GİRİŞ
Aradan on beş asır geçmesine rağmen İslâm tarihindeki bu büyük hâdise hafızalardan silinmemiştir. Hatıralarımızda da ebediyen canlı kalacaktır. Yeni hicri yılımıza girerken, hicret olayını okuyucularımızla beraber yeniden okumak ve anımsamak üzere ‘İslâm Hukuku Açısından Hicret Olayı ve Yeni Hicri Yılımız’ başlığıyla yazımızı yayımlamayı faydalı bulduk. Kaldı ki Nebevî hareket metodundan bir tablo olan hicret konusu, İslâmî yaşantımıza ışık tutacak mahiyettedir. Ayrıca söz konusu olayın tarihi değeri yanında hukukî değerinin de olması konuya apayrı bir boyut kazandırmaktadır.
İslam tarihinde özellikle de Nebevî siyer çerçevesinde, geçmiş olayların analizi yapılarak değerlendirilmeye tabi tutulması, Müslümanların siyasî ve sosyal yaşantılarına yön vereceği muhakkaktır. Zira geçmişteki olayların bilinmesi kadar, o olayların bizlere vermek istediği mesajların doğru algılanması kadar, günümüzün şartları içerisinde İslâm toplumlarına doğru bir şekilde aksettirilmesi de o derece önemlidir. Dolayısıyla akademik câmiasının ders müfredatlarında Fıkhu’s-Sîre alanı, siyerle ilgili olaylardaki fıkhî hükümlerin kavranması açısından geliştirilmiş önemli bir ilim dalıdır. Bu alandaki çalışmaların yoğunlaştırılması gerekmektedir. Ne var ki; tarih, siyer ve megâzî yazarı olan tarihçiler, muhaddislerin, rivayetlerin naklinde gösterdikleri titizliğinin aynısını göstermemişlerdir. Söz konusu rivayetlere, geçmiş olaylar nazarıyla bakarak, bunları sonraki nesillere aktarma kastıyla topladıkları için, tenkit süzgecinden geçirme çabasında bulunmamışlardır. Dolayısıyla siyer literatüründe yazılmış eserlere birçok asılsız, mesnetsiz ve uydurma rivayetler girmiştir. Tıpkı, tefsir eserlerine İsrailiyat’a dair rivayetlerinin girmesi gibi… Aslında hadisçilerin gösterdikleri titizliğe rağmen, aynı sorun bazı hadis kitaplarında da görülmektedir. Bu da İslâm aleyhine çalışanların dinimizin saffetini bozmak için ne kadar çalışmış olduklarını gösterir. Bu tür rivayetlerin İslâm dinine ve Müslümanlara verdiği zararı açıklamaya gerek yoktur sanırım. Bütün bunlara rağmen geçmiş hadis ulemasının, girmiş olan yabancı unsurlardan İslâmî kaynakları arındırma gayretleri takdire şayandır.
Günümüzde bu alana yönelik akademik çalışmalar ve geçmişimizin kültür mirasını İslâm ümmetine kazandırmaya yönelik eserleri tahkik etme faaliyetleri sevindiricidir. Yeri gelmişken tenkit süzgecinden geçmiş siyer ve megâzî üzerine yapılmış birkaç önemli çalışmayı burada zikretmek yerinde olacaktır:
- Dr. Ekrem Ziya el-‘Umerî, es-Sîretu’n-Nebeviyye es-Sahiha,[1]
- Dr. Ekrem Ziya el-‘Umerî, el-Muctema‘u’l-Medeni fî Ahdi’n-Nübuvve,[2]
- Dr. Mehdî Rizkullah Ahmed, es-Sîretun’-Nebeviyye fî Dav‘i Mesâdiruha’l-Asliyye,[3]
- Dr. Hâfız Muhammed el-Hakemî, Merviyâtu Gazveti’l-Hudeybiyye.[4]
- Dr. İbrahim b. Hasan Karibî, Merviyatu Gazveti Beni al-Mustalik,[5]
- ‘Abdulkadir Habibullâh es-Sindî, ez-Zehebu’l-Mesbuk fî Tahrîc Ahâdîsu Gazveti’t-Tebuk,[6]
- İbrahim Muhammed el-‘Ali, Sahîhu’s-Sîretu’n-Nebeviyye, (Dâru’n-Nefâ’is, Amman, 1421/2000).
