Güz mevsiminin gelişiyle etraf sarışınlaşmıştı. Genişçe bir caddede surlara doğru ilerliyordum. Kadim yerleşim bölgelerinin eskiden güvenlikleri böyle sağlandığı için burası da surlarla çevriliydi. Birkaç tane de şehrin giriş kapısı olurdu. Ben de bu tarihi kapılardan birine doğru adımlarımı atıyordum.
Yol üzerinde çinili bir çeşme ve sağlı sollu, nüfusları üzerinde çakılı anıt çınarlar vardı. Dökülen kuru yaprakların hışırtılarıyla birlikte altlarından geçtim. Bu geniş ve trafiğe kapalı caddenin sonunda çarşı bitiyor, sağlı sollu en çok üç katlı evler başlıyordu.
Özellikle bu binaların arasında sol tarafta bir yapı vardı ki; her hâliyle bir başka duruyordu. Yol seviyesinin altında kalmış tahtadan bir giriş kapısı vardı. Kapının sağ ve sol tarafında saksılar içinde çiçekler mevcuttu. Mevsimle orantılı âhir zaman çiçeklerinin yaprakları düşmüş, çiçekleri solmuştu. İçeri girerken sırtınızı vermiş olduğunuz kaldırım taşlarının arasında bir meyve ağacı da mevcuttu. Yapraklarından anladım: yeni dünya.
Kaderî plânda yeni dünyada yer almış ama üzerinde yüzyılın izlerini taşıyan bir mekân… Çağa yabancı düştüğünü izhâr eden hâliyle efkârlı ve onurlu karşımda duruyordu. Önünden gelip geçen âhir zaman insanlarını yadırgar bir hâli vardı… Dışarıdan bakıldığında beyaz boyalı iki katlıydı. Kendini ne kadar mahzun hissetse de cephesinde anlatmak istediklerine dair bir tebessüm vardı.
Hafifçe zile dokundum: Kulağıma “Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” (Yunus Emre) diye çalıyor geldi.
Birkaç yıl önce burada tanışmış olduğum abla kapıyı açtı. Önceden bugün için randevu oluşturmuştuk. Dikkatimi celbeden eviyle ilgili kendisinden bilgi alacaktım. Fert, cemiyet ve medeniyet… Ne olursa kaybolan mâziyi arıyordum. Tedenni etmemek için tekâmülünü tamamlamış eve adım atarken yavaş hareket ettim. Yavaş adım atayım, çünkü ne kadar çok yıllar dinledi seslerimizi!
Mekâna anlam veren, değer katan insanlardı. Mekânın şerefi, içinde yaşayanlar tarafından inşâ edilirdi. Yeni dünyada ise maalesef tam tersi: Ne kadar lüks, şatafatlı, pahalı evlerde yaşanılırsa değerli olduğun zannediliyordu. Hakikâti unutmuş âhir zaman gönülleri, erdemliler topluluğundan bîhaber yaşamaya çalışıyorlardı. Çünkü su misâli hakikâte muhtaç o gönüllere, yeni dünyalılar devamlı su perhizi yaptırıyorlardı.
Bir müddet karşılıklı konuştuktan sonra rahmetli Ârif Nihat Asya’nın bir şiiriyle sohbetimizi bitirdik.
Issız kuleler, bükük boyunlar; / Öksüz kapılar, kırık duvarlar…
Taşlardan örülme saksılarda: / Gül, lâle ve yasemin kokarlar.
Mâziyi ara derin sularda / Öksüz öksüz bakan nazarlar;
Târîhime kök salan Hisar’lar / Târîhimi isterim – susarlar!
Bir âbide muhteşem çınarlar… / Altında şırıldasın pınarlar!
Gök mâvi, su mâvi, uyku mâvi… / Yatmış yamacında bahtiyarlar!
Başlar üzerinde bir kırık tâc… / Geçmiş günler, uzak diyarlar!
Geldim size tatlı ninnilerle, / Ey Fâtiha bekleyen mezarlar…
Târîhime kök salan Hisar’lar / Târîhimi isterim – susarlar!
Lâkin bir eksiklik vardı. Onu tamamlamak için çok yakın olan ilçe mezarlığına beraberce gitme kararı aldık.
Velhâsılı; dirilerden beklenenleri icrâ için yola koyulduk…




