Yaşadığımız hayat bize hep öğretir. Ne kadar kendimize yapılmasını istemediğimiz şey varsa, başkasına yapılması konusunda da hassasiyet göstermeliyiz. “Başkasının giydiği demir ayakkabıyı giyinmeden, onun hâlini anlamanın” mümkün olmadığı bir dünyada ne kadar çok ahkâm kesip, ne kadar çok kınıyoruz.
“Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.” (Tirmizi, Kıyamet, 53, 2507) buyuran Efendimiz (s.a.v.), ağzımıza geldiği gibi rahatça konuşmamızı yasaklayıp, ağzımızdan çıkanları bir takım prensiplere bağlamıştır.
Hata yapmak insana has olması itibariyle, susmanın erdemi de insana hastır. Yakın çevremizde karşılaştığımız ve ruhumuzu inciten şeylerin altında kabalık ve hodgamca şeyler, dinlendiren şeylerin altında incelikler, kendini bilme ve duyguları yönetme alışkanlıkları ya da bilgileri yatar.
İnsan dünyaya sevmek ve sevilmek için gelmiş bir varlıktır. Ne kadar da kötülüğe meyletse ya da kaostan beslense bile, sevilmemeyi, takdir edilmemeyi, görünmemeyi kabul edemez.
Hâlbuki insan kendini ihmal eder, kendisini göremez. İnsan en çok kendisine kör, kendisine sağır ve en çok kendisine geç kalır. Vahim sonuçları, yıkımları, hayal kırıklıkları ne zamanki yalnız kalır, o zaman alnının çatında durur.
Beklediği olmayan, değersizlik ve yetersizlik duygusuyla savaşan insan giderek hayat ışığını ve yaşama arzusunu kaybeder. Kaygı bozuklukları ve depresyonun gayya kuyuları onun handikaplarıdır artık.
Modern psikolojinin seküler, maneviyattan uzak öğretileri de bunları çözmekten uzaktır. Hassaten bizim gibi toplumlarda yalnızlık, bireysellik, bencillik genel geçer kültürümüzün reddettiği şeylerdir.
“Paylaşılan acılar azalıp, sevinçlerin çoğaldığı” gibi sosyal öğrenmelerimiz yerini nasıl da bireysel ve yalnız ayakta durma çabasına, yıkılan duygularını kendi savaşıyla tamir etme çaresizliğine bırakıyor.
Çaldığı kapıların yüzüne kapandığı, komşularının selamsız geçtiği, akrabalarının menfaat ilişkileri içerisinde boğulduğu, dertleşecek bir insanın olmadığı, kimsenin kimseye vakit ayıramadığı bireylerin oluşturduğu toplumların içine düşen kurtlar, kemirme işinde hep usta olmuşlardır.
Tatmin olmayan, sevemeyen, güvenemeyen insanın kaybedeceği ne kalmıştır ki? Öfke, intikam, kıskançlık ve haz, boşaltılmış çorak gönüllerin azığı olur artık. Ne kötü azıklar.
Hangi duygu, kızmış köpürmüş insanın öfkesini dindirir; hangi vaad, hangi ceza, mükâfat damla damla sindirilen, hissedilen acının derinliğini sığlaştırabilir?
Aşkın ve Kadîr-i Mutlak bir varlığın bizi gözetlediğinin rahatlığı, bilince dönüşüp, bilebildiğimiz kadar sığınma ve hayal dünyamızın genişliği kadar o merhamete teslimiyet şuuru ne harikadır. Sizin her dakikanızla ilgilenen bir varlık var; duyup görüyor, dualarınızı kaale alıyor, hakkınızda sizin asla bilemeyeceğiniz kararlar ve nasipler murat ediyor. Bunların her birini de çabamıza bağlı kılıyor. “Meşguliyetin şifasına” kapı aralıyor. Yüce bir el bizi yönetiyor ve biz kendimizi ona teslim ediyoruz.
Psikoloji derslerinde, alanında prof olmuş hocalarımızla günlerce tartıştığımız şeylerin sonucu hep insanın kendisini gerçekleştirmesine bağlandığını görmek, Kur’an’da bu konunun bir birey ve toplum inşasında ne denli önemli olduğuna dikkat çekiyor.
Derslerde dikkatimi çeken bazı ayetleri işaretlerim. Birkaç gün önce dikkatimi çeken ve insanı adeta boşlukta bırakan psikolojik kuramların dışında, müthiş bir asudeliğin içine çeken şu ayet-i kerime ne kadar manidardır:
“Demek ki sen, sırf Allah’tan gelen bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli, kaba ve kırıcı olsaydın mutlaka etrafından dağılıp gitmiş olurlardı. O hâlde kusurlarını affet, günahları için bağışlanma dile ve yapacağın işlerde görüşlerini al. Sonra da karar verdin mi artık Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Ali İmran / 159)
Bu ayet-i kerimenin bariz pozitif bakış açısı, yeterli bir güvenin içine bırakıyor insanı. Muhataplarının inancı, milliyeti, dış görünüşü, makam ve parası gibi hiçbir özelliğin sayılmadığı, sadece af ve geniş bir hoşgörünün kapsamı içerisinde, adeta yüce yaratıcının varlığının delili olarak önümüze seriliyor.
Neden, niçinlere takılmadan, beşer olmanın hataya çok elverişli bir sıfat olduğunun bilincine çağırıyor bizleri. Farkında ya da değil, insanın kendince kendisini savunması ve yaptıklarını mazur görmesi farklı bir şey. İnsan hatalarına sahip çıkıp, günahlarının tahrik sebebini dışındakiler olarak gördüğü sürece artık yaratıcı ile baş başadır. Niyet ve eylem kul/insan ile kalbine nazar eden arasındadır.
Bize düşen, iç dünyasına hâkim olamadığımız, ortamını, kalbini, yetiştiği çevreyi, gönlünü bilmediğimiz insanlar hakkında dilinin perdesini, boğazının boğumunu kullanmadan konuşabilme cehalet ve küstahlığını gösterebilenlere karşı basiretli durabilmektir. “Hiçbir insan, sınanmadığı günahın masumu değildir.”
İnsanın kınayacağı tek varlık, kendi nefsi, hataları, yaşadığı ortamdaki insanların algısını oluşturan fiilleridir. İradi ve dileyerek, meşrulaştırarak “Ne Allah ne kul ne der?” sorusunu samimiyetle sormamasıdır.
Ne zaman elimizi, gözümüzü, kalbimizin en kirli yerini insanların üzerinden çekip içimizdeki derin ve uzun yola revan olursak, “Belki kurtulur gemi”…