‘Abdul‘azîz b. Süleymân b. Nâsır es-Selumî, el-Vâkidî ve Kitâbuhu’l-Megazî,[7] - Dr. Sâlih b. Hamîd er-Rifa‘î, el-Ahadîsu’l-Vâridetu fî Fedâ’li’l-Medine, Cem‘an ve Dirâseten, (İslâm Üniversitesi, Medine, 1415/1994).[8]
• Fıkh’u’s-Sire ile ilgili rivâyetlere seçmeci bir metodla yaklaşarak hazırlanmış iki eser göze çarpmaktadır:
- Muhaddis M. Nasiruddin el-Elbânî’nin tahkikiyle hazırlanmış Muhammed el-Gazzâlî’nin Fıkh’u’s-Sire adlı eseri.[9]
- Ahmed Ferid’in, Vakafâtun Terbeviyye ma‘a’s-Sireti’n-Nebeviyye adlı eseri ki, bu söz konusu çalışma ‘Resûlüllah’ın Hayatından İmanî Dersler’[10] adıyla Türkçemize kazandırılmıştır.
Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî’nin de söz konusu alandaki eserini burada belirtmek yerinde olacaktır. Onun eseri zikrettiğimiz diğer eserler gibi rivayetlerde seçmeci olmasa bile faydalı yönleri bulunmaktadır.
Söz konusu çalışmaların yanında Prof. Muhammed Mahar ‘Alî’nin, ‘Sirat al-Nabi And the Orientalist’ İngilizce hazırladığı ‘Nebev-i Siyer ve Oryantalistler’[11] adlı eseri, oryantalistlere siyer konusunda cevap niteliği taşıyan bu değerli çalışma ve diğer eserler ilim dünyasına büyük katkı sağlamıştır. Dolayısıyla gerek bu alanda ve gerekse diğer temel İslâmî ilimler alanında bilimsel çalışma ve araştırmaları sürdürecek, geçmiş ile günümüz arasında köprü kuracak, bunun sentezini yapacak, İslâmî toplumların geleceğini hazırlayacak, çağdaş tenkit metotlarından yararlanmasını bilen, tenkit zihniyeti açık ama iyi niyetli ve İslâm geleneğine bağlı olan dinamik akademisyen ve ilim adamlarına ihtiyaç vardır.
Giriş sadedinde hicret ve hicret ile ilgili bazı kavramların üzerinde durmamız, konunun anlaşılması bakımından faydalı olacaktır.
A- Hicret Kavramı
- Sözlük anlamı: Hicret; Arapça bir masdar olup hecere kökünde gelmektedir. Terk etmek, ayrılma, bırakma ve göç anlamındadır.
- İstılahî anlamı: Hicret; küfür ve şirk diyarından İslâm diyarına göç etmektir.[12]
Bu meyanda kelimenin istilahî anlamında geçen bazı terimlerin kavramlarını görelim:
Diyar; dâr’ın çoğulu olup belde ve ülke anlamında kullanılmaktadır. İslâm fıkhında iki çeşit dâr kavramı bulunmaktadır.
Bunların tanımları şu şekildedir:
1. Dâru’l-Kufr:
Kafirlerin hükmettiği, otorite olarak onların nüfuzunun hâkim olduğu diyardır. Bu da iki türlüdür:
- Dâru’l-Harb: Müslümanların harp halinde olduğu ve kafirlerin hükmettiği ülke veya beldedir.
- Dâru’l-Sulh: Müslümanlarla kafirlerin arasında sükûnet, barış olan ülkedir. Bu sınıfa, çoğunlukla kafirlerin hükmettiği beldedir. Aralarında azınlık Müslümanların da yaşadığı ülke de bu konuma girmektedir.
