Genellikle biz insanlar, hastalık denince yalnızca bedeni vebaları düşünürüz. Mikroskop altında tespit edilen virüsleri, termometreyle ölçülen ateşi, gözle görülen yaraları dikkate alırız. Oysa insan sadece maddeden ibaret değildir. Kalbinin attığı, ruhunun soluk aldığı bir tarafı daha vardır ve ne acıdır ki; bu tarafımızda gelişen hastalıkları fark etmekte çoğu zaman geç kalır, terapiye de geç başlarız. Tabii bu da manevî vebanın ilerlemesine sebebiyet vermiş olur.
Zira ne kalbimizi kemiren manevî illet ve hastalıklar röntgende görünür, ne de ruhun sancısı kan testlerinde çıkar.
“Zaten herkes böyle.”
“Kalbim temiz.”
“Önce insanlar değişsin, sonra ben.”
“Gönlüm el vermedi.”
“Bir kereliğinden bir şey olmaz.”
“Bana ne.”
“Uğraşamam…”
Bu ve benzeri cümleler sana da tanıdık geliyor mu?
Belki biz bu sözleri sadece birer savunma sanıyoruz. Belki sıradan bahaneler gibi duruyor kulağa… Oysa bu cümleler, modern çağın görünmeyen virüsleri gibi içimize sinmiş, ruhumuzu saran birer put ve manevî salgın hâline geldi. Bu manevî salgınları; günahlar, zina, üşengeçlik, tembellik, şehvetperestlik… diye çokça türetebiliriz. Dışarıdan bakıldığında sağlıklı görünen nice kalp, içten içe bu cümlelerle çürümeye başladı. Çünkü insan sadece bedenle hasta olmaz; bazen bir cümle, bir tavır, bir alışkanlık kalbi yorar, ruhu zehirler.
“Zaten herkes böyle.” diyerek kendini kalabalığın içine kamufle eden,
“Kalbim temiz.” diyerek amelsizliği masumiyet zanneden,
“Önce insanlar değişsin.” diyerek sorumluluğu erteleyen,
“Gönlüm el vermedi.” diyerek nefsinin arzularını vicdan gibi gösteren gizli bir yönlendirmeye kapılan,
“Bana ne.” diyerek merhametin sesini susturan,
“Uğraşamam.” diyerek iradeyi gevşeten kalpler…
Bunların hepsi manevî bir hastalık olup, kalbe sirayet eden ciddi bir salgındır. Erken teşhis konulup Allah’ın kelamı, öğütleri ve hakikatleriyle tedavi edilmezse gittikçe ağırlaşacaktır. Belki manevî bir cerrahî operasyon, yani ameliyat gerektirir; can yakar, sabır ister; ama sonunda ruh dirilir, kalp yeniden secdeyle tanışır. Biiznillah, her karanlığın bir sabahı, her hastalığın da şifası vardır.
Ne yazık ki çoğumuzun teşhis koymakta en çok zorlandığı hastalıklar, ruhu kemiren, kalbi körelten bu görünmeyen illetlerdir. Kalp artık secdeye yabancı, zihin ibadete uzak, gönül ise hakikate kör hâle geliyor ve bu salgının devası ne eczanelerde bulunuyor ne dijital terapilerde… Zira şifa, yalnızca Rabbini unutan kalbin tekrar O’na yönelmesindedir.
Teşhis tek başına kâfi değildir, terapi de elzemdir!
Zira bir hastalığı bilmek, ondan kurtulmak için ilk adımdır; ama iyileşmek, tedaviyi kabul etmekle mümkündür. Manevî hastalıkların tedavisi ise nefisle yüzleşmek, kalbi sorgulamak ve ruhu Rabbine döndürmekle başlar.
Bugün çoğumuz bir şeyleri “ertelemenin” rahatlığına sığınıyoruz. Hakkı söylemeyi, iyiliği tavsiye etmeyi, tevbe etmeyi, namaza başlamayı… Hep “sonra” diyoruz. Oysa her “sonra”, kalbin üzerine atılmış ince bir örtü gibidir; birikir, kalınlaşır ve sonunda ruhu karanlığa gömer.
İşte bu yüzden artık ruhlarımızla ilgilenme vakti. İçimizdeki yorgunluk, dışarıdaki yoğunluktan değil; terk edilmiş secdelerden, susturulmuş vicdanlardan, hatırlanmak istenmeyen hakikatten doğuyor ve bu yorgunluğu hiçbir tatil, hiçbir motivasyon konuşması, hiçbir dünyevî ödül hafifletemiyor. Çünkü ruhun yorgunluğunu sadece Rabbiyle buluşmak dindirebilir.
O hâlde gel, sen de bu manevî salgına karşı iç âlemini korumaya al ve manevî putları kırarak; kalbini tövbeyle, zihnini zikirle, gönlünü Kur’an’la temizle. Zira hakiki temizlik içte başlar; dışa ise nur olarak yansır.
Unutma ki, bir kişi yeni aldığı telefonu icat eden mühendis kadar o cihazı tanıyamaz. Aynı şekilde, insan da kendisini yoktan var eden Allah kadar kendini bilemez. Çünkü gerçek bilgi ve şifa, insanı yaratan Rabbimizin ilmindedir. Kendini en derininde tanımak ancak O’na yönelmekle, kalbini O’nun huzurunda arındırmakla mümkündür.