28.3 C
Bursa
14 Temmuz 2025 Pazartesi
spot_img
Ana SayfaGenelBu Can Bu Bedene Mülk Değil

Bu Can Bu Bedene Mülk Değil

Her insanın içinde derin ve uzun bir yolculuk olduğu gibi, dışında da yani bedeninde de kapsayıcı bir yolculuk var. En farkında olmadığımız ve hunharca harcadığımız bir emaneti taşımanın ağırlığını neye bakarak, ne kadar hissediyoruz diye çok zaman düşünmüşümdür.

Genel olarak öğrenciler veya dost meclislerinde, aslında mecbur olmadığımızda ve haz almadığımız iki yerin ziyaretini çokça tavsiye ederim: Mezarlık ve hastaneler. Şahsen kendim de kabir ziyaretlerindeki abartı ve kutsallaştırmaya karşı daha temkinli durmakla birlikte, hangi kabri ziyaret edersem edeyim, her birinin artık bu dünya yolculuğunu tamamlayarak beden denen emanetin yükünü bıraktığı, duaya muhtaç acizler olduğunu düşünürüm.

Elinin ayağının dünyadan kesildiğini, ne kadar az bir ömre ve sayılı günlere sahip olduğumuzu adeta çığlık çığlığa yüzüme çarpar her kabir ziyareti. Nedendir bilmem, bir mezarlığın kapısından girdiğimde değişik bir hâleti ruhiyem oluyor, bilmem herkeste böyle mi?

Artık canlı olmanın her emaresini kaybetmiş, yere göğe, hana, hamama sığmamış, yemelere, giymelere doymamış insan denen canlının binlercesinin bir metrelik evlerinde derin ve sessiz uykuları beni büyüler ve ayaklarım yerden kesilir, adeta o ruhlardan olurum bir anda. Bedenimi hissetmeyip ayaklarımın yere basmadığını, dünyanın o mezarlığın kapısından dışarıda bir evcilik oyunu kadar yalancı kaldığını, tek gerçeğin şurada yüzlerce, sadece mezarında -o da ölüm tarihi yeni olup, şansı olanların- adlarının kaldığını görmenin telaş, üzüntü, korku karışık hâleti ruhiyesini yaşarım oradan çıkıncaya kadar…

O yerin altına konan sadece cesettir. Ona canlılık veren el, ayak ve dahi bütün organlarını çalışır kılan ruhun beden tarafından hapsedildiği gibi bir düşünce, ölümün; ruhun özgürlüğü gibi gelir bana.

Küçük bir çocuğun seslenip de annesinin yüzüne bakıp; “Anneannem cevap vermiyor.” dediği hayret dolu yüz ifadesine bürünürüm orada. Ben de “Baba, nasılsın?” sorusunu sorup cevabımı alamayınca…

Gerçekten akılları baştan alan ölüm gerçeği, her an yanımızdan geçip gider ve biz ona rağbet etmeden, bakmamaya çalışıp, görmezden geliriz hep. Ta ki bir gün bizi bulana kadar…

Beden mi esirdir yeryüzünde, ruh mu? Bu sorunun cevabını din mi verir, felsefe mi, bilemem.

Hastane ziyaretlerinin, hasta olmadan gidip bir hastanenin acil servisinde oturarak yapılması taraftarıyım. Bir defasında aynen böyle, hasta ben değilken gittiğim bir hastanenin acil kapısında sedyedeki genç kızın hâli ve annesinin feryatları uzun yıllar aklımdan çıkmamıştı. Sedyede yatan on altı-on yedi yaşlarında bir genç kızdı. Karnı öyle şişti ki hamile sandım ama değilmiş. Yüzü sapsarı, gözleri kapalı, bilinci yoktu. Annesi ellerinden tutmuş, hıçkırıyordu: “Yavrum, ne olur gözlerini aç, bir bak bana, ne olur bir defa bak.” diye inliyor, yalvarıyordu.

