VAHYİN VE BİLGELİĞİN İLK SÖZLERİ – İLK MEKANLARI
İlkler, başlangıçlar… Söylenen söz, atılan adım, ilan edilen hedef… İnsanlar içinden insanlığa adananlar her zaman ve mekânda geçerliliği olan kutlu sözler söylediler. Bu sözler yol arayış içindekine rehber, çıkmazdakine çözüm, yok olmaya başlayana varlık ve düşene uzanan el oldu. Bunların söylendiği, dile geldiği, insan aklı-ruhunda mayalandığı mekânlarda mesajların parçasıydı. Mekânlar onu doğuran rahimdi. Hakikat; varlık, zaman ve mekân birlikteliğinin sonucudur.
İlk insan Âdem- Havva… Kendilerine bahşedilmiş mekânda yaşamaktadırlar. Her türlü nimet içinde… Ancak sınırlandırıldıkları, alıkonuldukları, yapmaları yasaklanan, elde etmeleri red olunan bir şey var: Ağaçtaki meyveyi yemeyecekler. “Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.”[1] Şüpheyle donatılmış insan merak etmektedir ağaçtaki meyveyi ve neden yasaklandığını… Şüpheler içini kemirmektedir. Etrafında dönüp dolaşmaktadır. Acaba bir tatsam mı? Bir kere ile ne olur ki… Bunun yasaklanmasının hikmeti nedir? “Derken şeytan onun aklını karıştırıp, “Ey Âdem dedi, sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?”[2] Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.” Taha Suresi “Rabbiniz, iki melek haline gelmeyesiniz yahut buruda ebedi kalıcılardan olmayasınız diye –yalnız bunu için- size tüm ağacı yasakladı” diyerek onları kandırdı.[3] 1- Dünyada ebedi kalmak isteyen insan… 2- Hükümranlık etme sevdasında olan insan… 3- Günahlarından arınıp melekleşmek isteyen insan… 4- Dünyada ebedi olarak kalmak isteyen insan… Dört büyük hedef… Dört büyük yanılgı… İnsan hayatı boyunca bunları gerçekleştirmek için gayret eder, var olan tüm sermayeyi seferber eder, tüm çabasını buna yoğunlaştırır.
Ağaç tüm birikimlerin süzülerek, birleşerek bir tohuma can vermesi ile oluşur ki bu insanın hikâyesinin özetidir. Ağaç Âdem- Havva’nın ilk kayıp, ilk yenilgi, ilk günah, ilk tevbe, ilk dönüş içinde oldukları yerdi. Yasaklanan ağaç ve yemişi bunlara kayıp olarak döndü. Ancak ağaç Âdem- Havva’nın çocuklarının kurtuluş ümitlerinin yerlerin başında geldi.
Ağaç insanlık tarihinin dönüşüm noktalarında yine karşımıza çıkar. İsa (a.s.) doğarken Hz. Meryem kendini bir ağaca yaslamıştır. Durumunu kimsenin anlayamayacağı ve kınanacağı korkusundan şehrin dışına çıkmıştır. Yaslanacak yer olarak hurma ağacını bulur. Doğum sancıları çoğalmıştır. “Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevk etti. “Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!” Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.”[4] Ağaç yeni bir dirilişin şahididir. Yolunu kaybeden yol gösterecek, kirletilmiş bilgiyi arındıracak, menfaat şebekesine dönüşen mabed bekçilerini yerinden edecek yeni bir ihya ve inşa edici dünyaya gelmiştir. Ağaç onun ilk ev sahibidir. Beslemiş, güçlendirmiş, korumuştur.
