Kitabı terk edenler, zanneder feth-i hezâr.
Zamanın gafleti, insanı zannın hükmüne mahkûm eder.
Kitabı, yani Kur’an’ı terk edenler, bir milletin yükseldiğini, zenginleştiğini, ilerlediğini sanabilirler. Oysa kalbî fütuhat olmadan ne maddî ne manevî bir zafer mümkündür. Kitab’ın terk edilişi, insanın kalbini karartır, toplumun ruhunu çürütür. Fethin aslı, nefsi yenmektir. Oysa bu çağda birçok kimse başkalarının nefsi üzerinde hâkimiyet kurmayı fetih saymaktadır.
Hâlbuki gerçek zafer, “Benliğin esaretinden kurtulmaktır.” Kitap terk edilince, fethi hezimet sanmak kaçınılmazdır.
Nübüvvet nûr içinde, gözde perdeler kurur.
Nûru Göremeyen Gözler
Peygamberlerin nuru, hâlâ dünyadadır, sünnetlerinde, ahlaklarında, tebliğlerinde… Lakin gözde perde varsa, güneş bile karanlık görünür. Bu perde kalbin pası, hevânın sisi, gafletin örtüsüdür. Nübüvvetin nuru, sadece bilgiyle değil, teslimiyetle fark edilir. Zira necaset içinde saf su görünmez. Kalbi kirli olan, saf nûru göremez. İşte bu çağda gözde perde öyle kalınlaştı ki, insanlar hakikati inkâr etmekle kalmadı, onu küçümsemeye başladı. Oysa perdeyi kaldırmak için ilk şart, gözün değil kalbin arınmasıdır.
Susar tefekkür artık, hikmet olur sükût.
Sükûtun Hikmeti
Eskiler, “az konuş, çok düşün” derdi. Tefekkür bir ibadetti. Şimdi ise düşünce susmuş, fuzûlî sözler ortalığı kaplamış. Bu çağda bazen hikmet suskunluğa gizlenir çünkü hakikati söyleyen ya dışlanır ya da duyulmaz. Sükût, bir çöküş değil, bir yükseliştir. Kalbin Hakk’la baş başa kaldığı yerde, dil susar. Susmak, tefekkürün en olgun hâlidir. Konuşarak değil, susarak anlayanlara hitap edersin. İşte bu çağda hikmet, kelimelerden değil, kalbin sessizliğinden konuşur.
İrfân ehli sürülmüş, meydan cehâletten gurur.
Sürgündeki Hakikat
Her çağın bir Ebu Cehil’i, bir de Ebu Zer’i vardır. Bugün irfan ehli, yani Hakk’ı bilen, gören, sezebilenler, ya görmezden gelinmekte ya da sesleri bastırılmaktadır.
Onların yerine cehalet öne çıkmıştır. Ama bu cehalet sıradan değil, kibirli bir cehalettir. Bilmediğini bilmeyen ama bildiğini sanan bir gurur hâli. Meydan cehalete kalınca, hikmet hor görülür. Oysa irfan, sadece bilgi değil, hikmetle hâl etmektir. Şimdi o hâl, hicrettedir. Ama unutulmamalıdır ki, hicret eden hakikat bir gün Medine olur ve yeniden doğar.
Bu devr-i fitne içinde kul olan zümrüd olur.
Fitnede Zümrüd Olmak
Fitne sadece savaş, kavga değil, hak ile bâtılın birbirine karıştığı hâllerdir. Böyle bir zamanda kul olmak, Allah’a boyun eğmek, hevâya isyan etmektir. Ve bu zor zamanda kulluk eden, sıradan biri değildir. O, ateşte pişen, nefsiyle savaşan bir zümrüd-ü ankâdır. Küllerinden doğar. Herkesin hevâsına kapıldığı yerde, o secdede kalır. Herkesin nefsiyle övündüğü yerde, o boynunu eğer. Ve işte bu yüzden Allah katında en değerli olur. Çünkü imtihan büyürse, mükâfat da büyür.
Nâr içinde yanarken bulur aşk ile huzur.
Ateş zâhirde bir azap gibi görünse de, aşk ehli için arınma yeridir. Bu dünya, aşk ateşinden geçmeden cennete varılamayacak bir yerdir. Kulun nefsini yakması, aşkla yanması gerekir.
Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi: “Aşksız geçen ömür, ziyan edilmiş zamandır.” Gerçek huzur, rahatlıkta değil, ilâhî aşkın verdiği acıda gizlidir. Çünkü o acı, kulun Rabb’ine en yakın olduğu andır. Ateşin ortasında yakmayan bir serinlik vardır, tıpkı İbrahim’in ateşi gibi. Aşkın ateşi yakarken huzur verir, çünkü yakmakla terbiye eder.
Rabbim nasiplenenlerden eylesin cümlemizi.
Yolunuz gül renginde, gül kokusunda olsun her daim.