Pazar sabahı yatağın içinde döne döne uyumak istiyordu. Uyansa da, ki uykusu az biri olarak üç saatin sonunda dağılırdı mahmurluğu; yatıp debelenmek hayaliydi. Kendince ritüelleri, oturuşmuş halleri vardı. Kendince işte. Biraz koşturur gibi yaşasa da, ağır ağır çay içmeyi, dikkatlice not alarak kitap okumayı seviyordu. Asosyal değildi, kendi ifadesiyle; ancak çok geniş bir sosyal ağı, coşkulu arkadaş ilişkileri, kalabalık dost aktiviteleri de yoktu.
Sakin, dingin, programlı, disiplinli yaşıyordu; çevresi obsesif dese de o pek kabul etmiyordu. Düzen onu güvende hissettiriyor, zamanı, eşyayı, ilişkileri bir tertip içinde tuttuğunda içinin huzur bulduğunu biliyordu. Hepimizin kendine has ruh halleri, sevinçleri, hüzünleri, yaşamı hissetme, yönetme, dahil olma ve reddetme yöntemleri vardır. Bizi biz yapan da tam olarak bu düzen ve biçimlendirmedir. Önceliklerini ruhun belirler, önceliklerinde toplumdaki yerini. Kişisel bakımını öncelemeyen pis, ekonomisini öncelemeyen savruk, eğitimi ve gelişimi öncelemeyene cahil ve daha nice önemli konuyu önemsemeyene kötü sıfatlar yakıştırılıyor.
Bizi bizleyen, ismimizin arkasına eklenip tanımlayan özellikler, zaman ve emek istiyor. Tesadüfen başarı olmaz, emek ve gayretle olur. Tesadüfen sonuç alınmaz, emek ve zamanla olur. Zaman, niyetin esere dönüşme yeridir. Niyet ve netice arasında geçtiğimiz yoldur. Kişinin ömrü, elindeki sermayesi, tek ve gerçek nimetidir zaman. İş üretirken kazancı emeğiyle ölçüldüğü kadar, harcadığı zamanla da ölçülmelidir. Kişinin kendine ait zamanları, kim ve ne tarafından işgal edilirse edilsin en büyük haktır.
İş ve üretim bandında harcanan efor ve elde edilen ürün veya iş hacmi hesaplanıyor. Artı zaman ve kullanılan ömür hiçe sayılıyor. Saat hesabında genellikle ne kadar yorulduğu düşünülürken, ne kadar vakit tüketildiği hesaplanmıyor. Kendine öz bakım, beslenme, dinlenme, kişisel gelişim, sosyalleşme gibi zaman tayin etmeden yaşayanlar çok kısa sürede dengelerini yitirmeye, sağlıklarında fiziksel ve mental sıkıntılar yaşamaya başlıyorlar.
Para kazanmak, ihtiyaçlar hiyerarşisinde önemli bir basamak. Sağlığını yitirecek kadar çalışanların, kazandıkları para, kaybettikleri sağlıklarını kazanmaya harcanıyor. Öyle bir sarmal ki, kişi artık delice kazanmadan harcadığını kazanmaya çalışırken, elindeyken fark etmediğini sağlığını da kaybettikten sonra bulmaya çabalıyor. Gözümüze sokulan sanal saltanatlardaki sanal sultanların sanal refahları, gerçek hayatlarımızın gerçek yıkıntıları ve gerçek sıkıntıları oluyor. Elde etmek istediğinin tam olarak ne olduğunu bile bilmiyor artık insanlar. Ne bir kendine has hayali, ne bir ideali, ne kilitlendiği hedefi var.
Alt beynine usul usul işlenen görsel mesajlarla ne yapıldığını görüyorsa, onu özlüyor, ona hevesleniyor. Herhangi bir fikri olmadan, kendi kişisel dokusuna uymayan enteresan aktiviteleri bile sıralamasına alıyor. Bu kadar tekdüze bir hale getirilmiş kalabalık, bir flütün namesiyle hareket etmeye başlıyor. Zaman içinde değişen çok bir şey yok aslında. Johann Wolfgang von Goethe, 16. yüzyılda tam olarak bunu anlatmak istemişti. Bir illüzyona kapılıp, kendi değer yargılarını kaybeden insanların bir basit işaretle nasıl yönetildiklerini ifade ediyordu.
İnsanlık tarihi boyunca hiç bu boyuta ulaştı mı bilemem; ancak gerçekten durum içler acısı. Birileri çok daha zengin, çok daha rahat, çok daha mutlu olsunlar diye, birçoklarının çok daha mutsuz, çok daha zavallı, çok daha bedbaht olması gerçekten çok üzücü. Sistem senin yerini belirlediğinde, artık o çarkın dişlisinde öğütülüyorsun; üst level veya üst segment ile aranda imkansızlık duvarları var. Hayal sunup gerçeğini çalanların yelkenleri şişmiş hızla yol aldıklarını bile göremiyorsun.
Onların zamanı kıymetli, ilişkileri önemli, işleri mühim; seninki basit, kıymetsiz. Çocuğun çocuk, emeğin emek, sağlığın sağlık bile sayılmıyor. Onların cepleri şişsin diye, senin bebeğin bile meta olarak kullanılıp yok ediliyor. Kültürel yozlaşma, ahlaki çöküntü, insani deformasyon ışık hızıyla yayılıyor. Hiçbir değer, inanç, bağ sağlam bırakılmadan kıyıp geçiliyor. Ne zamana kadar, zamanımızı basit ve gereksiz işlerle tüketip yok olan değerlerimizle beraber eriyeceğiz?
Dil bozulurken, dil kurulları toplanır; sahip çıkarlardı. Hangi bilim dalı olursa olsun, etik kurullarca sıkı denetlenir ve yozlaşma engellenirdi. Neden şimdilerde her şey patlamış baraj pompaları gibi, tüm varını akıtıyor da, dur deme çabası yok hiç kimselerde? Sen birsin. Canın bir. Bedenin bir, ömrün bir, günün bir. Asla geri alamayacağın günü, saati tüketiyorsun. Sözün boşa gitmiyor; ya sağ omuzundaki melek yazıyor ya sol omuzundaki. Hayra dokunmayan işin zarara kaydediliyor.
Bir insanı kurtaran, bir insanlığı kurtarır. Ahlaki bir değerin sadece bir değerin sahibi ol. Sadece bir kuralın takipçisi ol. Seni zaman avcısı bilsinler veya yalan avcısı. Bil ve değer verdiğinin diri kalmasının bir yolunu bul; bul ki, ahirette hesabını verirken, senin rızan için bu uğurda yük ettim ömrümü diyebilesin. Gördüğün yanlışı elinle, yapamıyorsan dilinle; o da olmuyorsa kalbinle düzelt ki, Habibullah’ın şefaatine nail olma ümidin olsun.
Emanet canlarla, sınırlı ömürlerimizde, zalim ve müsrif insanlarla mücadele ediyoruz. İşimiz zor; Mevla imanlarımızı muhafaza eylesin. Gönlümüze basiret, bedenlerimize kuvvet, ruhlarımıza sükunet ihsan eylesin…
Sen harika bir detaysın ♥️♥️
Harika bir yazı, bana eskiyi hatırlattı.