2. Dâru’l-İslâm:
Müslümanların hükmettiği, otorite olarak nüfuzun Müslümanlara ait olduğu ülkedir, velev ki çoğunluğu kafirler teşkil etse bile.[13]
B- Hicretin Şekilleri:
Hicret iki şekilde gerçekleşir:
- Bedensel göç,
- Manevî göç: Bundan kasıt, başkasının muhabbeti ve kulluğundan, Allah’ın muhabbet ve kulluğuna, başkasına ümit, korku ve tevekkülden Allah’a dönmesidir. Bu manada şu hadisi şerif zikredilir:
“Asıl muhacir (hicret eden) Allah’ın yasakladığı şeyleri terk edendir.”[14]
Hicretle ilgili kavramlar üzerinde durduktan sonra hicret olayı ve doğurduğu sonuçları tespit etmeğe çalışacağız.
1. HİCRET OLAYI ve SONUÇLARI
A- Allah Rasûlü’nün (s.a.v) Hicret Olayı:
Medine’den gelen bazı grup insanlarla gerçekleştirilen üç akabe bi’atından sonra Medine şehrinde, Muhacir Müslümanlara kapılarını açacak bir zemin oluşmuştu. Mekke’deki Müslümanlara yapılan zulüm dayanılmaz hale gelince kendilerine hicret etme izni verilmişti. Dolayısıyla ‘Usmân’ın (r.a.) başkanlığında Müslümanlar kafileler halinde Medine’ye hicret etmişlerdi.
Bu hicretin akabinde Mekke Müşrikleri, Peygamber (s.a.v)’i evinde öldürme kararı alınca Mekke’den Medine’ye hicret etmesi emri geldi. Peygamber (s.a.v) güzide arkadaşı olan Ebû Bekir’i (r.a) yanına alarak, Allah’ın emriyle Mekke’den Medine’ye hicret etmişler ve hicret esnasında, Mekke yakınlarında bulunan Sevr mağarasına sığınmışlardı. Onları yakalamaya gelen Müşrikler, mağarada olduklarını fark edemeyerek Mekke’ye dönmek zorunda kalırlar. Allah Rasûlü (s.a.v) üç gün süresince orada bekledikten sonra, yol arkadaşıyla birlikte yanlarına yolu bilen bir kılavuz alarak Medine’ye bineklerle hareket etmişlerdir. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye vardıklarında oranın halkı tarafından muhteşem bir kalabalıkla karşılanmışlardı.
Hicret olayı m. 622 yılında gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’de ikameti esnasında önce Küba mescidini sonra da bugün halen ziyaret edilen Mescid-i Nebevî’yi inşa ettirmiştir. Ensar ile Muhaciri kardeş ilan ederek Medine toplumunun oluşmasını sağlamış ve Medine yasasını vazederek de ilk İslâm devletini kurmuştur.[15]
B- Nebevî Hicret’ten Alınacak Bazı Dersler
Hicret olayından istifade edeceğimiz önemli dersler bulunmaktadır. Bunları sırasıyla şöyle özetleyebiliriz:
- Allah Rasûlü (s.a.v)’in hicreti bir kaçış değildi, Medine’de kurulacak İslâm devletine giden bir yoldu, o sadece sebeplere tevessül etti. Allah (c.c) da onu bu davasında muvaffak kılmıştır.
- Bütün sebeplere müracaat ettikten sonra Allah’a karşı tam bir güven ve itimat hasıl olunca Allah’ın yardımı gelir.
- Hedef ve gayeye ulaşmak için bazı değerleri saydığımız şeyleri feda etmek zorundayız. Muhacirler, Medine’ye hicretleri esnasında dinleri uğruna her şeylerini Mekke’de bırakarak fedakarlığın en üst seviyesini göstermişlerdir.
- Allah Rasûlü (s.a.v)’in gerçekleştirdiği bu hicret, daha önceki Peygamberler’ in de bir sünnetiydi.
- Nebî (s.a.s)’in bu hicreti, daha sonra gelecek olan Müslümanlar için hüküm yönünden bir çıkar yol olmuştur.
