Ey Müslümanlar ve Müslümanlık iddiasında bulunanlar! Gaflet perdelerini kalplerimizden, gözlerimizden çekme vakti gelmedi mi artık? Tozlanmış vicdanlarımızda unuttuğumuz hakikati görmeye davet ediyorum seni, beni, bizi…
Bir düşün: Yanı başında evladın ufak bir ateşe yakalansa kaç gece uykusuz kalırsın? Annen öksürse, baban yorgunluktan başını kaldıramasa kaç defa içini kemirir endişe? Gazze! Bir çocuğun ayağı koparılmışken biz hâlâ ayaktayız. Bir annenin kucağında başı parçalanmış evladı varken biz hâlâ sofradayız. Bir hastane yerle bir edilirken biz hâlâ uyuyabiliyoruz. Gazze’nin feryadı göğe yükseliyor, biz ise hâlâ susuyoruz.
İhtar etmek istiyorum kendime, sana, bize: Onlar kanlar içinde, bedenleri lime lime toprağa düşerken bile “Lâ ilâhe illallah” diyerek gökleri titretiyor. İmanla nefes alıyor, imanla nefes veriyorlar. Bir mermi, bir bomba, bir taş bedenlerini delse de kalplerini delemiyor; çünkü orada Allah’a adanmış bir sır yatıyor. Toprak şahit oluyor, taş şahit oluyor, hatta mermiler bile onların imanına şaşırıyor. Onların lehine nice şahitler varken, bizim aleyhimize insanlık şahitlik ediyor: suskunluğumuza, görmezden gelmemize, kınamakla yetinmemize…
Sesi kalplere ilişiyor, kalpleri parçalıyor; betonların arasından koşarak “Ya Allah, Ya Allah!” diyen minik bir kız çocuğunun ve parçalanmış taşlara “Hasbunallahu ve ni‘mel vekîl” diye mühür vuran küçücük yüreklerin… Ufacık bebekler, minicik bedenler dünyaya iman dersi veriyor; utansın basiretsiz kalpler…
Şimdi soralım: Asıl ölü kim? Gazze’nin yaralı çocukları mı, yoksa taş kesilmiş vicdanlarımız mı? Paramparça olan onların bedenleri mi, yoksa bizim kalbimiz, zihnimiz, ruhumuz mu? Onlar ölümü şehadet diye kucaklarken biz hayatı gafletle uyuyarak tüketiyoruz. Onlar mermiyi imanla susturuyor, biz ise ekran başındaki sessizliğimizle ölüyoruz.
Acaba asalet kimde? Kendi acizliğini bile fark etmeyen bizde mi, yoksa yarasını bayrak gibi taşıyan, kanını şehadet mürekkebi yapan Gazze’nin mücahidinde mi? Bir düşün: Bizim kalemimiz mi daha güçlü, yoksa onların kanla yazdığı kelime mi? Bizim dualarımız mı daha derin, yoksa onların “Allahu Ekber” haykırışı mı daha yüksek? Acaba sessizliğimiz mi daha ağır, yoksa onların direnişi mi daha gür?
“Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurât, 10) Biz bu ayeti hiç mi duymadık, yoksa duymuş gibi mi yaptık? Çoğu insan, hatta insanlıktan nasipsiz kalanlar, sadece dili, ırkı, dini farklı diye mazlumu görmezden gelebiliyor. Oysa Âlemlerin Rabbi hepimize ortak duygular verdi: akıl, merhamet, şefkat… Fakat çoğumuz bu duyguları susturmayı ve yok saymayı tercih edebiliyor. Evet, insanız ama insan olmak sadece yaşamak değil; sorumluluk taşımaktı. Zira insanı insan yapan et ve kemik değil, hayvani özellikleri hiç değil; insanı insan yapan onun insani duyguları ve hisleriydi. Ama çoğu insan hissizleşti, görmezden geldi…
Her gün edebiyat yapanların, edep yoksunu kalemlerini gördük. Eleştirdiler, küçümsediler, alay ettiler; ama ne kalemleri secde gördü ne de gözleri bir yetimin gözyaşına değdi. Oysa Kur’an, imanın hemen ardından salih ameli emretti. Yani sadece inanmak, kınamak yetmezdi; ispat gerekirdi, mücadele gerekirdi. Ama biz? Telefon ekranında kanı boya gibi izleyip geçiyoruz. Çayımızı karıştırırken anneler çocuklarının parçalarını battaniyeye sarıyor. Sosyal medyada gülücükler paylaşırken babalar beton yığınları arasında “Oğlum… Kızım…” diye haykırıyor.
O hâlde görmezden gelmek yerine hayal edelim: Irk, dil, renk fark etmeksizin her coğrafyadaki zulmü… Çıplak ellerle enkaz altında evladını arayan babaları… “Benden razı olacaksan ailemi de çocuğumu da canımı da al Rabbim!” diye dua eden anneleri… Ve yetimliğin ağır yükünü taşıyan, gözlerinden umudu çekilmiş çocukları… Hayal edelim ki insan olduğumuzu, Müslüman olduğumuzu, mesul olduğumuzu, tekrar tekrar kalplerimize ve vicdanlarımıza ihtar edelim.