İlk sözlerin sesi bu defa Tur Dağı’nda yankılanmaktadır. Firavun’un zulmünden korunmak için Mısır’ı terk eden Musa eve dönmektedir. Dönerken yolda emanet yüklenecektir. Dağda ilk sözler ona vahyedilir. “Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: Bekleyin! Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meşale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum, demişti. Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan): Ey Musa! diye seslenildi: Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ’dasın! Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.”[5] Yüce dağlardan yüce mesajlar… Yeryüzünün en büyük mekânlarından, yukardan aşağıya inen sözler… Dağ metaforu üstün, koruyucu, direniş, güçlü haliyle çıkış arayanlara ev sahipliği yapar. Bu geliş dönüşü zorunludur. Burada kalarak medeniyet kurulmaz. Aldığı aydınlık sözleri aşağıya- şehre, köye, sokaklara- indirmesi gerekir.
Hakikatin arayıcıları tüm yeryüzündedir. Fıtratın sesini duyurmak, kurtuluş müjdesi vermek isteyenler arayıştadır. Bunlardan biri olan Buddha yaşadığı zamana şahitliğinin sorumluluklarını hissetmiştir. Her türlü zenginlik, sefahat, imkânlar içinde içindeki derin çağrıya ses verir. Terk eder şehri… Uzaklaşır. Bu kalabalıklar içinde hakikati bulamaz. Issız sağlarda kendi kendisini arar. Kulak verdiği sesi dinlemeye çalışır. O kutlu müjde onu kuşatır. Dağda bir mağarada yaşamaktadır. Arada dışarı çıkıp mağaranın yanında olan ağacın altında tefekkürüne devam eder. “Eski ananelerin anlattığına göre, nihayet bir gece mukadder olan zaman gelmişti. Artık beklediğine kavuşacaktı. Zamandan beri ilham ağacı adı verilen bu ağacın altında, şuurunu atıl bırakmak ve şahsiyetinden tecrit etmek için çalışıp durduğu halde, gittikçe saflaşan ruh halleri geçiriyor ve birden bire nura kavuşarak her şey kendisini münkeşif kılıyordu… İşte evvelce Bodhisattva (Buddhalığa namzet) olan Gotama, bu geceden sonra hakiki Buddha olmuştur; uyanmış ve bu ağacın altında yüksek ilhama ermiştir. İşte bu gece Budistlerce mukaddes olan gecedir. Bu ağaç, Urel’de (Buddha- Gaya) yakın zamana kadar mevcuttu. Çok ihtiyar ve büyük gövdenin garp tarafında, bir hayat eseri gösteren üç dala malikti. İşte bu ağacın altında, yeni yeni doğuşlara tabi olanların daima dalalette kaldıklarını, ızdıraptan nasıl kurtulunabileceğini irfan gözüyle görmüştü.”[6] Hakikati bulan bunu kendisine saklayabilir mi? Şehre inme vaktidir. Hakikatle buluşmuştur artık. Kurtuluş vaazını daha yüksek sesle haykırma vaktidir. “Artık uyanmış ve hakikate karışmış olan Buddha: ”Bu yeni akideyi evvela kime öğretebilirim?”diye düşünüyordu. Evvela aklına gelen, evini terk ettikten sonra yedi sene derslerini takip ederek kendilerinden hiçbir şey öğrenemediği muallimleri oluyordu; fakat kayıptan haber veren bir Deva, onların öldüklerini söylüyordu. Bundan sonra Uruvela ormanlarında riyazette iken kendisine arkadaşlık etmiş ve sonunda çileyi bozduğu için kendisinden ayrılmış olan beş zahidi düşünüyor ve bunların Benares’te geyikler parkı İsipatana’da oturduklarını öğreniyordu. Artık Benares, Budistler arasında ilk müminlere verilen “Kurtuluş vaazı”nın mukaddes şehri olarak geçecektir..”[7]
Zerdüşt, unutulan ve tahrif edilen hakikati ararken dağ ve mağarayı mekân edinir.