C- Hicrî Takvimin Başlangıcı
Cenâb-ı Hak, zamanı belirli hesaplara bağlamıştır. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’deki:
﴿إِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللَّهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِي كِتَابِ اللَّهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ…﴾
‘Gökleri ve yeri yarattığı günden beri, Allah katında ayların sayısı on ikidir, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru nizam budur…’ (Tevbe 9/36) âyeti hesaplamayı ortaya koymaktadır. Kameri ayların dördü haram sayılan aylar; Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır.
Hristiyan milleti takvimlerinin başlangıç noktası olarak ‘Îsâ (a.s)’ın doğumunu esas almışlardır. Müslümanlar ise takvimlerinin başlangıcını, nebevî hicreti esas almak suretiyle başlatmışlardır. İmâm Buhârî Sahîh’inde, bu mevzuda:
“Takvimi nereden başlattılar?” başlıklı bir bab zikrettikten sonra şöyle bir rivâyet nakleder:
Sehl b. Sa‘d (r.a) olayı şöyle anlatır:
“Müslümanlar hicri takvimini, Nebî (s.a.v)’in peygamber olarak gelişinden veya vefatından değil de onun Medine’ye hicret edişinden başlattılar.”[16]
Siyer kitaplarında da hicrî takvimini, hicret olayını esas alarak başlatan ve bunu tesis edenin Müslümanların ikinci halifesi ‘Umer (r.a) olduğu nakledilir. Bunun sebebi ise, hicretin çok faziletli bir amel oluşu nedeniyledir.
Allah Rasûlü (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:
‘Eğer hicret olmasaydı Ensâr’dan biri olmayı tercih ederdim.’[17]
Hicret olayının doğurduğu sonuçları yanında, hukuk açısından getirdiği bazı hükümler de bulunmaktadır. Bunlar, önceki dönemlerde olduğu gibi günümüz Müslümanların hayatlarında da özellikle gayr-i Müslimlerle olan münasebetlerinde önem arzetmektedir.
2. HİCRET OLAYININ HUKUKÎ YÖNÜ
A- Hicreti Emreden Deliller
Bu konuda delil olarak şu ayet gösterilir:
﴿إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمْ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فِيهَا فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَتْ مَصِيرًا. إِلَّا الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنْ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَبِيلًا. فَأُوْلَئِكَ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللَّهُ عَفُوًّا غَفُورًا.﴾
“Kendilerine zulmeden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz!’ dediler. Bunlar: ‘Biz yer yüzünde çaresizdik’ diye cevap verdiler. Melekeler de: ‘Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı Cehennemdir, orası ne kötü bir gidiş yeridir. Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir ve bağışlayıcıdır.” (Nisâ’ 4/97-99.)
Sünnet’ten delil ise:
“Tevbe (kapısı) kesilinceye kadar hicret etme yolu kesilmez, tevbe (kapısı) da güneş batıdan doğmadığı müddetçe kesilmez.”[18] hadisidir.
B- Hicretin Hikmeti
İslâm Dini, izzet ve kuvvet dinidir, Müslümanların kafirlerin yanında zelil olmasını kabul etmez. Onların arasında kalan, ister istemez yanlız oluşunu ve zayıflğını hissedecek, onların yanlarında aşağılık kompleksine kapılarak dininde fitneye düşecektir. Dolayıyla Müslümanın kafirlerin arasında kalması menedilmiş ve hicret etmesi emredilmiştir.
C- Hicretin Çeşitleri
Hicretin altı tane çeşidi bulunmaktadır. Şöyle ki:
- Dâru’l-Kufr veya Dâru’l-Harb’ten İslâm diyarına hicret etmektir ki, bunun farziyeti ilk hicretten beri (Mekke’den Habeşistan’a) Kıyamet’e kadar baki kalacaktır.
