وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ
“Arzu ederler ki sen (onlara yaltaklanasın/yağcılık yapasın) taviz veresin/yumuşak davranasın onlar da taviz versinler/yaltaklansınlar.” (Kalem, 68/9)
Bir başka deyişle onlar, sana indirilen ayetlerden beğenmediklerini bırakman suretiyle senin kendilerine yumuşak davranmanı isterler; böyle yapsan, onlar da seni över ve yumuşak davranırlar.
Mekkeli müşriklerin Peygamber efendimize yaptıkları eziyet ve işkenceler onu İslam’ı tebliğden vazgeçirmiyordu. Onlarda bu durumun farklı çarelerine başvurmak adına çözümün ilk basamağını uzlaşıda aradılar. Bu vesileyle, ileri gelenlerinden on kişiyi, söyleyecekleri ortak söylem üzerine Peygamber Efendimizin (s.a.v.) amcası Ebû Talib’e gönderdiler; ortak söylemleri şu idi: “Ey Ebû Talib; yeğenin putlarımızı/siyasi ve sosyal sistemimizi, gelenek ve âdetlerimizi (Latımızı, Menatımızı, Uzzamızı) ve dinî inançlarımızı kötüledi, düşünsel alanı es geçtiğimizi/akılsız olduğumuzu, bu tür eylem ve söylemlerde bulunduğumuzu, babalarımızın, (eski köye yeni adetler getirerek) dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen Ey Ebû Talib, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil. Biz yapacağımızı yapalım.” dediler.
Efendimizin (s.a.v.) amcası Ebû Talib, zor ve tehlikeli bir durumla karşı karşıya bırakıldığının farkındaydı. Bir tarafta kavmi diğer tarafta, yeğeni. Her iki tarafı da memnun edecek ya da karşı karşıya getirmeyecek bir şeyler düşündü. Ardından Allah Rasulünü yanına çağırarak kendisine yalvarırcasına şu sözler dilinden döküldü: “Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana ilettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç.”
Efendimiz (s.a.v.), amcasının bu teklifi karşısında bir müddet hüzünlendi. Çünkü bu zamana kadar onu himaye edenden gelmişti bu teklif. Sonra, hakiki yaslangahın/haminin Allah Teala olduğunu bilmenin bilinç ve şuuruyla amcasına şu tarihi net cevabını verdi:
“Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya, Allah Teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda canımı fedâ ederim” buyurdu ve ayağa kalktı. Mübârek gözleri yaş ile dolmuştu. Yeğeni Muhammed’in üzüldüğünü gören Amcası Ebû Tâlib, söylediklerine pişman oldu ve O’nun boynuna sarılarak; “Ey kardeşimin oğlu! Yoluna devam et, istediğini yap. Ben hayatta oldukça seni himâye edip, koruyacağım” dedi.”
Allah Rasulü, Rabbinden vahy olarak neyi almışsa, taviz vermeksizin muhataplarına/Mekkeli müşriklere tebliğini yapmıştır. O’nun net duruşu kendisine inanan inanmayan herkesin malumudur. Fakat Mekkeli müşrikler bu durumdan pek memnun değillerdi. Her devrin firavun ve nemrutları gibi kendilerince bir çözüm yoluna gittiler. Bu vesileyle, Peygamberimiz’den (s.a.v.) İslâm’ın tebliği konusunda biraz gevşeklik göstermesini, tavizler vermesini istediler.
Rivayete göre, müşrikler Hz. Muhammed (a.s.)’in bu kararlılığı karşısında başka uzlaşı çareleri/yolları aradılar. O yollardan birisi de Hz. Muhammed’e gelerek, “Sen bizim ilâhlarımıza ibadet edersen, biz de Senin ilâhına ibadet ederiz.” demeleri idi. İşte bu olay üzerine Kalem suresinin 9. âyeti inzal olunmuştur.