“Bilinmediği yerde iyiyi tarif edemezsin” fikri ile 20’li yaşlarda Sabalan Dağı’ndaki bir mağarada inzivaya çekilir. Varlığını yeniden keşfe çıkar, dünyanın zaman aşımındaki değerleri üzerine tefekküre dalar. Yedi yıl dağdaki mağarada kaldıktan sonra Ahura Mazda inancını geliştirir ve dağdan inerek bu inancı yaymaya başlar. Diğer hakikat arayıcılarının başına gelen Zerdüşt’ünde başına gelir. Yerleşik düzen ve koruyucu bekçileri olan başta din adamlarının tepkisini çeker. Ancak o her türlü baskı ve işkenceye rağmen öğretisini yaymaya devam eder.
Zalimlerin zulmüne karşı sığınak dağlar… Şehirde en yüksek sesle hakikatin sesini yükseltenlere yer verilmemiştir. Sürgünlük tek çareleri olmuştur. Dağların evleri mağaralar… Roma imparatorunun zulmünden dağlara- mağaraya sığınma… “Sen yoksa Kehf ve Rakim Ehlini bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? O gençler mağaraya sığındıkları zaman demişlerdi ki: “Rabbimiz katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl). Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik).[8] Dağlar onları koruyacak, sarıp sarmalayacak, anne kucağı gibi güven temin edecekti.
İnsanlığın kurtuluşu için vahiy zaruridir. Aslına dönüş ve yeniden inşa için Hira dağında mağarada bir çıkış yolu aramaktadır. Hz. Muhammed(sav) aradığı sorunun cevabını bulmaya çok yakındır. Yıllardır buraya gelmektedir. Düşünür, akıl eder, hisseder. Varlığını, insanlığı, dışarıyı, içeriyi… Sorduğu soruların cevapları verilmek üzeredir. İlk söz vahiy kendisine mağarada iken iletilir. “Ben (yazar), Nur Dağı tepesindeki bu Hira mağarasını ziyaret etmiştim. Muhammed(as)’ın Mekke’deki evinin bulunduğu yere ancak 1 km uzaklıkta bulunan Nur Dağı’nın pek tuhaf bir görünümü vardır. Çok uzaklardan, kendisini kuşatan çok sayıda tepenin arasından hemen göze çarpar. Hira mağarası, göçmüş ve üst üste yığılmış kayalardan oluşmuş, üç yanı kubbe biçiminde bir yapıya sahiptir. İçerisi, bir insanın, başı tavana değmeyecek biçimde ayakta durabileceği bir yükseklikte ve rahatça uzanıp yatacağı genişliktedir. Yine garip bir rastlantı sonucu, insan mağara içinde uzandığında yönü Ka’be’ye doğru olmaktadır. Zemindeki kayalık oldukça düz olup, küçük bir yatak yapmak için örtü serilebilir. Mağaranın girişinde oldukça yüksek bir açıklık vardır ve bu da, insanı, içeri girmeden önce kayalardan oluşan birkaç basamağı çıkmaya zorlar. Bu tepeye niçin Nur Dağı dendiği bilinmemektedir. Burası, hacıların birçok kez gelip geçtiği, Mekke’den Mina düzlüğüne gidilen yolun yakınında bir yerdir. Büyük bir olasılıkla, o dönemde yaygın bir uygulamaya göre, geceleyin yolunu şaşıranlara kılavuzluk etmesi için bu tepenin üzerinde ateş yakılıyordu. Bildiğimiz kadarıyla, Yarımadanın dört bir köşesinden gelen hacılar bu çevreden geçmek zorunda olduğundan, Arafat ile Mekke arasında ateş yakılan tek yerin Müzdelife’deki bu tepe olduğunu söylemek için bir neden yoktur.”[9]
İnsanlığın doğru bilgi, güzel ahlak, adaletli düzen, özgürlük arayışında kendi benliklerinden hareket ederek ve kendini aşarak arayışa giren elçiler, peygamberler ve salih insanlar için tarih boyunca bu düşüncelerin mayalandığı yer olarak ağaç, dağ ve mağara merkez olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk buluşma, İlk sözler bu mekânlarda ortaya çıkmıştır. Bu mekânlar şehrin dışındadır. İnsanların gündelik hayatta çok kullandıkları yerlerden değildir. Zorunlu olmadıkça uğramadıkları yerlerdir. Kalabalıklar, şehirler, her şeyin birbirine girdiği yerde hakikatin sahih sesini duyamamaktadır. Bu ses her an yankılandığı halde binaların, gürültülerin, meşguliyetlerin, endişelerin arasında kaybolmaktadır. Yalnız doğan, yalnız ölecek, yalnız haşr edilecek insan kendi yalnızlığında öncelikle dünyayı, zamanı ve mekânı anlayabilir. Anlam merkezini kendisi üzerine kurmayanlar göçebe halde arayıp dururlar ve bir şey inşa edemezler. Dağ ve mağara insana halen etkisi en güçlü, en yaygın kutlu sözlerin ortaya çıkmasına ev sahipliği yapmıştır.