- Bid‘at işlenen bir beldeden çıkarak Ehl-i Sünnet’in hakim olduğu bir beldeye hicret etmektir. Bu yüzden İmâm Mâlik (r.a) şöyle der:
“Hiçbir Müslümana Sahâbe’ ye sövülen bir beldede ikamet etmesi helal değildir.” - Haramın galip olduğu bir beldeden çıkarak, helal rızkın bulunduğu bir beldeye hicret etmektir. Çünkü helali talep etmek her Müslümana farz kılınmıştır.[19]
- Müslümanın, nefsine yapılan zulüm ve eziyet yüzünden bulunduğu yerden çıkmasıdır. Bunu ilk olarak gerçekleştiren İbrahim (a.s)’dır. Nitekim o, kavminden korkunca şöyle demişti:
﴿…إِنِّي مُهَاجِرٌ إِلَى رَبِّي…﴾
‘…Doğrusu ben Rabbim’e (emrettiği yere) hicret ediyorum…’ (Ankebut 29/26) veya:
﴿…إِنِّي ذَاهِبٌ إِلَى رَبِّي سَيَهْدِينِي…﴾
‘…Ben Rabbim’e gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecektir…’ (Saffât 37/99).Mûsâ (a.s) da hicret etmiştir. Firavun’un zulmü dolayısıyla Mısır’dan Medyen şehrine göç etmiştir. Peygamber olup güçlenince, tebliğ maksadıyla Mısır’a yeniden dönmüştür. Firavun’dan zulüm gören İsrailoğulları’nın başına geçerek onları Mısır’dan Filistin topraklarına götürmek suretiyle ikinci bir hicreti gerçekleştirmiştir. - Mal ve namusa eziyet korkusu yüzünden hicret etmektir. Çünkü Müslümanın malının ve namusunun dokunulmazlığı, kanının veya ailesinin dokunulmazlığı gibidir.
- Salgın hastalığı olan bir beldeden, hastalığa yakalanma korkusu sebebiyle sağlıklı olan bir beldeye hicret etmektir. Allah Rasûlü (s.a.v), Uranîler’e, beldeleri sıhhat yönünden zararlı bir yer olunca, beldeleri düzelinceye kadar Merc denilen yere gitmelerine izin vermiştir.[20] Ancak veba hastalığı olan yerden çıkmayı yasaklamıştır.[21] Bulaşıcı olması hasebiyle başkalarına zarar vermeme ilkesine dayalı olarak böyle bir uygulamayı öngörmüştür. Bu tabi ki istisnaî bir durumdur.
D- Dâru’l-Küfr veya Dâru’l-Harb’de İkâmet Eden Kimselerin Durumu
Gayri İslâmî ülkelerde ikamet eden Müslümanları üç gurupta mütalaa etmemiz mümkündür:
- Kafirlerin beldesinde onlarla beraber ikamet ederken dostluk kuran, dinlerine rıza göstererek kafirleri medh eden ve Müslümanlara karşı onlara yardımcı olanlar. Bu kimseler İslâm dairesinden çıkma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
- Mal ve evladı veya kendi memleketi olması nedeniyle kafirlerle beraber ikamet ettiği beldede dinî şiarları izhar etmeyen ve yerine getirmeyen, hicret etmeğe gücü olduğu halde hicreti de terk eden kimse, Allah ve Rasûlü’ne âsi gelmiş ve büyük bir günah işlemiş sayılmaktadır. Ancak söz konusu maksatlarla kafirlerin bulunduğu beldede ikame etmesi nedeniyle âlimler böyle bir kimseyi tekfir etmemişlerdir. Konuyla ilgili olarak İbn ‘Abbâs (r.a)’dan şu nakil gelmiştir:
“Müslümanlardan birtakım kimseler, Allah Rasûlü (s.a.v) zamanında Müşriklerle beraber bulunarak onların kalabalığını çoğaltıyorlardı. Harp esnasında atılan oklardan bazıları, onlarla beraber bulunan Müslümanlara da isabet ediyor veya bir darbe sonucu öldürülüyordu. Allah (c.c):
﴿إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمْ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنتُمْ…﴾
‘Kendilerine zulmeden kimselere melekler, canlarını alırken: ‹Ne işte idiniz!› dediler…’ (Nisâ’ 4/97) âyetini indirdi.”[22] - Gayr-i Muslimlerin ülkesinde kalmalarında beis olmayan kimselere gelince bunlar iki sınıftır:
