Nisan, mayıs, haziran derken geçti aylar. Bir bakıyoruz, mevsim yaz; ardından kış geliyor. Zaman su gibi akıp giderken ömür sermayemiz azalıyor, ömrümüz soluyor vefasız günlerin elinde.
Bizler hiçbir şey yapmayarak neyimize güveniyoruz, malımıza mı? Fil Suresi’nde geçen Ebu Leheb’i hatırlayın; ne malı ne de kazandığı kendisine hiçbir fayda vermedi.
Ne diyordu bir şiirinde Şair Yunus Emre:
“Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan…”
Mal ve mülk bu dünyanın birer oyunu; öleceğiz vallahi, öleceğiz.
Bu dünya çölünde öyle bir dünya telaşına kapılıyoruz ki ölümü unutuyoruz, kendimizi unutuyoruz, dünya hırsı ile kendimizi kaybediyoruz. Gençlik, kor bir alev gibi avuçlarımızdan kayıyor. Bizler ne yapıyoruz? Kendimizi elimizle ateşe atıyoruz.
Ya ölüm diye bir gerçek var; kendimizi bir silkelenelim.
Tarih fısıldar: Ölüm hakikattir.
Hakikati bilmeden yalanlara, aldanışlara gebe kalıyoruz. Dünya bizi kendi içine hapsetmiş, dünyanın meşgalesinde boğuluyoruz. Dünya telaşı bitmek bilmiyor; hani bakıyoruz işler, sınavlar, dersler… Dünya çölünde kayboluyoruz, dünyaya meylediyoruz. Mal mülk sevgisi içinde kendimizi kaybediyoruz.
Öyle gençler gördüm ki alnı secdeye değmemiş. Zira Allah’a inanmanın en güzel yolu, O’nu tanımaktan geçer değil mi?
Ey gençler! Kendinize gelin, silkelenin. Namazın olmadığı yerde huzuru aramayın. Asıl huzur Allah’ı anmaktadır, değil mi?
Öncelikle Rabbimizi tanıyalım, O’nun emir ve yasaklarını yerine getirelim; kısacası O’na layık bir kul olmaya çalışalım. Bir başka deyimle, O’nun en güzel isimleri olan Esma’ül Hüsna ile tanırız. Ama sadece tanımak yetmez; O’nu her bir sanatı üzerinde, doğada, kuşta tefekkür ederek tanırız.
Ömür dipsiz bir kuyudur ve bir gün göçeceğiz ait olduğumuz yere. Yani nereye? Kara toprağa… Neden kimse “Elveda dünya” demiyor? Çünkü hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor, toprağın rengini unutuyor.
Vesselam…