Burada olmak öncelikle kendini varlık bütünlüğünde yerini bulmaktadır. Ait olduğu muazzam sistemi görmekte ve onun bir parçası olduğunu hatırlamaktadır. İnsana sonsuz gözüken, yaratıcısına sonlu gelen sistem bir bütündür. Şehir ışıklarıyla göğü kapatır, binalarıyla göz ufkunu perdeler, anlamsız sesler korosundan sağırlaşır, çoğalan günahlarından kalbi kararır, bilgi kirliliğinden aklı yolunu şaşırır. Tek çare çıkıştır, aslına dönüştür. dağ yaşadığı varlık alemini yukardan seyretmeye çağırır. Aşağıda büyük gibi görünen küçük yerlerde insanların gök ve yer bağlantısını kopardığı mekânda her şeyi seyre dalar. Ve hatırlamaya başlar. Kaybettiklerini, yabancılaştıklarını, göremediklerini, hissedemediklerini, unuttuklarını… Kopan bağ yeniden kurulur, akış yeniden sağlanır.
Dağ ve mağaraya sığınanların ortak özelliklerinden biri de hepsinin toplumun zengin, refah düzeyi yüksek, güçlü ve hâkim sınıflarına mensup olmalarıdır. Toplum ve siyaset hiyerarşisinin kendilerine sağladığı imkânları red ederek yokluk âlemindeki en büyük varlığa sığınırlar. Bu yolculukta, bu çıkışta kendilerini dağa atarlar. Onlar için dağ bir âlem ve mağara kendi benlikleridir. Âleme sığınır, kendi benlikleriyle hakikate sığınırlar.
Dağa sığınanlar, mağara içinde ve ağaç altında konaklayanlar her zaman orada kalmazlar. Şehre dönerler. Şehri yeniden inşa ederler. İnsanların içine girerler. Evlere, mabetlere, çarşılara, sokaklara, meydanlara çıkarlar. Sarayların salonlarında krallara kurtuluş kelimelerini haykırırlar. Asli olana yaklaşmış, fıtratın sesini duymuş, ruhu ile yüzleşmiş ve hakikatin derin yüzünü görmüşlerdir. Sözler mekânlara sinmiştir. Mekân sözün en büyük destekçisi, koruyucusu ve evi olur.
Kaynakça:
[1] Bakara Suresi- 35/ Kur’an-ı Kerim
[2] 20. sure- 120- 121/ Kur’an-ı Kerim
[3] A’raf- 20/ Kur’an-ı Kerim
[4] Meryem Suresi- 22 -25/ Kur’an-ı Kerim
[5] 20/10-13/Kur’an-ı Kerim
[6] Gotama Buddha -28/ Asaf Halet Çelebi- Hece Yayınları
[7] Gotama Buddha- 30/ Asaf Halet Çelebi- Hece Yayınları
[8] 18/9-26/ Kur’an-ı Kerim
[9] İslam Peygamberi / Muhammed Hamidullah