- Kafirlerin beldesinde yaşarken, dinini onların arasında izhar eden ve küfür ehlinden teberrî eden (uzak duran), ayrıca onların batılda olduğunu açıkça söyleyen Müslümanlar. Bu durumda onlar için hicret vacip sayılmamıştır.[23]
- Mustad‘af (çaresiz) bir durumda küfür ehliyle beraber ikamet eden, onlardan kurtulmaya gücü yetmeyen ve o beldeden kurtulma yolunu bilemeyen aciz, ihtiyar, kadın, çocuk ve esir Müslümanlar da hicretten istisnâ edilmiştir.[24]
E- Müslümanın Çalışma ve Ticaret Maksadıyla Küfür Diyarına Gitmesi:
Bir Müslümanın, küfür diyarında dinini izhar edebiliyor, dinî şiar ve emirleri yerine getirebiliyor ve onlardan etkilenmiyorsa o beldede kalmasının caiz olduğunu daha önce belirtmiştik. Ayrıca bazı sahâbilerin yabancı diyarlara hicret etmeleri buna delil olarak gösterilmektedir. Örneğin, onların Habeşistan’a hicret etmeleri gibi. Nitekim Peygamber (s.a.v) de onların bu hareketine bir şey dememiştir. Ancak Müslümanın dinini izhar edememe gibi bir durumu varsa veya kafilerden etkilenme gibi bir endişesi söz konusu ise, bu takdirde küfür diyarına gitmesi câiz olmaz. Çalışma ve ticaret maksadıyla küfür diyarına gitmek de aynı hükümlere tabidir. Sözgelimi, kişi bulunduğu gayr-i İslâmî olan Avrupa ülkelerinde Müslümanların bulunduğu bölge ve muhitlerde yaşadığı sürece, dinî hayatını koruma imkanına sahip olabilmektedir.
SONUÇ
H. 1444 yılına veda ettik, ama onu hangi amellerle uğurladık? bunun hesabını yapmak zorundayız. 19 Temmuz 2023 gün, 1. Muharrem Hicrî 1445 yani, yeni yılımızın ilk günüdür. Belki bir çoğumuz bunun farkında bile değildir. Zaman ve tarih su gibi akıp gidiyor. Ne yazık ki tarih bizim için ibret değil tekerrürden ibaret olmuştur. İşte bu da gafletimizin bir ifadesidir. Bunun nedeni ise, ülkemizde yapılan fikrî, itikadî ve amelî hamlelere karşı pasif kalışımız ve fikir savaşında mağlup edilişimizdir. Bunun en bariz göstergesi, Müslümanların takviminin tarihe gömülmüş olması, ondan bize sadece bir ramazan ve bir de Kurban Bayramı bırakılmış olmasıdır.
Böylelikle Peygamber (s.a.v)’in Medine İslam devletine götüren hicretin manevî değeri ve hatırası yok olmuş ve hicrî takvimin değeri ve kıymeti unutulmuştur. Halbuki hicrî yılın başında ve bitiminde her Müslüman, Rabbine karşı nefsinin hesabını vermesi, bunun muhakemesini yapması, hayatının bir dönüş noktası olduğunu idrak etmesi gerekir. Her nedense bu gibi değerler ne yazık ki çok çabuk unutuluyor. Gayeye götüren vesileler unutulunca sonunda gaye de unutuluyor maalesef.
Şu an çoğumuz Hicrî 1444 yılının son ayının adını ve yeni yılımızın ilk ayının adını ve o ayda ne yapılacağını bilmeyen cahil ve gafil Müslümanlar haline getirilmişiz. Bu durum bize, İslâmî kimliğimizden ne kadar uzaklaştırıldığımızı göstermektedir.
İyi bilmeliyiz ki, Hicri yılımızın ilk kamerî ayı Muharrem ayı olup 1445 yılın ilk ayıdır. Bu ayda oruç tutmak çok faziletlidir. Bu konuda önemli hadisler gelmiştir. Özellikle Muharrem ayının. 9. ve 10. günleri Aşure orucu günleridir. Hadislerde bu günleri oruç tutanın bir yıllık günahlarımıza kefaret olacağı müjdesi verilmiştir.[25]
Selam Hakk’a tabi olanlar üzerine olsun…
[1] Dr. Ekrem Ziya el-‘Umerî, es-Sîretu’n-Nebeviyye as-Sahiha (1-2, Mektebetu’l-‘Ulum ve’l-Hikem Yay. Medine, 1412/1992).