Eğer Allah Rasulü onların dedikleri hal üzere bir yol tutarsa, bunun karşılığında ona karşı düşmanlıklarını hafifleteceklerini söylediler. Burada asıl olan uzlaşabilmek için Allah Rasulü’nden dinin buyruklarından taviz vermesini beklemeleriydi. Nitekim bu konu âyet-i kerîmelerde şöyle ifade edilmiştir:
“(Rasûlüm! Müşrikler akıllarınca) az daha seni bile kandıracak, sana vahyettiğimizi bıraktırıp, onun yerine başka şeyleri bize isnat etmeni sağlayacaklardı. (Böylece seni fitneye düşüreceklerdi). Ancak böyle yaptığın takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana tam sebat/direnme gücü vermemiş olsaydık, onlara çok küçük de/az da olsa bir meyil gösterebilirdin. O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.” (İsrâ 17/73-75 )
Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu ayeti kerimelerle hem Peygamberimizi (s.a.v.) hem de bizleri, dinden taviz verme talebinde bulunan din düşmanlarına/dini inkar edenlere/yalancılara asla boyun eğmememiz noktasında uyarmaktadır. Buradaki ilahi buyruk ve Mü’min için kırmızı çizgi: dini yalanlayana itaatin haramlığı noktasıdır. Çünkü inkarcıların itaat edilecek hayırlı bir vasıfları yoktur. En kötü sıfatları kendilerinde cem etmişlerdir. Âyetlerin ifadesinden anlaşılan o ki, her zamanın müşriklerinin, dini yalanlayanların bu noktada ileri gelenlerinin ortak vasıfları şöyledir:
Hak ve batılı karıştırarak yemin etmek. Bu nedenle çok yemin edenlerin önemli ve ayrılmaz bir sıfatı olarak her daim hakîr, zelîl ve alçak bir durumda olmak.
Her daim birilerini ayıplamak; eliyle diliyle bütün imkanlarıyla insanların kusurunu arayıp durmak. Ortalığı ifsad etmek ve insanların arasını bozmak için fırsat kollamak ve daimâ nemimelik yapmak, söz getirip götürmek.
İyi olan her şeye mâni olmak. Kendi cimriliğini pespayeliğini cihan şümul kılmaya çalışmak. Çevresinde iyi olan ne varsa onlara karşı çıkmak. Böylece insanların İslâm’a girmelerini ve iyi olana yönelmelerini önlemek için bütün gücüyle çaba göstermek.
Haddi aşmak. Hiçbir kural tanımamak, kaba ve katı olmak ve böylece insanların haklarına tecavüz ederek onlara zulmetmek.
Bu tiplerin en önemli çıkış noktaları ise Allah’ın gönderdiği mesajlara/ilahi vahye, “öncekilerin masalları” demek.
Peki Hak ile batıl uzlaşır mı?
Allah Kalem suresi 9. ayet-i kerimesiyle hak ile bâtılın hiçbir zaman ve zeminde uzlaşamayacağını net bir şekilde vurgular. Ayrıca Allah Teâlâ İsra suresi 81. ayetinde ise bunun sağlamasını yaparak şöyle buyurur:
“(Rasûlüm!) De ki: Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 17/81).
Çünkü hak/doğru, adaletli ve Allah’ın razı olduğu müstakim yol ile bâtıl/yanlış, haksız ve Allah’ın razı olmadığı şeytani yol birbirine zıttır. Nur ile zulmet, gündüzle gece, ışıkla karanlık gibidir. Biri geldiğinde diğeri gider. Haktan taviz verilerek bâtılla karıştırılırsa, artık hak olanın esamesinden söz edilemez.
Tebliğde taviz nelere yol açar?
Peygamberimiz’in (s.a.v.) tebliğde ne kadar kararlı ve tavizsiz olması gerektiği vurgulanarak Mü’minlerin bu yoldaki tavırları sağlam bir zemine oturtulur. Çünkü tebliğde taviz vermek, Tevhidi ilkeden/İslam’ın temel prensiplerinden, Allah’ın emir ve yasaklarından birilerini memnun etmek/hoşnut etmek adına ödün vermek, geri adım atmaktır. Bu durum gerçek ile yanlışın arasındaki kırmızı çizgiyi silikleştirir ve zamanla hak zannedilip bâtıl savunulmaya başlanılır. Bu konuda uzlaşı olamayacak derecede kesin tavır şudur:
1- De ki: Ey kâfirler.
2- Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
3- Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz.
4- Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
5- Siz de benim ibadet ettiğime, ibadet edecek değilsiniz.
6- Sizin dininiz size, benim dinim bana.
(Kafirun Suresi)
Unutmayalım ki Hak yoldan sapmamak, inanç uğruna yalnız kalmayı göze almak, nemrutlar arasında İbrahimi ve Muhammedi bir duruşa işaret eder.