“Gecenin göğünü seyredebilmenin şükrünü nasıl eda edeyim bilmiyorum,” dedi… Yüzüne savurduğu rüzgarının serinliğini gündüz aydınlığı esirgiyordu, oysaki. Ya da o, rüzgarın serinliğine doğrultmuyordu başını.
Semayı kaplayan yıldızların mimarına hamd edebilmenin duygusu, o vakitlerde kalp gözüne açıyordu kapılarını. Biraz uzunca bakınca gökyüzünün bağrına bastığı aminlere şahitlik ediyordu. Kim bilir hangi hüznün nişanesini taşıyıp ulaştırmıştı melekler, arş-ı âlâya…
Ve göz bebeklerini çengele takıyordu sema, uçsuz bucaksız karanlıkların kör noktalarına! Dalmak engin denizlere özgü bir tabir iken, gözlerin görmediği bir noktaya dalıyor oluşunun ifadesini kime verebilirdi ki?
İfade tek kelime, tek mana iken, ağız dolusu konuşmanın suali yöneltiliyor. Bazen susmak da bir cümle kuruş değil miydi? Kendini anlatabilmek için haykırmak mı gerekiyordu illaki?!
Benliğinin kafa kâğıdını ciltler dolusu yazan. Ve o etikete yakıştığına emin olan kesim, kafa kağıdını sorguluyordu. Garip tuhaf…
Her davranışın farkında olup bilmezlikten gelebilmenin sakinliğine yaslanıyor oluşu iyileştiriyor. Nasılsa insan deyip üzerine de bir Türk kahvesi yudumluyor, arka fonda Neşet Ertaş ile devam ediyordu…
Kırılmak var bir de… Hakiki manada incinmek. Önce kalbin camı parçalanıyor, pervazdaki çiçekleri kana buluyor. Sonra göz bebekleri kırılıyor insanın ve sesinin kemikleri. Hiç sesin kemikleri kırılır mı denmesin. Öyle kırılıyor ki hiçbir kırığa benzemiyor. Cümleler unutuluyor, sonrasında en kötüsü oluyor benlik kaybediliyor.
Ve güvenmek duygusu kayboluyor. Yalnızlık insana özgü bir tabir değil iken, yalnızlığa mahkum edilişin fragmanı gösterime sunuluyor. Gişelerde uzun kuyruklar…
Bu kayboluşun fotoğrafı değil miydi? Benlik neden başka yerde aranıyor ki?
Uzun olmayan bir hayatın içerisinde çayırda bir papatya olmayı dilemişti oysaki. Yanlış çiçeğe talipti belli ki, seçiminin yanlışlığı ile imtihan olmuştu. Papatyalar koparıldıktan sonra mis kokarlardı. O da koparıldı ve hayat sancısı başladı…
Hiçbir kalem kelâmını meramını ifade edemeyecekti. O halde üzerine düşen görevleri tamamlayıp vakitlice göçmek gerekiyordu bu diyardan…
Dilinde Sezai Karakoç’un satırlarını fısıldıyordu yüreğine:
“Sandım ki kalbim yerinden çıkacak bu dünya hengâmesinde!
Ben Yunus değilim, bu tufan beni yutar.
Ben İbrahim değilim, bu ateş beni yakar.”
Gitmek vardı bir de, kaliteli gidebilmek…
Ardına bakmadan, keşkelerin pençesine takılmadan gidebilmek…
Gitmek herkese yakışan bir olgu değildi; o da şereflice gitmenin niyetine talipti…
“Düzelmez bu ortalık! Vakitlice gitmeye bak,” dedi. Sonra usulca bakmaya devam etti gökyüzünün kör karanlığına…
Vesselam…