[2] Dr. Ekrem Ziya el-‘Umerî, el-Müctema’u’l-Medeni fî Ahdi’n-Nübuvve (İslâm Üniversitesi Yay. Medine, 1403/1983).
[3] Dr. Mehdî Rizkullah Ahmed, es-Sîretun’-Nebeviyye fî Dav‘i Mesâdiruha’l-Asliyye (Merkezu’l-Melik Faysal Yay. Riyad, 1412/1992).
[4] Dr. Hâfız Muhammed el-Hakemî, Merviyât Gazvetu’l-Hudeybiyye, Dâru İbnu’l-Kayyum Yay. Demmam, 1411/1991).
[5] Dr. İbrahim b. İbrahim Kureybî, Merviyât Gazvetu Benî al-Mustalik, (İslâm Üniversitesi Yay. Medine, ts.)
[6] ‘Abdulkadir Habibullâh es-Sindî, ez-Zehebu’l-Mesbuk fî Tahkîk Rivayât Gazvetu et-Tebuk, (Mektebetu’l-Mu‘allâ Yay. Kuveyt, 1406/1986).
[7] ‘Abdul‘azîz b. Suleymân b. Nâsır es-Selumî, el-Vâkidî ve Kitâbuhu’l-Megâzî, Menhecuhu ve Mesâdiruhu, (1-2, İslam Üniversitesi Yay. Medine, 1425/2004).
[8] Dr. Sâlih b. Hamîd er-Rifa‘î, el-Ahadîsu’l-Vâridetu fî Fedâ’ili’i-Medine, Cem‘an ve Dirâseten, (İslâm Üniversitesi Yay. Medine, 1415/1994).
[9] Muhammed el-Gazzalî, Fıkhu’s-Sire, (thk. M. Nâsıruddîn el-Elbânî, Dâru‘l-Kalem Yay. Beyrut, 1402/1982).
[10] Ahmed Ferid, Rasûlullâh’ın Hayatından İmânî Dersler, (Çev. Oktay YILMAZ- M. Ahmet Varol, Guraba Yay. İstanbul, 2003).
[11] Prof. Muhammed Mahar ‘Alî’nin ‘Sirat al-Nabi And the Orientalist’ (1-2, İslâm Üniversitesi Yay. Medine, 1417/1997).
[12] Bkz. İbn Hacer el-‘Askalanî, Fethu’l-Barî (thk. ‘Abdul‘azîz b. Bâz, Dâru’l-Ma‘rife Yay. Beyrut, ts. 1/16).
[13] Bkz. Şeyh ‘Abdurrahmân b. Sa‘dî, Fetvalar (1/92).
[14] Buhârî ve Müslim, ‘Abdullah b. ‘Umer (r.a)’dan rivayet etmişlerdir.
[15] Daha tafsilatlı bilgi için bkz. İbn Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye (1/480-505, Mu’essesetu ‘Ulûmi’l-Kur’ân Yay. Beyrut, ts).
[16] Buhârî, es-Sahîh’de rivayet etmiştir.
[17] Buhârî, es-Sahîh’de rivayet etmiştir.
[18] Ebû Dâvud, Sunen; Dârimî, Sunen; Ahmed, Musned’de sahih bir senedle Mu‘aviye b. Ebî Sufyân’dan rivayet etmişlerdir.
[19] Bkz. Ebû Bekr İbnu’l-‘Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân (thk. ‘Alî Muhammed el-Bicavî, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut, ts. 1/484).
[20] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[21] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[22] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, (1/513, Mu’essesetu’l-Kutubi’s-Sekafiyye Yay. Beyrut, 1416/1996).
[23] Bkz. el-Kâfirûn Sûresi, 1-6.
[24] Bkz. Nisâ’ Sûresi, 75.
[25] Müslim, Sahîh’inde rivayet etmiştir.