Nasıl da her şey ama dünyalık her şey değerini kaybetmiş, bir ana toplanmıştı zaman: “Ne olur bir kez gözlerini aç da bana bak.”

O anda kendimi, çocuklarımı, kadının çaresizliğini, çaresizliğimizi, acizliğimizi ve bedenimizin de aslında bizim olmadığını, emanet olduğunu, ne kadar istesek de bazen asla bizim isteklerimize göre yönetilmediğini gördüm.

O sedyede yatanın ben ya da benim sevdiklerimden biri olmadığı için sevinmem vicdanıma dokunur. Yangının bizim evde olmaması, bize gelmeyeceği anlamı taşımadığının bilincindeyim ama elimizdeki nimetlerin de farkında olmamız gerçeğini unutmamamızı ihtar ediyor bana. Dua ettim o anneye sabır ve metanet, kızcağıza şifa dileyerek ama dersimi de alarak ayrıldım oradan.

Çocuklarımız, en hassas noktamız, gözbebeklerimiz; öyleyse onlara daha sevgiyle, özenle ve sabırlı davranmalıyız, merhamet ve sevgiyi öğretebiliriz diye düşündüm. Varlıkları, sağlıkları ve daha neleri şükür sebebi. Nasıl yeter ki bu dünyanın içindekileri anlamlandırmaya ve nasıl teşekkür edilir ki Yüce Yaratıcıya?

İyi ki Rabbimiz, bize yüce kitabında yapacağımız ibadetleri öğretmiş de bizler de mutmain oluyoruz, yoksa yol bulamazdık şükretmeye.

Tam da sevgi, güven, saygı, merhamet gibi kavramların adeta tarihin tozlu raflarına kaldırıldığı şu dönemde, nasıl bu hâle geldiğimizi tefekkür ettirir mi mezarlık ziyaretleri? Ya da konuşur mu ölüler, gönlü biraz da olsa canlı kalabilmişlere?

Hasta değilken gidelim hastane ziyaretine dememin sebebi ise hasta bizsek, kendi derdimizden diğer insanların acılarını, korkularını, telaşlarını görmüyoruz.

Hâlbuki hastaneler, varlığın kıymetini bildirip, dünyalık hiçbir kıymetin sağlıktan daha önemli olmadığının tefekkürünü sağlayan yegâne mekânlardır görene.

Buna rağmen ölüm temasından en uzak kesimin doktorlar olduğunu gözlemlemek ise acı verici. Bu kadar hayatla mematın iç içe olduğu bir mecrada insan Allah’ı nasıl düşünmez? Bu beyin yakan sorunun cevabı vardır elbet. Sanırım insan sağlığını elinde tuttuğunu düşünen, kendisi de aciz insanın biraz tanrılık iddiasından, ego ve üstünlük ve farklılık iddialarından olsa gerek diye düşünürüm kendimce. Genellenemez tabii, her hastanın Rabbine götüren bir vasıta olduğunu bilenler de var, hamdolsun ki.

Uzunca bir süre mustarip olduğum ama hamdolsun ki geçici olan sağlık sorunlarım da bana bunları tefekkür ettirdi. Rahat zamanlarda dahi Efendimiz (s.a.v.)’in buyurduğu şu hadisi şerif insana insan, yani ölümlü olduğunu unutturmuyor:

“Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın.” (Tirmizî, 2307)

Önceki İçerik
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

SOSYAL MEDYA

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
4,338TakipçilerTakip Et
- Reklam -spot_img

Yeni İçerikler

Vicdanlar Uykuda

Emanetimiz Dünya

Bilge ile Bîgâne

En Büyük Günah

Son Yorumlar

Başak koçoğlu yorumladı Emanetimiz Dünya
Deniz yorumladı Emanetimiz Dünya
İsmail UYSAL yorumladı Gönlünü Kirletme
Serdar yorumladı İman: Miras mı, Tercih mi?