İnsan, kâinatın özü; varlığın “zübde-i âlem”idir. Âlemlerin Rabb’i, insana bütün mevcudatın özünü derc etmiş, ona “emanet”i yüklemiştir. Bu yüzden insan, yalnızca bir varlık değil, aynı zamanda ilâhî sırrın taşıyıcısıdır. Onun her seçimi ya “esfel-i sâfilîn”e yuvarlanmasına ya da “ahsen-i takvîm”de yücelmesine vesile olur.
Kâinattaki muvâzeneyi korumak, insana yüklenmiş bir “emanet-i kübrâ”dır.
Bu emanet, iyilikle kötülük, nurla zulmet, hakikatle nefsânî hevesler arasında kurulan ince bir dengeyle taşınır. İnsanın her nefesi bir imtihan nefesidir, her adımı ya hak yoluna ya da nefsin karanlığına atılır. Tasavvuf ehlinin dediği gibi, insan, kendi iç âleminde bir “küçük kâinat”tır; kalbi bir Arş, nefsi bir Firavun, ruhu ise ilâhî nefhanın tecellîgâhıdır.
“Halife-i arz” olmak sadece yeryüzünü imar etmekle sınırlı değildir; asıl görev, nefsi tezkiye etmek, kalbi tasfiye etmek ve kâinatla uyum içinde yaşayarak Hakk’ın tecellîlerine ayna olmaktır. Zira insan, kâinatın aynasıdır; o ayna ne kadar berrak olursa, Hakk’ın nuru o kadar parlak görünür.
Kimi zaman insan, nefsin vesveseleriyle bu dengeyi bozar; arzularının esiri olduğunda, kendisine yüklenen emaneti unutur. Fakat kalbine yöneldiğinde, zikr-i dâim ile ruhunu dirilttiğinde, tekrar o asıl makama, insan-ı kâmil mertebesine yürüyebilir.
İnsanın varoluş gayesi, işte bu yolculuğun farkında olmaktır…
Nefsten Hakk’a, zulmetten nura, esaretten hakikî özgürlüğe yürüyüş. Bu yol kolay değildir; fakat yolcunun iradesi, sabrı ve teslimiyeti onun yüce konumunu belirler.
Sonunda insan, Allah’ın halifesi olarak dünyada kendine, kâinata ve tüm mahlûkata karşı sorumluluklarını idrak ettiğinde; kendi içindeki küçük âlemle büyük âlemi barıştırdığında, hak ettiği yüce mertebeye erişir.
Çünkü hakikat şudur: İnsanın yüceliği, kâinatı idare etmesinde değil, kâinatla birlikte Hakk’a secde edebilmesindedir…
Kudretin Sahibi
Kudretin sahibi olan Allah, kâinatı öyle bir nizam ve hikmet üzere yaratmıştır ki; gece ile gündüzün deveranı, sıcak ile soğuğun teâvünü, denizlerin dalgalanışı, yanardağların lavları, ağaçların yaprak dökümü ve yeniden dirilişi hep bu ilahî dengenin birer tecellîsidir. Her zerre, Rubûbiyetin ve Kudret-i İlâhînin bir nişanesidir. İnsan, bu kudretin farkına tefekkür ile varabilir; zira tefekkür, kalbin gözüyle görmenin adıdır.
İnsanoğlu kötü bir manzaraya uzun süre bakamaz; zira çirkinlik, kalbi karartan bir perdedir. Lâkin güzel bir manzara cemâl tecellîsi taşır; gönül o güzelliğe âşık olur. Bu hâl sadece gözle değil, basîret ile görmenin neticesidir. Hoşgörü, kalp gözüyle görmenin bir meyvesidir; çünkü hakikî görme gözle değil, kalp aynasıyla mümkündür.
Kalp de kâinat gibidir; içinde gece de vardır, gündüz de; sıcak da vardır, soğuk da. Kalp, zikrullah ile nurlanır, gaflet ile kararır. Onu güzel sözlerle, salih amellerle, edep ve ihsan şuuru ile beslediğimizde, tıpkı kâinatın iklim döngüsü gibi dengede kalır. Zira kalbin iklimi, insanın iç âlemini belirler.
Kur’ân okumak, imanı takviye eden sohbetlerde bulunmak, nasihat-i sâlihîn dinlemek, kalbe sürülen cilâ hükmündedir. Tasavvufta buna tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalp denir.
Kâinatta hiçbir şey boşuna değildir;
“Ve mâ halaktü’l cinne ve’l inse illâ li ya‘budûn” (Zâriyât, 56) sırrınca, her şey bir hikmet üzere var edilmiştir.
Ayağımıza takılan taş dahi bir ikazdır; mal, mülk, meyve veren ağaç, süt veren hayvan, hepsi birer nimet tecellîsidir. İnsan bu nimetleri gördüğünde “Bunlar bana ait değil, bunlar O’nun lütfudur.” diyebiliyorsa, şükür makamına ermiştir.
Görmek sadece gözle değil, kalple olur. Hissetmek sadece duyu değil, şuur işidir. İyi ile kötüyü, çirkin ile güzeli ayırt etmek için yol bellidir: Kur’an ve Sünnet kılavuz, mürşid-i kâmil rehber, kalp ise menzildir. Bu yolda yürüyen, kâinatı temaşa ederken her zerrede “Kün fe yekûn” sırrını duyar.
Rabbim Hikmet’i kalbiyle hissedenlerden eylesin…
Yolunuz gül renginde, gül kokusunda olsun her daim…
Selam ve dua ile…




