerinin menbaı olan âyetin bir hakikatını, Sûre-i Nur'dan
(ilâ âhir) âyeti ve arkasında
(ilâ âhir) âyetiyle beraber, pek acip bir tarzda o muvazeneyi mucizâne ifade ederler.
Birinci âyet-i nur, Birinci Şuada ispat edilmiş ki, on işaretle Risale-i Nur'a bakıyor; mucizâne, Kur'ân'ın o tefsirinden gaybî haber veriyor. Ve Risale-i Nur'a Nur namı verilmesine en birinci sebep olmasından, Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmında bir seyahat-i hayaliye temsilinde, bu acip âyetin nur kelimesinde, nun'u "na'büdü" mucizesi gibi bir mânevî mucizesinin beyanına binaen, Âyetü'l-Kübrâ risalesinde dünya seyyahı, Hâlıkını aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve envâ-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yolla ve kat'î burhanlarla Hâlıkını ilmelyakîn ve aynelyakîn bildiği gibi; o aynı seyyah, asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek, kâh Kur'ân hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü'l-Kübrâ'da kısmen haber vermiş.
İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat ve bir temsil mânâsında olan seyahat-i hayaliyesiyle girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan, nümune için yalnız üç tabakasını, Fâtiha âhirindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir misalini, gayet muhtasar beyan edeceğiz. Sair meşhudatını ve muvazenelerini, Risale-i Nur'un muvazenelerine havale ederiz.
Birinci nümune şöyle: O, dünyaya sırf Hâlıkını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: "Biz, herşeyden Hâlıkımızı sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, 'Güneşi güneşten sormak lâzım' darb-ı meseli gibi biz dahi Hâlıkımızı, ilim ve irade ve kudret gibi kudsî sıfatlarının tecellîleriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız" diye dünyaya girdi.
Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalâlet gibi birden küre-i arz sefinesine bindi.
Hikmet-i Kur'âniyeye tâbi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kur'ân
okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta, bir
senede yirmi bin senelik bir dairede, top güllesinden yetmiş defa sür'atli bir
hareketle gezer. Yüz binler nevi biçare, âciz zîhayatları içine almış. Eğer bir
dakika yolunu şaşırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak hadsiz fezada
sukut ile, bütün o biçare zîhayatları ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek diye
anladı.
9 cereyanının
dehşetli mânevî musibetini
10 in
boğucu karanlığını hissederek: "Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden
bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?" diye o kör felsefenin gözlüğünü
kırdı,
11
cereyanına girdi.
Birden, hikmet-i Kur'âniye imdadına geldi, tam hakikatini gösteren bir dürbün
aklına verdi, "Şimdi bak" dedi. Baktı, gördü ki: 12 ismi,